Meal Seç / Sure Seç

İbrahim Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

14 - İbrahim
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bütün otoriteler bu surenin bütünüyle Mekkî sureler grubundan olduğunda hemfikirdirler; sure İtkân'da 71. sureden (Nûh) hemen sonra yer almaktadır; sure için kronolojik sırada gösterilen bu yer için itirazı gerektirecek herhangi bir sebep de yoktur. Surenin ismine gelince, bu, 35-41. ayetlerinde dile getirilen Hz. İbrahim'in duasına dayanmaktadır; bunun surenin geri kalan kısmıyla olan alakası 48. notta açıklanmıştır. Önceki surede (Ra‘d) olduğu gibi, İbrâhîm suresinin ana teması da, ilk hitab ettiği halkın lisanıyla dile getirilen (4. ayet; keza karş. 13:37 ve ilgili 72. not) mesajlar aracılığıyla kendisini kopkoyu karanlıklardan aydınlığa çıkarmak amacıyla insanoğluna ilahî kelâmın vahyedilmesi hususudur (1 ve 5. ayetler); ne var ki, kendisinden önceki öteki bütün ilahî mesajlar her peygamberin yalnızca kendi halkına ulaştırmakla yükümlü olduğu mesajlar niteliğindeyken (karş. 5. ayette Allah'ın Hz. Musa'ya "Halkını kopkoyu karanlıklardan aydınlığa çıkar" buyruğu), Kur'an, surenin ilk ve son ayetlerinde ifade edildiği gibi bütün insanlığa hitaben gönderilmiş bir mesajdır.
1. Elif-Lâm-Râ. (1) BU, RABLERİNİN izniyle bütün insanlığı kopkoyu karanlıklardan aydınlığa, O yüceler yücesinin, O her övgüye layık olanın yoluna çıkarasın diye sana indirdiğimiz [bir vahiy,] bir ilahî kelâmdır.

1 - Bkz. Ek II; ayrıca 11. sure, 1. not.

2. O Allah(ın yoluna) ki, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O'nundur. Kendilerini bekleyen o çok zorlu azaptan ötürü, hakkı inkar edenlerin vay haline!
3. Onlar ki, dünya hayatını biricik sevgi nesnesi olarak seçip (2) onu ahiret [düşüncesine bütünüyle] yeğ tutarlar; ve başkalarını Allah'ın yolundan çevirip onu eğri ve dolambaçlı göstermeye çalışırlar. İşte çok derin, onulmaz bir sapıklık içinde olan, böyleleridir.

2 - Zemahşerî ve Râzî'ye göre, yestehibbûn fiil formunun yukarıdaki anlam akışı içindeki asıl anlamı budur -yani, insanın bütün duygularına ve duyarlığına olduğu gibi el koyan, ruhsal kaynaklarını bütünüyle emip yoksullaştıran ve dolayısıyla onu manevî/ahlakî gerçeklere karşı kaçınılmaz biçimde ilgisiz ve yalıtılmış kılan dizginsiz bir sevgiyle dünya hayatını seçmek.

4. BİZ HER ELÇİYİ, mutlaka kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik ki, [hakkı] onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; (3) artık bundan sonra Allah [sapmayı] dileyeni sapıklık içinde bırakır, [doğru yolu tutmayı] dileyeni de doğru yola yöneltir, (4) çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi O'dur.

3 - Bütün ilahî metinler insanlar tarafından anlaşılsın diye vahyedildiğine göre, onlardan her birinin, mesajı ulaştırmakla görevli peygamber hangi kavimdense hitap da ilk ağızda onlara olacağı için, o kavmin diliyle indirilmiş olması zorunludur; Kur'an dahî, evrensel bir mesajı ve hedefi olmasına rağmen (karş. 7:158'e dair 126. not) bu bakımdan bir istisna değildir.

4 - Yahut: "Dilediğini saptırır/sapıklık içinde bırakır; dilediğini de doğru yola yöneltir". "Allah'ın saptırması" ya da "sapıklık içinde bırakması"na ilişkin tüm Kur'ânî atıflar ancak, 2:26-27'de ortaya konan "Allah, kendisine karşı taahhütlerini bozan fasıklardan başkasını saptırmaz" ilkesiyle birlikte düşünülmeli, bu temel üzerinde değerlendirilmelidir (bu konuda ayrıca bkz. 2. sure, 19. not); bu, şu demektir: insanın sapıp da "yoldan çıkması", kelimenin avamî anlamıyla "kader"in ya da "alınyazısı"nın keyfî bir sonucu değil, fakat kesinlikle insanın kendi tutum ve eğilimlerinin bir sonucudur (karş. 2. sure, 7. not). Yukarıdaki ayete ilişkin yorumunda Zemahşerî, insanın elinde tuttuğu bu serbest seçim imkanı üzerinde durarak şunu belirtmektedir: "Allah, tutum ve davranışlarının gidişi itibariyle asla imana ermeyeceğini bildiği insanların dışında hiç kimseyi saptırmaz, sapıklık içinde bırakmaz; ve yine Allah, imana olan eğilimini bildiği insanların dışında kimseyi doğru yola yöneltmez, doğru yola sokmaz. Bunun içindir ki, yukarıdaki ayette Allah'a izafe edilen ‘saptırma/sapıklık içinde bırakma' ifadesi, Allah'ın, sapmaya eğilim gösteren kişiyi rahmet ve hidayetinden yoksun kılarak kendi haline bırakması (tahliye) anlamına, ‘doğru yola yöneltme' (hidayet) ifadesi ise, bunu hak eden kişiye başarı (tevfîk) ve destek sağlaması anlamına gelmektedir. Bu itibarla, "Allah, yüzüstü bırakılmayı hak edenlerin dışında kimseyi yüzüstü bırakmaz; buna karşılık yardım ve desteği hak edenlerin dışında kimseye yardım ve destek vermez". Zemahşerî, 16:93'de benzer bir ifadeyi yorumlarken de şöyle diyor: "[Allah, bile-isteye] hakkı inkar yolunu seçip bu [inkarcılığı]nda inat göstereceğini bildiği kimseyi yüzüstü bırakır; ve ... imanı seçeceğini bildiği kimseye de (bu yolda) yardım ve destek bahşeder: Bu durum, sonucun [insanın] serbest seçimine (ihtiyâr), yani [Allah'ın] destek ve yardımını mı yoksa yüzüstü bırakıp yardımından uzak tutmasını mı hak etmesine bağlı olduğunu göstermekte, insanın liyakatini hesaba katmayan cebrî yorumları hükümsüz kılmaktadır".

5. Ve nitekim, Musa'ya ayetlerimizi gönderip kendisine: "Halkını kopkoyu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın Günleri'ni (5) hatırlat!" diye [emrettik]. Çünkü bu [hatırlatmada], darlığa sonuna kadar göğüs germesini ve [Allah'a] yürekten şükretmesini bilen herkes için mutlaka çıkarılacak dersler vardır.

5 - Eski Arap geleneğinde "gün" ya da "günler" deyimi çoğu zaman önemli tarihî olayları işaret için kullanılırdı (örn. eyyâmu'l-‘arab, İslâm öncesi Araplar arasında cereyan eden kabile savaşlarını ifade eden bir deyimdir). Bununla birlikte Kur'an'ın "gün" sözcüğüne sıkça yüklediği ahirete ilişkin çağrışımlar (örn. "Son Gün"; "Kıyamet Günü", "Hesap Günü" vb.) ve özellikle de, "Allah'ın Günleri" deyimiyle açıkça dünyevî zamanın sonunda gerçekleşecek olan Allah'ın yargısının ya da yargılamasının kasdedildiği (45:14) gözönünde bulundurulursa, yukarıdaki anlam örgüsü içinde de bu ifadenin aynı anlamı taşıdığını; yani, Kıyamet Günü'nde Allah'ın insana ilişkin nihaî yargılaması anlamına geldiğini söylemek tek mantıkî yoldur. Çoğul formun ("Allah'ın Günleri") kullanılmış olması, muhtemelen, Kur'an'ın öylesine sıkça kullandığı "Gün" deyiminin aslında insanın zaman kavramıyla ya da zaman tanımlamasıyla pek ilgisi olmadığını; bunun daha çok bilinen "zaman" kavramının içinde bir yer tutmadığı gibi bir anlam da taşımadığı, öteler ötesi bir başka realiteyi (gerçeklik düzeyini) işaret ettiğini göstermektedir.

6. Hani, (6) Musa [da] halkına [bu doğrultuda]: "Allah'ın size bahşettiği nimeti hatırlayın!" demişti, "O sizi Firavun yönetiminin elinden kurtarmıştı; (onlar ki) size dayanılmaz acılar çektiriyor; oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı: (7) (eğer bilirseniz) size Rabbinizden büyük bir sınamaydı, bu.

6 - İz takısına ilişkin bu karşılık için bkz. 2. sure, 21. not.

7 - Karş. 2:49; ayrıca Kitâb-ı Mukaddes, Çıkış i, 15-16 ve 22.

7. Ve [yine hatırlayın ki] Rabbiniz size (şöyle) bildirmişti: "[Bana] şükrederseniz, muhakkak ki size kat kat fazla veririm; (8) yok, eğer nankörlük ederseniz, bilin ki Benim azabım gerçekten çok çetindir!"

8 - Yani, "hak ettiğinizden daha fazla".

8. Ve Musa (şöyle) ekledi: "Siz ve (sizinle birlikte) yeryüzünde yaşayan başka kim varsa, hepiniz hakkı inkar etseniz dahi, [bilin ki] Allah, yine de her türlü övgüye layık ve mutlak anlamda Kendine yeterli (Biricik Tanrı)dır.
9. SİZDEN ÖNCE gelip geçen [inkarcı toplum]ların başına gelenlerden hiç haberiniz olmadı mı; Nûh kavminin, ‘Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelip geçen daha nicelerinin? Onlar(ın başına gelenleri) Allah'tan başka kimse bilmez. (9) Onlara da kendileri için görevlendirilmiş olan elçiler, hakkı bütün açıklığıyla gösteren delillerle gelmişlerdi; fakat onlar, ellerini şaşkınlıkla ağızlarına götürüp (10) "Biz, sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz mesajın hak olduğuna inanmıyoruz" dediler, "ve doğrusu bizi çağırdığınız şey[in mahiyetin]den yana ciddî bir şüphe ve şaşkınlık içindeyiz". (11)

9 - Yani, bu toplumlar yeryüzünden gelip geçtiler; böyle kaç toplumun gelip geçtiğini ve nasıl bir hayat sergilediklerini bütün gerçeğiyle şimdi ancak Allah bilir. Bkz. 14. ayet ve aşağıda 18. not.

10 - Lafzen, "ellerini ağızlarına koyup" -kişinin makul bir öneriyi ya da önermeyi aynı derecede makul ve mantıkî bir karşı tezle reddetmekte gösterdiği aczi, yetersizliği ifade eden bir deyim: Nitekim, elçilerin getirdiği mesaja karşı inatçı soydaşlarının düşünmeden ortaya attıkları itiraz hiçbir şekilde bir "tez" olarak görülemez.



11 - Bkz. 11. sure, 92. not. Dikkatten kaçmış olmaması gerekir ki, inkarcıların bu cevabı, 11:62'de belli bir toplumun -Semûd kaviminin- ağzından ve tekil olarak ("bizi çağırdığın şey") verilirken, burada, değişik peygamberlere hitaben değişik toplumların tepkisini toplu olarak yansıtmak üzere çoğul olarak ("bizi çağırdığınız şey") verilmiştir. Sonraki anlatımın temelini teşkil eden ve daha önceki zamanlarda gelmiş olan tek tek peygamberlerin başlarından geçenlere ilişkin muhtelif Kur'ânî kıssaların yankılarını içinde taşıyan bu genelleme, Allah'ı bütünüyle inkar eden ya da O'nun varlığını bilinçli olarak inkar etmese de kendileriyle Allah arasında birtakım hayal ürünü, (ilahî veya yarı ilahî olduğu düşünülen) "aracılar, şefaatçiler" vehmetmek suretiyle dolaylı olarak ya da zımnen, O'nun her şeyi bilen, her şeye gücü yeten biricik ilah olduğu gerçeği karşısında inkar durumuna düşen kimselerin inatçı tutumlarının mümeyyiz vasfını, belirleyici karakterini ortaya koyar niteliktedir.

10. Bu toplumlara gönderilen elçiler: (12) "Hiç, göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah[ın varlığından, birliğinden] şüphe edilebilir mi?" dediler, "Sizi [geçmişteki] günahlarınızdan ötürü bağışlamak ve size [belirlediği] bir süre [bitince]ye kadar (13) mühlet vermek üzere (doğru yola) çağıran O'dur! [Ama] onlar: "Sizler bizim gibi ölümlü insanlardan başka kimseler değilsiniz!" diye cevap verdiler, "Bizi, atalarımızın tapınageldiği şeylerden uzaklaştırmak istiyorsunuz; madem öyle, o zaman [Allah'ın elçileri olduğunuza dair] açık bir delil getirin bize!"

12 - Lafzen, "onların elçileri".

13 - Yani, "bu dünyadaki hayatınızın sonuna kadar". Kanaatimizce bu ifade, "hakkı inkara kalkışanların ya da buna eğilim gösterenlerin" bu dünyada dahî başlarına gelmesi mukadder olan felaketlere (bkz. 13:31'in son paragrafı ve ilgili 57. not) işaret ederek, Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla ulaştırdığı çağrıya bilinçli ve duyarlı olarak olumlu tepki gösteren kimselerin bu tür felaketlerden/azaplardan bağışık olacaklarını ve manevî planda ebedî huzur ve saadetle ödüllendirileceklerini îma etmektedir (karş. 13:29).

11. Elçileri onlara: "Doğru, biz de sizler gibi sadece ölümlü kimseleriz" diye cevap verdiler, "ama işte Allah nimetini kullarından dilediğine bahşeder. Ayrıca, Allah'ın izni olmadıkça, [görevimiz hakkında] bir delil getirmek bizim harcımız değildir. Bu hususta inananlar yalnızca Allah'a güvenmelidirler. (14)

14 - Yani, hakkın peşinde olan herkes, aydınlanma için, kendilerine teklif edilen ilahî mesajın muhtevasına yönelmelidirler (bkz. 7:75, 13:43 ve ilgili notlar). Kur'an pek çok yerde (örn. 6:109-111 ya da 13:31) peygamberî mesajın gözle görülebilir, haricî vasıtalar ya da vakalarla kanıtlanması yolundaki isteklerin hem ahlaken, hem de mantıken boş ve yararsız olduğunu ifade etmiştir; çünkü böyle bir mesajın ortaya koyduğu mutlak ya da fıtrî gerçeklikten yana duyulan, ahlaken sağlam ve zihinsel olarak da doğrulanabilir inanç ya da itminan ancak "akla uygun, bilinç ve duyarlığa dayanan bir kavrayış"la elde edilebilir (12:108).

12. Hem, izlediğimiz yolu bize gösteren (15) Allah olduğuna göre, artık nasıl güvenmeyebiliriz ki O'na? "Bunun içindir ki, bize çektirdiklerinize mutlaka göğüs gereceğiz; çünkü bir kere Allah'a güven bağlamış olanlar sonuna kadar O'na güvenmekte devam edeceklerdir!"

15 - Lafzen, "bizi yollarımıza yönelten" -9. ayetle başlayan bölümün tamamında izlenen ve bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen mesajın öz ve esas itibariyle hep aynı olduğunu dile getiren çoğul ifade tarzı.

13. Ama hakkı inkar eden toplumlar, elçilerine şöyle dediler: "Ya bizim yolumuza dönersiniz, ya da kesinlikle sizi ülkemizden sürüp çıkarırız!" (16) Bunun üzerine Rableri elçilerine: (17) "Biz bu zalimleri mutlaka tepeleyeceğiz!" diye vahyetti,

16 - Karş. 7:88-89. Kaydedilen ayetlerde Şuayb Peygamber'in karşısına bu zora koşucu seçenekle çıkılmıştı.

17 - Lafzen, "onlara".

14. "Ve onlar yok olup gittikten sonra (18) yeryüzüne elbette sizi yerleştireceğiz: bu [vaad] Benim makamıma karşı saygı ve sakınma gösteren ve tehdidimden korkan kimseler içindir!" (19)

18 - Lafzen, "Onlardan sonra": elçiler tarafından tebliğ edilen hak ve hakikate ilişkin mesajın muhaliflerinden daha uzun ömürlü olacağını (karş. yukarıda 9. ayet, "onları [şimdi] Allah'tan başka kimse bilmez") ve sonunda zafere ulaşacağını îma eden ilahî vaad.

19 - Zemahşerî'nin işaret ettiği gibi, yukarıdaki ayette dile getirilen ilahî vaad, "gelecek (el-‘âkibe) Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarındır " (7:128) ifadesiyle eş değerdedir.

15. Ve (elçiler) hakkın zafere ulaşması için [Allah'a] niyaz ettiler. (20) Ve [böylece] hakkın o inatçı ve zorba düşmanlarının hepsi [sonunda] yok olup gittiler.

20 - Ya da: "[onlar yani, elçiler] zafer için niyaz ettiler", yahut "[Allah'ın] yardım[ını] istediler" -İsteftehû fiil formunda kullanılan feth isminin muhtevasında bulunan bu her iki anlam burada birbiriyle bağlantılıdır. Hatırlanmalıdır ki, feteha'nın lugat anlamı "açtı"; istefteha'nınki de: "[bir şeyi] açmayı istedi" ya da "açılsın istedi" şeklindedir. Bu itibarla, yukarıdaki bölüm, genelleştirilmiş bir ifade tarzı içinde Şuayb Peygamber'in 7:89'daki duasını yankılamaktadır: "Ey Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasındaki hakkı ortaya çıkar (iftah)".

16. Bunlardan her birini cehennem beklemektedir; (21) ve orada her birine azapla ağulanmış sudan (22) içirilecek;

21 - Lafzen, "onun ardından [da] cehennem (gelmektedir)"; yani, varacağı yer olarak. Cebbâr sözcüğü için, bu anlam örgüsü içinde verdiğimiz "hakkın zorba düşmanı" karşılığı hk. bkz. 26:130 ile ilgili 58. notun ilk kısmı.

22 - Sadîd sözcüğü, ilk ağızda "dönüp uzaklaştı" ya da "[bir şeyden] yüz çevirdi/tiksindi" yahut -Kâmûs ve Esâs'ın kaydettiğine göre- (bir şeye karşı duyduğu tiksintiden ötürü) "yüksek sesle bağırdı/çığlık attı" anlamına gelen sadde fiilinin masdarlarından biridir. Sadîd sözcüğü tiksinti veren şeyi ifade ettiği içindir ki, yaralardan akan cerahatten ya da organizmadan sızan kıvamlı sıvıyı ifade için mecaz olarak da kullanılır. Yukarıdaki ayete ilişkin yorumunda Râzî, mâin sadîdin ifadesinin burada tamamen mecazî bir anlam taşıdığını ve "sadîd gibi (irin ya da cerahat gibi, yani onun kadar tiksinti veren) su" olarak anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Biz de bu yoruma uyarak yukarıdaki ifadeyi, dünyadaki hayatları süresince bütün manevî gerçekleri inkara eğilim gösteren kimseleri ahirette bekleyen amansız acıları, taciz edici, huylandırıcı azabı mecazî bir üslup içinde vermek üzere, "azapla ağulanmış" ifadesiyle çevirdik. (Karş. bizim, "yakıcı bir ümitsizlik iksiri" ifadesiyle çevirdiğimiz "şerâb min hamîm" tabiri; bu tabir Kur'an'da muhtelif yerlerde geçmekte olup 6:70'e ilişkin 62. notta bir açıklaması verilmiştir).

17. onu (içecek olan) yutkunacak, yutkunacak ama bir türlü yutamayacaktır. (23) Ve orada insanı ölüm her yandan kuşatacak, ama insan, kendisini daha zorlu bir azap beklediğinden, bir türlü ölemeyecek.

23 - Yani, bu acıyı yenemeyecektir.

18. Rablerini inkara şartlanmış olanların yapıp-ettikleri, (24) fırtınalı bir günde rüzgarın hışımla saçıp savurduğu küle benzemektedir; böyleleri kazandıkları [iyi] şeylerden [de ahirette] hiçbir yarar sağlayamazlar: çünkü [Allah'a karşı sergiledikleri] bu [inkarcı tutum] sapıklıkların en kötüsüdür. (25)

24 - Yani, iyi olanları bile (Râzî).

25 - Lafzen, "işte en uzak sapıklık budur". Zâlike huve zamirlerinden sonra gelen ed-dalâlu'l-ba‘îd ifadesinin başındaki belirtme takısı (harf-i tarif) bu "uzak sapıklık"ın ya da "yoldan çıkma"nın son derece aşırı, son derece vahim olduğunu vurgulamak içindir: Ne var ki, bu yapı İngilizceye (ve tabii Türkçeye de -T.ç.n.), yukarıda olduğu gibi, çok defa ancak açıklayıcı bir ifadeyle aktarılabilmektedir. Fakat, belirtmek gerekir ki sözkonusu ibare Kur'an'da, bir kez yukarıdaki ayette, bir de 22:12'de olmak üzere yalnızca iki kere geçmektedir -ve her iki yerde de bununla, Allah'ın varlığına ve birliğine ilişkin, açık ya da üstü örtülü inkarcı tavır işaret edilmektedir.

19. GÖRMÜYOR MUSUN(UZ), gökleri ve yeri belli bir [içsel] gerçekliğe göre yaratan Allah'tır? (26) Dilerse sizi ortadan kaldırır ve [yerinize] yeni bir yaratılmışlar topluluğu getirir: (27)

26 - Bkz. 10:5 üzerine 11. not.

27 - Lafzen, "yeni bir yaratma getirir" veya "yeni bir toplum". Burada hatırlanmalıdır ki, halk terimi yalnızca "yaratma/yaratış" ya da "yaratma eylemi" değil, aynı zamanda "halk" yahut "insanlık" anlamına da gelmektedir ki yukarıdaki ayette kasdedilen mana da budur (Râzî'nin kaydettiğine göre İbni ‘Abbâs).

20. ve bu Allah için zor da değildir.
21. Ve [o Yargı Günü'nde insanların] hepsi Allah'ın huzuruna çıkacaklar; işte o zaman, zayıf olanlar (28) bir vakitler büyüklük taslamış olanlara: "Bakın, bizler sizin izleyicilerinizdik" diyecekler, "o halde şimdi bizden Allah'ın azabını biraz olsun savabilecek güçte misiniz?" [Ötekiler buna şöyle] cevap verecekler: "Eğer Allah bize [kurtuluş] yolu[nu] gösterirse, şüphesiz, biz sizi de peşimizden sürükleriz; (29) fakat, görebildiğimiz kadarıyla, şimdi artık sızlansak da, [hak ettiğimiz azaba] katlansak da, hepsi bir: bizim için artık kurtuluş yok!"

28 - Allah'ın mesajına karşı umursamazlık gösterdikleri için ayetin devamında "büyüklük taslayanlar" (estekberû) olarak tanımlanan ve toplum içinde düşünce ya da aksiyon alanında "önder" olarak bilinen kimselerin ortaya koydukları sözde örnek tutum ve davranışlara öykünerek kişilik ve ahlak zayıflığı, heva ve hevesine düşkünlük yüzünden günah işleyen kimseler (İbni ‘Abbâs'tan rivayetle Taberî).

29 - Zımnen, "fakat şimdi dönüp tevbe etmek için artık çok geç". Taberî ve Râzî'ye göre yukarıdaki sözün anlamı bu yöndedir. Bununla birlikte Zemahşerî, şimdiki zamana değil geçmişe ilişkin başka bir yorum getirerek bu söze: "Eğer Allah bizi doğru yola yöneltseydi, biz de sizi (ona) yöneltirdik" manasını vermiş, bir başka deyişle, bu ifadeyi, günahkarların kendilerini sorumluluktan soyutlayarak geçmişteki günahlarını Allah'ın kendilerine "hidayet etmemiş" olmasına bağlama çabaları olarak anlamıştır. Bizim kanaatimize göre, bütün öteki sebeplerin yanında, "zayıflar"ın talebiyle (bkz. önceki not) hem dünya hayatında "büyüklük taslayanlar"ın cevabı arasındaki, hem de bu sonrakilerin, "artık çok geç!" ifadesiyle özetlenebilecek, umutsuzluk ifade eden sonraki sözleri arasındaki mantıkî bağlantıyı koruduğu için Taberî ve Râzî tarafından ileri sürülen açıklama daha benimsenebilir gözükmektedir.

22. Ve her şey olup bittikten, hüküm yerine geldikten sonra Şeytan: "Gerçek şu ki, Allah size gerçekleşmesi kaçınılmaz bir söz vermişti! (30) Bense [her fırsatta] size birtakım sözler verdim ama sizi hep yüzüstü bıraktım. Yine de benim sizin üzerinizde gerçekte bir nüfûzum yoktu: Sizi sadece çağırıyordum; siz de (bu çağrıya) icabet ediyordunuz. Bunun içindir ki, beni suçlamayın, yalnızca kendinizi suçlayın. (31) Ne ben sizin imdadınıza yetişecek durumdayım; ne de siz benim imdadıma yetişebilecek kimselersiniz; (32) çünkü, bakın ben, sizin vaktiyle beni [Allah'a] ortak koşmanızda bir doğruluk payı olduğunu her zaman reddetmişimdir". (33) Doğrusu, tüm zalimleri (34) çok can yakıcı bir azap beklemektedir.

30 - Lafzen, "Allah size doğru/sahici bir söz vermişti" -yani, kıyametin ve son yargının gerçekleşeceğini haber vermişti.

31 - Bu bölüme ilişkin tefsirinde Râzî şöyle bir açıklama getiriyor: "Bu ayet göstermektedir ki, gerçek Şeytan (eş-şeytânu'l-aslî) insanın [kendi] arzuları, hevesleri ve kompleksleridir (en-nefs): Çünkü yukarıdaki sözleriyle Şeytan ortaya koymaktadır ki, kendisi [günahkarın ruhuna] ancak ayartma ve vesvese yoluyla ulaşmaktaydı; dolayısıyla, eğer insan ruhunda şehvete, öfkeye, boş ve bâtıl inanç ve fantezilere doğru önceden mevcut bir eğilim, bir yatkınlık olmasaydı, bu şeytanî ayartma ya da vesveseler hiçbir şekilde etkili olmayacaktı".

32 - Yani, "sizin yardım çağrınıza cevap veremem, tıpkı sizin, dünya hayatında benim çağrılarıma cevap vermemeniz gerektiği gibi". Yukarıdaki cümle çoğu zaman başka bir anlamda, yani, "ben size yardım edemem, tıpkı sizin de bana yardım edemeyeceğiniz gibi" şeklinde tefsir edilmektedir. Oysa, Şeytan'ın -hem önceki bölümlerde, hem de sonraki cümlede- günahkarların dünyevî geçmişine ilişkin temsîlî sözleri gözönünde bulundurulursa, bizim benimsediğimiz yorumun daha uygun olduğu görülecektir; hem bu yorum, musrıh sözcüğünün ("imdat çağrısına ya da feryada cevap veren kimse") türediği seraha fiilinin lugat anlamına daha yakındır (Cevherî).

33 - Bizce, asıl anlamını yansıtmaktan uzak olan lafzî çevirisi "vaktiyle beni [Allah'a] ortak koşmanızın doğru olduğunu inkar etmişimdir" şeklinde verilebilecek olan, son derece kısa ve özlü ifade edilmiş kefertu bi-mâ eşrektumûnî min kabl cümlesinin anlamı yukarıdaki gibidir. Bununla anlatılmak istenen, Şeytan'ın, insanları yoldan çıkarmaya çabalamakla birlikte, kendisini asla Allah'la "eşit" bir yere koymadığı (karş. Şeytan'ın, Âdem ile Havvâ'ya hitaben, Allah'tan "sizin Rabbiniz" olarak söz ettiği 7:20; yine Allah'a "Rabbim" diye hitab ettiği 15:36 ve 39; yahut "doğrusu ben Allah'tan korkarım" dediği 8:48 ve 59:16), fakat sadece insanların günahkarca eylemlerini "kendilerine iyi/güzel gösterdiği" (karş. 6:43, 8:48, 16:63, 27:24, 29:38), yani, daha çok onları, insanın herhangi bir sınır gözetmeksizin kendi heva ve heveslerine uymasının ahlaken doğrulanabilir olduğuna inandırmaya çalıştığı hususudur. Ne var ki, Şeytan kendisini Allah'la bir tutmasa da, Şeytan'ın pohpohlamalarına teslim olan günahkar, bu tutumuyla onu dolaylı olarak tanrılaştırmış, "Allah'a ortak koşmuş" olmaktadır. -Bu bakımdan, belirtmek gerekir ki, Kur'an'da şeytân terimi, çoğu zaman, her insanda bulunan ve mahiyeti itibariyle ahlak dışı olan ve dolayısıyla insanın ruhî ve manevî huzuruna, esenliğine aykırı düşen dürtüler için bir mecaz olarak kullanılmaktadır.

34 - Yani, ister zihinsel bir büyüklenmeden ötürü, ister ahlakî düşkünlükten ya da karakter zayıflığından ötürü olsun, "Şeytan'ın çağrısı"na bilerek, isteyerek kulak veren, bu çağrıya uyan herkes.

23. Ama imana erişip doğru ve yararlı işler yapanlar, içinde derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçelere sokulacaklar; ve orada Rablerinin izniyle, "Selâm!" ile karşılanıp (35) yaşıyacaklar.

35 - Bu cümlenin lafzî çevirisi 10:10'da olduğu gibi burada da, "orada onların (birbirlerine) dirlik, esenlik dilemeleri ‘Selâm!' (olsun şeklinde) [olacak]tır" -bu terim 5. sure, 29. notta açıklanmıştır.

24. ALLAH'IN, güzel-doğru bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musun(uz)? (36) Kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanan güzel-diri bir ağaç gibi[dir o];

36 - Kelime sözcüğü, geniş anlamıyla, düşünsel, kavramsal ifade, fikir, kaziye/önerme anlamına gelmektedir. Buna bağlı olarak, "güzel-doğru bir söz" ifadesi, mahiyeti itibariyle doğru olan ve ahlakî anlamda iyi ve güzel olana çağırdığı için sonuna kadar yararlı ve kalıcı olan teklif, fikir ya da öğreti anlamındadır; Allah'ın mesajlarının her biri, nihaî amacı itibariyle ahlaken iyi ve doğru olan yönünde yapılmış çağrıdan ibaret olduğuna göre, "güzel-doğru söz" terimi, aynı zamanda, "Allah'ın mesajları"nı da işaret etmektedir. Benzer şekilde, 26. ayette sözü geçen "çirkin söz" tabiri ise, ilahî mesajın gösterdiği yönün tersini işaret eden: yani, mahiyeti itibariyle yanlış, ahlaken kötü ve buna bağlı olarak manevî planda yıkıma götüren her türlü düşünce, inanç ve öğreti anlamında kullanılmaktadır.

25. ki, Rabbinin izniyle her mevsim meyvesini verip durur. Allah insanlara [işte böyle] misaller veriyor ki, [değişmeyen gerçeği] düşünüp kendilerine ders çıkarsınlar. (37)

37 - Bkz. 39:27'nin ilk cümleciği üzerine 33. not.

26. Ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız (38) çürük bir ağacın durumuna benzer.

38 - Lafzen, "hiçbir bakımdan sağlamlığı (karâr) olmayan": yani, "çirkin (ve asılsız) söz" (bkz. yukarıda 36. not), büyüsüne kapılan insanların katında ilk ağızda büyük bir ilgi uyandırsa da nihaî etkisi bakımından gelip geçicidir.

27. Allah, imana erişenlerin durumunu sapasağlam ve dosdoğru (39) bir sözle, hem dünya hayatında ve hem de ahirette sağlamlaştırır; haksızlık yapanları ise, Allah sapıklık içinde bırakır; (40) çünkü Allah dilediğini yapar.

39 - Lafzen, "güçlü/sağlam" (sâbit). Kavl terimi de kelime terimi gibi (bkz. yukarıda 36. not), "söz", "lafız" ya da "konuşma" gibi birinci anlamlarının ötesinde inanç ya da görüş bildiren ifade: yani, "anlayış", "düstûr" ya da "dâvâ" vb. anlamlarına işaret etmektedir. Yukarıdaki anlam akışı içerisinde, bu terim "kelime-i tevhîd"le dile getirilen anlayışı: yani, Allah'tan başka ilah/tanrı olmadığı ve Muhammed (s)'in O'nun Elçisi olduğu telakkîsini îma etmektedir ki, bu tefsir, Buhârî'nin Sahîh'inin Kitâbu't-Tefsîr bölümünde el-Berâ' b. ‘Azib'den ve Müslim dahil diğer Hadisçilerin Şu‘be'den rivayet ettikleri, Hz. Peygamber'in bu ayet hakkındaki kendi açıklamasına dayanmaktadır. Sâbit sıfatı, nitelediği "söz"ün (ya da "anlayış"ın) "sağlamlığı"nı -yani, sarsılmaz biçimde doğru ve tutarlı olduğunu ifade etmekte ve böylece onu önceki "güzel/doğru söz" ve "güzel/diri ağaç" benzetmesiyle ilişkilendirmektedir.

40 - Bkz. Bu surenin 4. ayetine ilişkin 4. not.

28. HAKKI inkar tavrını Allah'ın nimetine yeğ tutup (41) [bu tutumlarıyla] kavimlerinin önünde o yıkım yurdunun yolunu açan kimseleri görmüyor mu(sunuz)? (42)

41 - Lafzen, "Allah'ın ni‘metini küfürle değiştiren". "Allah'ın nimeti" tabiri, açıktır ki, burada Allah'ın, elçileri aracılığıyla gönderdiği mesajlar anlamınadır.

42 - Bu ifadenin, yukarıda 21. ayette sözü geçen, Allah'a karşı dik başlı düşünce ve aksiyon önderleriyle onların sürüklediği zayıf kişilikli uyruk ve bağlılarını işaret ettiği açıktır.

29. (O yıkım yeri,) katlanmak zorunda kalacakları cehennemdir: Ne kötü bir konaklama yeridir orası!
30. Çünkü, onlar Allah'a rekabet edebilecek güçlerin var olduğunu vehmettiler (43) ve sonuç olarak O'nun yolundan saptılar. De ki: "[Bu dünyada] avunup durun bakalım, nasıl olsa yolunuzun sonu ateş olacak!"

43 - Lafzen, "Allah'a eşler/ortaklar koştular (endâd)". Bizim bu cümleyle ilgili açıklayıcı çevirimiz (ki Râzî tarafından bütünüyle doğrulanmaktadır) hk. yapılmış bir açıklama için bkz. 2. sure, 13. not. Li-yudillû ifadesinin başında yer alan li ön-eki amaç (ya da niyet) değil, fakat lâmu'l-‘âkibeh denen ve sonuç bildiren lâm'dır (Râzî) ve çeviri de buna göre yapılmıştır.

31. [Ve] imana erişen kullarıma da söyle, hiçbir pazarlığın, dostluğun-arkadaşlığın olmayacağı (44) o Gün gelip çatmadan önce, salâtta devamlı ve duyarlı olsunlar; kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden [Bizim yolumuzda] gizli açık harcasınlar. (45)

44 - Bkz. 2. sure, 4. not.

45 - Karş. 2:254. Râzî'nin kaydettiğine göre dilbilimci Ebû ‘Ubeyde'ye göre, bey‘ ("alış veriş" ya da "pazarlık") tabiri, burada, mecazî olarak "fidye [alıp verme]" anlamına gelmektedir ki Kur'an bunun Hesap Günü'nde kimseden kabul edilmeyeceğini sık sık belirtmektedir (karş. 3:91 ve ilgili 71. not; ayrıca 5:36, 10:54, 13:18, 39:47 ve 70:11-15); hilâl'in (Ebû ‘Ubeyde'ye göre, bu anlam örgüsü içinde, muhâle, yani "karşılıklı dostluk, arkadaşlık" terimiyle eş anlamlıdır) olmayışı ise, Hesap Günü'nde aracılığın, kayırıcılığın iş görmeyeceğini göstermektedir; çünkü "İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi" (6:94).

32. [Ve hatırlayın ki] Allah'tır gökleri ve yeri yoktan var eden; gökten su indirip onunla size rızık olsun diye ürünler çıkaran; bağlı kıldığı yasalar uyarınca denizde seyretmek üzere gemileri hizmetinize veren; ve sizi nehirlerden yararlandıran;
33. ve her ikisi de kendi yörüngelerinde seyreden güneşi ve ayı sizin [yararlanmanız] için [koyduğu yasalara] bağlı kılan; ve gece ile gündüzü [yine] sizin [yararlanmanız] için [koyduğu yasalara] bağlı tutan. (46)

46 - Hemen bütün müfessirler, Allah'ın eşyayı ve tabii güçleri insana "baş eğdirmiş" ya da onun "hizmetine vermiş" olmasının onlardan süreklilik içinde yararlanmasını sağlamış olması anlamında bir mecâz olduğu görüşünde birleşmiştirler. Bizim yukarıdaki açıklayıcı ilavelerimiz de bu görüşe dayanmaktadır. Yine aynı anlamda, gecenin ve gündüzün "sizin için" (yani insanlar için) yaratılmış olduğu hususu 10:67, 27:86 ya da 40:61'de geçmektedir.

34. Ve size kendisinden isteyebileceğiniz her türlü şeyden [bazısını] (47) veren O'dur; (öyle ki) Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. [Yine de] insanoğlu zulmünde pek ısrarlı, nankörlüğünde pek inatçıdır!

47 - Yani, insanın bütünüyle hayrına ya da yararına olacağı, ancak sınırsız ilim ve hikmet sahibi Allah tarafından öngörülen hususlarda Allah kullarının her istediğini karşılamaktadır; "isteyebileceğiniz her türlü şeyden" ibaresinin başında yer alan min (lafzen, "...den", fakat bu anlam örgüsü içinde, "...den bazısı") edatının ayetin anlamına olan etkisi bu yöndedir.

35. HANİ, İbrahim: "Ey Rabbim!" demişti, (48) "Bu beldeyi emin kıl; (49) beni ve çocuklarımı putlara (50) tapmaktan ebediyyen uzak tut!

48 - Bu bölümün tamamı (35-41. ayetler) -ki surenin ismi de bu bölümden mülhemdir- kelimenin en derin anlamıyla doğruluğun ya da selametin insana açık tek yolunun, Hz. İbrahim'in duasında dile getirilen tevhid yolu (yani, Allah'ın varlığını, birliğini ve biricikliğini tanımak ve buna bağlı olarak, tanrılığında O'na eş ve ortak olduğu vehmedilen "diğer güçleri" (karş. yukarıda 30. ayet) bu asılsız nitelikleriyle reddetmek) olduğunu vurgulayan bir ara bölüm, bir parantez içi hatırlatma durumundadır. Hz. İbrahim'in bu duası, ayrıca, Allah'ın sınırsız nimetinin farkında olup, şükranlarını dile getiren birinin duası olduğuna göre, kendinden önceki 34. ayetle sonraki 42. ayeti de birbirine bağlamaktadır.

49 - Yani, Kâbe'nin bulunduğu beldeyi (bkz. 2. sure, 102. not) ve özellikle Mekke'yi.

50 - "Putlar" (esnâm, tekili sanem) terimi sadece, düzmece "ilahları" temsilen yapılmış biçimsel ve somut nesneleri ifade etmez: Çünkü, Allah'tan başka şeylere ya da kimselere ilahî güç ya da nitelikler yakıştırmak anlamına gelen şirk hali, Râzî'nin belirtiği gibi, "bir sonucun tezahürü sırasında karşılaşılan sebep, vesile ve vasıta türünden -örn. zenginlik, nüfûz, şans, itibar vb.- şeylere" tapınma duygusu içinde yönelmek ya da değer vermek şeklinde de olabilir; oysa gerçek tevhid inancı (et-tevhîdu'l-mahz) insanın bu kabil haricî sebep ve vasıtalara karşı kendini her türlü içsel bağlanmalardan arındırıp Allah'tan başka olaylara yön veren gerçek hiçbir gücün mevcut olmadığına tam olarak kanaat getirmesi demektir.

36. Çünkü, ey Rabbim, bu [tapınma nesneleri] gerçekten, insanlardan pek çoğunu yoldan çıkardı!"Bunun içindir ki, [yalnızca tebliğ ettiğim dinde] bana uyan kimse gerçekten bendendir; (51) bana baş kaldırana gelince, şüphesiz Sen çok acıyan, esirgeyen gerçek bağışlayıcısın!

51 - Böylece Hz. İbrahim, soyundan gelen günahkarlar hakkında Allah'ın (2:124'de) verdiği hükmü kabul ediyor.

37. "Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını ekilebilir toprağı olmayan bir vadiye, (52) Senin kutsal evinin yakınına yerleştirdim ki, ey Rabbimiz, salâtı devamlılık ve duyarlılık içinde yerine getirsinler; öyleyse, insanların kalplerini onlara doğru meylettir; (53) ve onlara verimli, bereketli rızıklar bahşet ki şükretsinler.

52 - Yani, Mekke'nin çıplak, kayalık tepelerle çevrili dar ve çorak vadisi. "Soyumdan bazıları" ifadesiyle Hz. İbrahim, Hz. İsmail'i ve o'nun soyundan gelen Mekke sakinlerini kasdediyor.

53 - Yani, insanları, hac dolayısıyla Mekke'yi ziyaret etmekte ve oranın sakinlerinin bu kutsal ama çorak beldede geçinmelerini kolaylaştıracak yönde yardımcı olmakta istekli kıl. Ef'ideten mine'n-nâs ifadesi "insanlardan bazılarının kalpleri" şeklinde de anlaşılabilir ki, bu durumda, bu ifadeden "müminlerin kalpleri" anlamı çıkarılabilir (Beğavî, Râzî, İbni Kesîr).

38. "Ey Rabbimiz! Şüphesiz, gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilen Sensin: Çünkü yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz."
39. "En içten övgüler, kocamış halimle bana İsmail ile İshâk'ı armağan eden Allah'a özgüdür! Duaları, yakarışları işiten elbette benim Rabbimdir:
40. [O halde] Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelen insanları salâtta devamlı ve duyarlı kıl! (54) "Ve, ey Rabbimiz, bu duamı kabul buyur:

54 - Yani, deyimsel olarak, "bütünüyle sana karşı teslimiyet ve yönelme tavrı içinde tut". Zürriyyetî ("soyumdan gelenler") sözcüğünden önce gelen min "...den [kimileri]" edatı, Hz. İbrahim'in soyundan gelenler hakkındaki isteğine karşı Allah'ın 2:124'de "zalimler Benim sözümü/ahdimi hak edemez" ya da "Benim sözüm zalimleri kapsamaz" şeklindeki cevabına ilişkin açık bir atıf teşkil etmektedir. Bununla Hz. İbrahim'e, soyundan gelen herkesin müslim ve salih olmayacağı ve dolayısıyla kimsenin, sırf Allah'ın şu ya da bu rasûlunün soyundan geliyor diye, "seçilmiş insanlar" sınıfından olduğu iddiasıyla ortaya çıkamayacağı hususu hatırlatılmaktadır. Bu ifade, sadece Hz. İbrahim'in Hz. İshâk kolundan gelen İsrailoğulları ile Hz. İsmail kolundan gelen Arapları ve bunların içinde de özellikle Kureyşlileri değil, kendisi de Kureyş kabilesine mensup olan Son Peygamber Muhammed (s)'in soyundan gelen zalim kimseleri de işaret etmektedir.

41. Rabbimiz! Hesabın görüleceği Gün, beni, anamı-babamı ve bütün müminleri bağışla!"
42. SAKIN, Allah'ı zalimlerin edip-eylediği şeylerden habersiz sanma; O sadece, onlara, gözlerin dehşetle bakakalacağı Gün'e kadar zaman tanımaktadır. (55)

55 - Bu ayet, Hz. İbrahim'in duasının son cümlesiyle, yani, o'nun "Hesabın görüleceği Gün"e ilişkin sözleriyle bağlantılıdır. Burada sözkonusu edilen zalimler, "Allah'a eş ya da ortak olan başka güçlerin mevcudiyetine" inanmak zilletine düşen (karş. yukarıda 30. ayet) ve dolayısıyla affedilmez şirk günahını işleyen kimselerdir. "Zaman tanıma" ya da "erteleme" ifadesi hk. bkz. 11:20'nin ilk cümlesi ve ilgili 39. not.

43. O Gün onlar, başları [bir medet ararcasına] yukarı kalkık, bakışları kendi hallerini göremeyecek kadar çarpılmış, (56) ve kalpleri bomboş, oradan oraya koşuşup dururlar.

56 - Lafzen, "bakışları kendilerine dönmez/dönmeyecek".

44. Bunun içindir ki, insanları, azabın başlarına geleceği Gün için uyar; o Gün ki, zulmedenler: "Ey Rabbimiz!" derler, "Bize kısa bir süre daha ver ki Senin çağrına icabet edelim; Senin elçilerine uyup peşlerinden gidelim!" (57) [Fakat Allah da onlara:] "Siz bir vakitler kıyamet gibi, ceza gibi bir şeyin sizin için sözkonusu olmadığına (58) yemin edip durmuyor muydunuz?" [diye karşılık verecektir].

57 - Karş. 6:27.

58 - Lafzen, "sizin için herhangi bir düşüşün [veya "yıkımın"] olmadığına" -yani, bu dünya hayatından, günahkarların hak ettikleri cezayı bulacakları bir ahiret hayatına geçişin vuku bulmayacağına: Kur'an'da sıkça dile getirilen, ölümden sonrasına ve dolayısıyla Allah'ın nihaî yargılamasına karşı pek çoklarının gösterdiği inkarcı tavıra ilişkin bir atıf.

45. "Üstelik, [sizden önce] kendilerine yazık edenlerin [bir vakitler] yaşamış oldukları yerlerde yaşıyordunuz (59) ve onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı; ve size [günahkarların başlarına gelenler hakkında, kıyamet ve ceza hakkında] pek çok misaller (60) de vermiştik".

59 - Yani, "siz de, tüm ahlakî değerlere karşı çıkan ve böylece kendi felaketlerini hazırlayan önceki nesillerle aynı dünyada ve temel nitelikleri bakımından aynı beşerî çevre ve koşullarda yaşadınız: Bunun içindir ki, onların trajik sonları sizin için bir uyarı, bir ders olmalıydı".

60 - Lafzen, "misaller/meseller", yani, kıyamet fikrini, Allah'ın nihaî yargılaması fikrini yansıtmak, anlatmak üzere Kur'an'da yer verilen meseller, benzetmeler (Râzî). Ayrıca bkz. yukarıda 37. not.

46. [Hal böyleyken,] onlar yine de, çürük ve asılsız tasarımlara dayanan oyunlarını oynamaya devam etmekteler; (61) oysa, onların bütün oyunları, bütün düzenleri Allah'ın bilgisi içindedir. [Kafirler hakikat karşısında asla başarıya ulaşamazlar] velev ki bu oyunları dağları yerinden oynatacak kadar [yetkince kurgulanmış veyahut güçlü kuvvetli] olsun.

61 - Lafzen, "oyunlarını/düzenlerini kurdular", yani, Allah'la beraber başka tanrısal güçlerin de mevcudiyetine inandılar, düzmece tanrılar uydurdular: Taberî'nin bu ayete ilişkin uzun yorumlarının sonlarına doğru verdiği açıklama bu yöndedir. Bizim mekr terimi için, bu anlam örgüsü içinde verdiğimiz "asılsız tasarımlara dayanan oyun/düzen" şeklindeki karşılık için bkz. 13. sure, 62. not.

47. BUNUN içindir ki, sakın, Allah'ın, elçilerine verdiği sözden döneceğini sanma; (62) çünkü, mutlak öc alıcı kudreti elinde tutan en yüce iktidar sahibi elbette Allah'tır!

62 - Yani, Kıyamete ve Hesap Günü'ndeki ceza ve mükafata ilişkin vaadden. Bu, özellikle, dünyadaki hayatları sırasında zalimlere zaman zaman verilen "mühlet"le alakalıdır (karş. yukarıda 42. ayet).

48. Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği (63) ve [bütün insanların] var olan her şeyin üstünde hükümran olan O Tek İlah'ın, Allah'ın huzuruna çıkacakları Gün [O'nun sözü gerçekleşecektir].

63 - Bu ifade, Kıyamet Günü'nde vuku bulacak olan ve bütün tabii olguları ve dolayısıyla bilinen tüm evreni içine alacak olan toplu ve kökten değişime ilişkin bir îma durumundadır (karş. 20:105-107 ve ilgili 90. not). Bu değişim mahiyeti itibariyle insanın tanıyıp bildiği ya da tasavvur edebildiği şeylerin ötesinde olduğu için, sonraki iki ayette de, başka yerlerde de, Kıyamet Günü'nde neler olacağına dair Kur'ânî tasvirlerin hepsi, kaçınılmaz olarak, temsîlî terimlerle ifade edilmiştir; aynı şey, ahirette insanın başına gelecek olan iyi ya da kötü hallerin tasviri için de geçerlidir. (Karş. Kur'an'da sıkça geçen "mesel" terimiyle ilgili yukarıda 37. not.)

49. O Gün, bütün suçluları zincirlerle, bukağılarla birbirlerine bağlanmış olarak göreceksin, (64)

64 - Bu bölümle ilgili açıklamasında Râzî, günahkarların "bukağılarla/zincirlerle birbirlerine bağlı" olacaklarına dair ifadenin, günahkarların kendi kötü eylem ve temayüllerini ve sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Kanaatimizce bu ifade aynı zamanda, her kötü eylemin yeryüzünde zincirleme bir reaksiyonu harekete geçirdiğini, her kötülüğün, kaçınılmaz olarak ardından bir başka kötülüğü davet ettiği gerçeğini de dile getirmektedir.

50. giysileri katrandan olacak ve yüzlerini ateş bürüyecek. (65)

65 - Râzî'ye göre "katrandan (katirân) giysiler" ifadesiyle "ateşle bürünmüş yüzler" ifadesi, Hesap Günü'nde günahkar ruhları kaplıyacak olan anlatılmaz acıları, yakıcı, dondurucu korkuları dile getiren mecazî ifadelerdir. (Keza bkz. 73. sure, 7. not.)

51. [Bütün bunlar,] Allah herkese [hayatta] elde ettiği şeyle karşılık vereceği için [böyle]dir. Gerçekten de, hesapta çabuk olan Allah'tır!
52. BÜTÜN insanlığa bir mesajdır bu. Öyleyse artık onunla uyarı bulsunlar; ve bilsinler ki, Tek İlah O'dur; ve sağduyu sahipleri de bunu akıllarında tutsunlar!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: