Meal Seç / Sure Seç

Nahl Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

16 - Nahl
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hemen bütün kaynaklara göre (İtkân da dahil), bu sure Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden birkaç ay önce vahyedilmiştir. Bazı müfessirler surenin son üç ayetinin Medine dönemine ait olduğunu savunmuşlarsa da, yorumlara dayanan bu görüşü doğrulayan herhangi bir delil, bir belge yoktur. Surenin ismi, ya da daha doğru bir deyişle, surenin tâ Hz. Peygamber zamanından beri özdeşleştirildiği anahtar sözcük, 68-69. ayetlerde, Allah'ın yaratıcı aksiyonunun, O'nun arıya verdiği içgüdü ya da sevk-i tabiilerde kendini gösteren harikulade örneğine ilişkin göndermeye dayanmaktadır. Gerçekten de surenin konusunu, daha çok, Allah'ın üstün bir amaçlılık gösteren yaratıcı aksiyonunun, yaratıcı etkinliğinin açıklığı teşkil etmektedir. Bu öyle bir etkinliktir ki, 90. ayette hulasa edildiği gibi, O'nun vahyettiği mesajlarla insana bahşettiği hidayet ve rehberlik olgusunda doruğuna ulaşır: "Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı buyuruyor; utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı yasaklıyor."
1. ALLAH'IN buyruğu [mutlaka] yerine gelecektir: öyleyse artık onun tez gelmesini istemeyin! (1) O, sınırsız kudret ve kemaliyle, insanların tanrısal nitelikler yakıştırarak kendisine ortak koştukları her şeyden, herkesten üstündür, yücedir!

1 - İnanmayanların şüpheci ve meydan okuyucu sorgulamalarına ya da tecessüslerine ilişkin bu îma hk. bkz. 6:57-58, 8:32; 10:50-51 ve ilgili notlar.

2. O (ki,) kullarından dilediğine: "[bütün insanları] uyarın ki, Benden başka tanrı yok, öyleyse Bana karşı kendinizi uyanık bir bilinç ve duyarlık içinde tutun!" buyruğunu ulaştırmaları için melekleri vahiyle (2) indirir.

2 - Rûh (lafzen, "ruh", "can" ya da "hayat soluğu") terimi Kur'an'da daha çok "ilham/esin" -ve özellikle de "vahiy"- anlamında kullanılıyor; çünkü, Zemahşerî'nin hem yukarıdaki ayetle, hem de 42:52'nin ilk cümlesiyle ilgili olarak belirttiği gibi, "vahiy, bilgisizken ölü [gibi] olan kalbe hayat vermektedir; canın bedendeki işlevi neyse din konusunda da vahyin işlevi odur". Aynı konuda Râzî de benzer bir açıklama yapmıştır. Rûh teriminin bu anlamında ilk kullanıldığı ayet 97:4'dür.

3. O (ki,) gökleri ve yeri [içsel] bir gerçeklik, (şaşmaz bir düzen) üzere yaratmıştır; (3) insanların tanrısal nitelikler yakıştırarak kendisine ortak koştukları her şeyin, herkesin üstünde, ötesindedir O. (4)

3 - Yani, yalnızca kendisince bilinen bir anlam ve amaca uygun olarak. Ayrıca, bkz. 10:5 ve bilhassa ilgili 11. not.

4 - Birinci ayetin bir parçasının bu tekrarı, Allah'ın birliğine, eşsiz-ortaksız oluşuna ve yaratıcı kudretine dikkat çekmek içindir.

4. O, insanı [sadece] bir sperm damlasından yarattı; ama yeri gelince, bu aynı yaratık, düşünme ve karşı çıkma gücüyle donatılmış olduğunu hemen ortaya koyuyor! (5)

5 - Lafzen, "yeri gelince, nasıl açık bir hasım, bir muarız olabiliyor!" Zemahşerî'ye ve Râzî'ye göre, yukarıdaki ibare iki şekilde yorumlanmaya müsaittir. Zemahşerî'nin sözleriyle: "Birinci yorum: [sadece] bir sperm/döl-suyu damlasından, bilinç (idrak) ve hareket yeteneğinden yoksun fiziksel bir zerreden yola çıkarak varoluş âlemine yükselen insan, sonunda, [herhangi bir teklifin yanında ya da karşısında yer alarak] kendi lehinde fikir istihsal edebilen, cüret ya da cesaretle tartışmaya girebilen ve iddia ya da görüşlerini açıkça ifade edebilen yüksek tasavvur ve ifade gücüne sahip (mintîk) bir varlık haline gelir; bu olguda Allah'ın yaratıcı kudretinin bir tezahürü kendini göstermektedir. Öteki yorum: insan, kendi Rabbini, yaratıcısını tanımaya yanaşmamakla Rabbine karşı bir muhalif, bir muarız, bir hasım olmaya yatkın olduğunu göstermektedir". Râzî, kesin tercihini bu iki yorumdan ilki lehinde koyarken sebep olarak, "Çünkü" diyor, "yukarıdaki ayetler, insanların dikbaşlılığına, küfre ve nankörlüğe olan yatkınlıklarına değil, öncelikle mutlak bilgi ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığını ortaya koyan bir olguya dikkat çekmek maksadına matuftur". Bununla birlikte, oldukça erken bir dönemde vahyedilen 36:77-78'i gözönünde bulundurarak, biz yukarıdaki iki yorumun karşılıklı olarak birbirini nakzetmeyen, tersine birbirini tamamlayan yorumlar olduğu kanaatindeyiz; çünkü yukarıdaki ayet, madem ki akıl sahibi bir varlık olarak insanın mümeyyiz (ayırıcı) vasfını ortaya koyuyor; o halde, bu vasfın onu yüksek erdem ve başarılara götürebildiği gibi, bütünüyle sapıklığa, azgınlığa sürükleyebildiği gerçeğini de, ayetin işaret ettiği anlam alanı içinde düşünmek zorundayız. Bu derin ve vecîz ibarenin çevirisi için benimsediğimiz serbest aktarım da bu düşünceye dayanmaktadır.

5. Ve evcil hayvanları da yarattı O: o hayvanlar ki, kendilerinden, pek çok yararları yanında, sizi ısıtan giysiler, besleyen yiyecekler elde ediyorsunuz:
6. akşam eve getirirken, sabah otlağa çıkarırken onlarda bir güzellik bulursunuz.
7. Kendinizi büyük sıkıntılara sokmadan varamayacağınız nice yerlere yükünüzü onlar taşır. Rabbiniz gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir.
8. Ve binmeniz için atları, katırları, merkepleri, (hayatı süsleyen) nakışlar, bezekler olarak O yarattı; O, bilmediğiniz daha neler neler yaratmaktadır. (6)

6 - Yahluku muzari‘ (şimdiki zaman) fiil çekimi, burada, önceki ayetlerde geçen haleka mazî (geçmiş zaman) çekimiyle bir kontrast oluşturacak biçimde geniş zaman ("yaratır") anlamı vermektedir. Allah'ın sürekli yaratmasına ilişkin bu atıf, tabii nakil vasıtalarının (yani, bu maksat için insan tarafından evcilleştirilen hayvanların) bahsinden hemen sonra geldiği için, belli ki, aynı kategoriden ama henüz bilinmeyen başka şeylere: yani, insan zekasına kazandırdığı icat yeteneği yoluyla Allah'ın yaratmakta devam edeceği yeni yeni ulaşım araçlarına işaret etmektedir (karş. 36:42). Uygarlık tarihinin birbirini izleyen her safhası, ulaşım araçları alanında önceden hayal bile edilemeyen yeni yeni buluşlar gözönüne koyduğuna göre, "bilmediğiniz daha neler yaratacaktır" yolundaki Kur'ânî ifade insanlık tarihinin -geçmiş, şimdi ve gelecek- her dönemi için geçerlidir.

9. Ve [sizin yaratıcınız O olduğu için] size yolun doğrusunu göstermek de Allah'a düşer; (7) çünkü o yoldan sapıp da yolunu kaybeden [çok insan] var. Oysa, Allah dileseydi sizin hepinizi doğru yola çıkarırdı. (8)

7 - Lafzen, "yolun varacağı yer[i göstermek] Allah'a düşer" yani, "doğru yol" kavramıyla kasdedilen manevî ve ahlakî hedeflerin tayini "Allah'a özgüdür" ya da "Allah'a düşer" (‘alallâh) ifadesi, son tahlilde, 6:12 ve 54'deki "O kendisi için rahmeti ilke edinmiştir" ifadesiyle benzer bir içerik taşımaktadır; bir başka deyişle Allah, istisna gözetmeden, onu izlemeye niyetli ve gayretli herkese doğru yolu gösterir.

8 - Ahlak kavramı, Allah'ın insana bahşettiği iyiyle kötü arasında seçim yapma serbestisiyle doğrudan bağlantılı olduğu için, Allah hidayet bulmak konusunda insanı zor altında bırakmaz; gösterir ve uyarır ama onu benimsemeyi ya da reddetmeyi insana bırakır.

10. O'dur gökten suyu indiren; öyle ki, hem siz içersiniz o sudan, hem de, hayvanlarınızı otlattığınız çayır çimen;
11. onunla Allah sizin için ekin(ler), zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türden (daha) nice ürünler bitirmektedir: dikkat edin, bütün bunlarda, düşünen insanlar için mutlaka bir ders vardır!
12. Ve geceyi gündüzü sizin [yararlanmanız] için [koyduğu yasalara] boyun eğdirmiştir (9) O; güneş ve ay ve bütün yıldızlar, hepsi O'nun buyruğuna boyun eğmişlerdir: dikkat edin, bütün bunlarda, şüphesiz, aklını kullanan kimseler için çıkarılacak dersler vardır!

9 - Bkz. 14:33 ve ilgili 46. not.

13. Ve sizin için yeryüzünde yarattığı bütün o rengarenk [güzel] şeyler: işte bunlarda da anıp da hatırda tutmasını bilen kimseler için elbette çıkarılacak bir ders/bir mesaj vardır!
14. Ve yemek için taze et, takınmak için değerli taşlar çıkarasınız diye denizi; ve denizin üstünde suları yararak yol aldığını gördüğünüz (10) gemileri, O'nun cömertliğinden belki bir pay ararsınız ve şükredersiniz diye [koyduğu tabii yasalara] bağlı kılan O'dur.

10 - Lafzen, "gördüğün".

15. Ve sizi sarsmasın diye arza yerinden oynatılmaz dağlar; (11) ve yolunuzu bulasınız diye nehirler yollar yerleştirdi;

11 - Bu ifade, öyle görünüyor ki, dağların, oluşumlarını yer kabuğunun maruz olduğu tedricî dengelenme ameliyesine (process) borçlu olduğunu îma ediyor. Sözkonusu ameliye, arzın yüzeyinden, muhtemelen mağmadan (ergime halinde madde) ve belki de gazlardan oluşan arzın merkezine doğru ilerleyen soğuma ve katılaşmadan ileri gelen tazyik ve sıkışmaların sonucudur. Öyle görünüyor ki, iç kısımda bulunan bu sıvı-gaz karışımı, ancak yukarıdaki tabakaların, katı kütlelerin -ki bunların en göze çarpan kısmını dağlar meydana getirmektedir- muazzam basıncıyla dengede tutulmaktadır. Bu olgu, 78:7'de dağları "direk" ya da "destek" (evtâd) olarak, yani, arzın jeolojik süreçler içinde tedrîcen kazandığı izafî denge ve mukavemetin sembolü olarak tanımlayan Kur'ânî atıfın da açıklaması durumundadır. Bu denge, yer sarsıntıları ve volkanik patlamaların gösterdiği gibi, mutlak bir denge olmamakla birlikte, yine de arz üzerinde hayatın devamına imkan veren şey, yer altındaki akıcı ama kararsız tabakalara karşı direnç gösteren katı yer kabuğunun varlığıdır. Kanaatimizce, hem yukarıdaki ayette, hem de 21:31 ile 31:10'da geçen "sizi sarsmasın (ya da "onları sarsmasın") diye" ifadesiyle anlatılmak istenen de budur.

16. ve daha [nice] işaretler: (söz gelimi) yıldızlar (ki, onlar)la da insanlar yollarını bulmaktadırlar. (12)

12 - Lafzen, "yollarını bulurlar". Bu pasaj, 4. ayette doğrudan, hem 8. ayetin son cümlesinde, hem de 14. ayette de dolaylı olarak temas edilen konuya ince bir tarzda dönüş yaparak Allah'ın insana bahşettiği nimete, rahmete ilişkin önceki tanımlamayı tamamlayıcı yönde, insanın zihinsel kapasitesinin, yani Allah'ın ona bahşettiği en büyük nimetin anlam ve önemine dikkat çekiyor. (Bu husus hk. bkz. yukarıda 5. not; ayrıca 2:30-33'de beyan edilen, insanın yaratılışıyla ilgili temsîl.)

17. O HALDE, (düşünün, bütün bunları) yaratan (Allah), hiçbir şey yaratamayan herhangi bir [varlıkla] kıyaslanabilir mi? Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?
18. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, asla böyle bir işin altından kalkamazsınız!Gerçek şu ki, çok acıyan çok esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette Allah'tır;
19. Çünkü neyi ki gizliyor ve neyi ki açığa vuruyorsanız, hepsini bilen Allah'tır.
20. Allah'tan başka o yalvarıp yakardıklarınıza (13) gelince -bunların kendileri yaratılmış varlıklar olduklarına göre- hiçbir şey yaratamazlar;

13 - Lafzen, "çağırdıklarına": bu ifadeyle, aşağıda 21. ayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, ardılları tarafından kendilerine tanrısal ya da yarı-tanrısal nitelikler yakıştırılan ölmüş kimseler, azîzler, velîler işaret edilmektedir.

21. hayatı hiç tatmamış ölülerdir (14) onlar; ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.

14 - Karş. 7:191-194.

22. Sizin tanrınız Tek Tanrıdır; ne var ki, ahirete inanmayanların kalpleri bu [gerçeği], boş bir kibir yüzünden, kabule yanaşmıyor. (15)

15 - Yani, insanın bütünüyle bu eşsiz-ortaksız ilaha kulluk yapması gerektiği, nihaî anlamda ancak O'na karşı sorumlu olduğu fikrini kabul edemeyecek kadar küstah ve kibirliler.

23. Hiç kuşkusuz, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah tastamam bilmektedir: kesin olan şu ki O, kendini büyüklük duygusuna kaptıranları asla sevmez!
24. Böylelerine: "Rabbiniz ne indirdi!" diye sorulsa, "Eskilerin masallarını/efsanelerini!" (16) derler.

16 - Zımnen, "bu bize tebliğ edilen, ilahî bir mesaj, bir vahiy değil" (karş. 8:21).

25. Böyle yapmakla, (17) Kıyamet Günü'nde kendi günahlarının yükünü bütünüyle, yoldan çıkardıkları bilgisiz kimselerin (18) yükünü de kısmen üzerlerine almış olurlar. Bir bilseniz, bu yüklendikleri ne kötü bir yüktür!

17 - Li-yahmilû fiilinin başındaki li ön eki, Râzî'nin de belirttiği gibi, burada gramercilerin lâmu'l-‘âkibe dedikleri türden olup, sadece nedensel peşpeşelik (âkibet) ifade etmektedir; bu durumda ya bağ edatı "ve" ile ya da yukarıdaki ifade akışı içinde, "böylece" zarfıyla tercüme edilebilir.

18 - Lafzen, "[doğrunun ne olduğunu] bilmeden yoldan çıkardıkları kimseler." Zemahşerî'ye göre burada sonrakilerin (yani, sapanların) bilgi ya da anlayış eksikliğine işaret edilmektedir.

26. Onlardan önce gelip geçenler de birtakım zındıkça düzenler kurmuşlardı; (19) ama işte, Allah onların kurduğu yapıları (20) temellerinden çökertti; öyle ki, tavanları başlarına yıkıldı (21) ve nereden geldiğini daha anlamadan azap apansız yakalayıverdi onları.

19 - Lafzen, "düzen kurdular" (mekera): yani, ilahî mesajı "eskilerin masalları" diye tanımlayarak; Allah'ın varlığını, birliğini, eşsiz-ortaksız oluşunu tanımayı reddederek zındıklık yaptılar.

20 - Lafzen, "onların yapılarını" (bkz. sonraki not).

21 - Bu, açıktır ki, şirk ve kibir tavrıyla ortaya konulan -hem bireysel, hem de toplumsal- her türlü çaba ve faaliyetin bütünüyle boş ve geçici olduğuna işaret eden mecazî bir ifadedir (Râzî).

27. Sonra Kıyamet Günü'nde [Allah], "Hani nerede, o uğruna [doğru yoldan] ayrı düştüğünüz (22) düzmece tanrılarınız!" (23) diyerek onları[n hepsini] rüsvây edecektir. (24)Kendilerine [dünya hayatında] bilgi verilmiş olanlar: (25) "Bugün" diyecekler, "rüsvâylık da, bedbahtlık da hakkı inkar edenler içindir;

22 - Yahut: "uğruna çekiştiğiniz". Bu konuda bkz. 8. sure, 16. not.

23 - Lafzen, "Bana ortak koştuğunuz şeyler". Şerîk (çoğulu şürekâ') teriminin, inançla ilgili olarak Kur'an dilinde ifade ettiği anlam hk. bkz. 6. sure, 15. not.

24 - Yani, netice olarak ve her bakımdan -çünkü, "ancak Kıyamet Günü, yaptıklarınızın karşılığı tam olarak ödenecektir" (3:185). Hum (onları) zamiri sadece ara-sözle işaret edilen gelmiş geçmiş günahkarları değil, fakat 22-25. ayetlerde söz edilenleri de îma ettiğinden, çeviride "hepsini" sözcüğüyle açıklayıcı bir ilave yapma gereğini duyduk.

25 - Yani: Allah'ın peygamberler aracılığıyla insanlığa teklif ettiği doğru yol bilgisinden yararlanmış olanlar.

28. onlar ki, kendi kendilerine zulüm hali içindeyken melekler canlarını almıştı!"Böyleleri nihayet [hesap vermeye çağırıldıklarında]: "Kötü bir şey yapma[k isteme]miştik biz!" (26) [diyerek] boyun eğme tavrı takınacaklar.[Fakat onlara;] "Hayır!" [diye karşılık verilecek,] "Muhakkak ki, yapıp-ettiğiniz her şeyi Allah eksiksiz biliyor! (27)

26 - Karş. 6:23 ve ilgili not; ayrıca 2:11.

27 - Zımnen, "ve sizi, bunları yaparken güttüğünüz amaçlara göre yargılayacaktır". Allah'ın vahyedilmiş mesajlar yoluyla teklif ettiği doğru yol bilgisini, büyüklük duygusu içinde bilerek hafife alıp "eskilerin masalları" diyerek (bkz. yukarıda 22-24. ayetler) bir kenara attıkları gözönünde bulundurularak, böylelerinin bilmezlikten gelmelerinin, hakikatten habersiz olduklarını ileri sürmelerinin kâle alınmayacağını îma eden bir ifade.

29. Haydi, girin kapılarından bakalım, içinde kalıp duracağınız cehennemin!" Gerçekten de, ne kötü olacak (o Gün), kendilerini boş yere büyüklük duygusuna kaptırmış olanların düştüğü durum!
30. Ama Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" diye sorulduğunda, onlar: "Katıksız iyiliği!" diye cevap verirler.İyilikte devamlı olanlar bu dünyada iyilik (28) bulacaklardır; böylelerinin öte dünyada tutacakları yurt çok daha hayırlı olacaktır. Ne güzel bir yurt, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yurdu!

28 - Bu anlam örgüsü içinde "iyilik" (hasene) terimi, ister istemez, maddî bir iyiliği ya da yararı değil, daha çok Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımanın verdiği manevî doyum ve huzur duygusunu işaret etmektedir.

31. İçlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı ebedî mutluluk, esenlik bahçelerine girecekler ve orada gönüllerinin çektiği her şeyi bulabilecekler.Allah, Kendisine sorumluluk bilinciyle bağlananları işte böyle ödüllendirecektir.
32. Onlar ki, bir arınmışlık hali içindeyken melekler, "Size selâm olsun, [hayattayken] yaptıklarınızdan ötürü girin cennete!" diyerek canlarını alırlar.
33. [HAKKI inkar edenler] yalnızca meleklerin kendilerine görünmesini ya da Allah'ın nihaî yargısının gerçekleşmesini mi bekliyorlar? (29)Onlardan önce gelip geçen [günahkar] toplumlar da böyle yaptı; ve [helak edildikleri zaman] onlara zulmeden Allah değildi; tersine onlar kendi kendilerine zulmettiler:

29 - Lafzen, "meleklerin kendilerine gelmesini, yahut Allah'ın hükmünün (emr) gelmesini mi bekliyorlar?" -yani, Kıyamet Günü'nü mü bekliyorlar? Bu pasajın tam olarak ne anlama geldiği, bu sureyle aynı dönemde vahyedilmiş olan 6:158'de ortaya konmaktadır.

34. Öyle ki, işledikleri kötülükler kendi başlarına yıkılmış, alay edip durdukları şey onları çepeçevre kuşatmıştı. (30)

30 - Bkz. 6:10 ve ilgili not. Benzer cümleler Kur'an'da pek çok yerde, hep ilahî mesaja karşı inanmayanların alaycı tavrına dikkat çeken, onmaz günahkarları bekleyen ilahî azabı haber veren bir mesaj ortaya koymaktadırlar. Çoğu yerde olduğu gibi, burada da Kur'an işaret etmektedir ki, "ceza" ya da "azap" (‘azâb), bile bile işlenen hata ve günahların doğal ve kaçınılmaz bir sonucundan başka bir şey değildir: bunun içindir ki, günah işleyen kişi, böyle yapmakla kendi ruhanî ya da manevî bütünlüğünü tehlikeye attığına göre, aslında "kendi kendine zulmediyor" yahut "kendi kendine haksızlık yapıyor" demektir ve bunun sonucuna da katlanması, hak ettiği azabı ya da cezayı çekmesi gerekir.

35. Allah'tan başkalarına tanrısal nitelikler yakıştıran kimseler: "Eğer Allah dileseydi," diyorlar, "ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiçbir şeye kulluk etmez, O'nun buyruğu hilafına (31) hiçbir şeyi yasaklamazdık."Onlardan önce gelip geçen [inkarcılar] da tıpkı böyle demişlerdi; peki, bu durumda elçilere, [kendilerine indirilen mesajı] açık açık bildirmekten başka ne düşer? (32)

31 - Lafzen, "O'ndan başkasının buyruğuyla". Bu açıdan bkz. 6:148 ve ilgili 141. not. (Zikredilen ayette de, yukarıdaki ayette de işaret edilen keyfî ve haksız yasaklama ve tabulara 6:136-153'de temas edilmekte ve ilgili notlarımızda açıklanmış bulunmaktadır.) Hakkı inkar edenlerin Allah'ın mesajlarına karşı takındıkları alaycı tavır, onların, Allah'ın insana bahşettiği serbest iradeyi, yani her türlü ahlakî tutumun temeli olan iyiyle kötü, doğruyla eğri arasında seçim yapabilme yetisini, yukarıda görüldüğü gibi, tartışma konusu yapmalarında da kendini göstermektedir.

32 - Yani, elçiler kimseyi doğru yolu seçmeye zorlayamazlar.

36. Gerçek şu ki, Biz her toplumun içinden, (33) "Allah'a kulluk edin, şer güçlerden kaçının!" (34) [mesajıyla gönderdiğimiz] bir elçi çıkardık.O [geçmiş nesil]lerden bir kısmını Allah hidayetiyle doğru yola yöneltti; (35) bir kısmı da sapıklık içinde bırakılmaya müstehak oldular: (36) O halde, şimdi, yeryüzünde dolaşın ve hakkı yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!

33 - Yahut: "her çağda", çünkü ümmet terimi bu anlamı da taşımaktadır. En geniş anlamıyla, terim burada "uygarlık" ya da belli bir çağda, belli bir zaman aralığında yaşayan kuşaklar, toplumlar olarak anlaşılabilir.

34 - Tâğût terimine ilişkin bu çeviri için bkz. 2. sure, 250. not. Hatırlanmalıdır ki, Kur'ânî kavram örgüsü içinde "Allah'a kulluk etmek" tabiri, kaçınılmaz olarak, insanın O'na karşı duyduğu sorumluluk hissini, sorumluluk anlayışını ifade eder: bunun içindir ki, yukarıdaki buyruk, son derece kısa ve özlü bir ifade tarzı içinde, bütün ahlakî emir ve nehiyleri topluca içine almaktadır: dolayısıyla ahlakın kaynağı ve temeli olduğu gibi, her ümmet için yenilenen tevhid dininin de değişmeyen ana mesajı durumundadır.

35 - Yani, onlar Allah'ın bütün insanlara teklif ettiği doğru yol bilgisinden yararlanmasını bilenler.

36 - Lafzen, "bir kısmı da, sapıklığın kendileri için kaçınılmaz olduğu (hakka ‘aleyhi) kimseler" yahut "sapıklığı hak edenlerdi": yani, Allah'ın uyarıcı, yol gösterici mesajına bilerek ve inatla karşı durduğu, ona uymaya yanaşmadığı için "kalpleri mühürlenmiş" olanlardı (bkz. 2. sure, 7. not; ayrıca 14. sure, 4. not).

37. İmdi, sen [o hakkı inkarda ısrarlı olanların] doğru yola erişmelerini tutkuyla istesen de, [bil ki,] Allah, sapıklık içinde kalmalarına hükmettiği kimseleri doğru yola eriştirmez; (37) ve böyleleri [Kıyamet Günü'nde] kendilerine yardımcı da bulamayacaklardır.

37 - Bkz. bundan önceki not: ayrıca 8:55 ve ilgili 58. not

38. Üstelik, (38) bunlar en ciddî yeminlerle, Allah'ın ismini anarak, "Allah ölüyü asla diriltmeyecektir!" (39) diye and içiyorlar. Hayır, gerçekten bu O'nun, gerçekleşmesini kendi üzerine aldığı bir vaaddir; ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.

38 - Lafzen, "ve" -ama, bu bağlaç, açıkça görüldüğü gibi, önceki ifadeyi, kendisine bir yönde açıklama getiren bir başka cümleye bağladığı için, çeviride daha uygun olacağı düşüncesiyle "üstelik" sözcüğüyle aktarıldı.

39 - Kıyamet'in böylece kesin bir biçimde inkarı -ki bu iyi ve kötü eylemler hakkında Allah'ın nihaî yargısının da inkarı anlamına gelir- insanın aktüel ya da potansiyel gözlemleriyle bilinenin dışında başka herhangi bir realitenin var olabileceğini reddeden belli bir zihniyetin karakteristik yanıdır. Bu zihnî tutum, hayata kopkoyu maddeci bir gözle bakmanın ve yukarıda 22-23. ayetlerde işaret edilen "büyüklenme" tavrının bir sonucu olduğundan, Allah'ın varlığına dair -hiçbir sonuca götürmediği için- belli belirsiz, bulanık bir inanç içerse bile, kelimenin en derin anlamıyla dinsizliğe ya da din-düşmanlığına delalet eder.

39. [Oysa, Allah ölüleri diriltecektir] ki, üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeği (40) onlara bütün açıklığıyla göstersin ve o hakkı inkara kalkışanlar da kendilerinin yalancı olduklarını görüp de anlayabilsinler.

40 - Yani, öncelikle kıyamet ve yargı gerçeğini, ve genel anlamda, dünya hayatı boyunca insanın zihnini meşgul eden bütün fizik ötesi soruların nihaî cevabını.

40. Biz, ne zaman bir şeyin olmasını istesek, ona sadece "Ol!" deriz -ve o (şey hemen) oluverir.
41. İMDİ, [benimsediği dinden ötürü] zulme uğradıktan sonra Allah yolunda zulüm diyarını (41) terk edenlere gelince; Biz onları, şüphesiz, bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; (42) ama onların ahirette hak ettikleri ödül daha da büyük olacaktır. [Hakkı inkar edenler böylece] bir anlayabilselerdi, (43)

41 - Ellezîne hâcerû ifadesine ilişkin bu aktarım hk. bir açıklama için bkz. 2. sure 203. not ve 4. sure 124. not: "zulüm diyarını" ya da "zulmün egemen olduğu alanı terk etmek" ifadesinin burada sırf manevî, ruhanî bir çağrışım taşıyor olması, ifadenin bir önceki ayette temas edilen "hakkın inkarı" ifadesinin hemen ardından geliyor olmasından bellidir.

42 - Bkz. yukarıda 28. not.

43 - İlk ağızda "bildi" anlamına gelen ‘alime fiili aynı zamanda "öğrendi" ya da "görüp anladı" anlamını da taşımaktadır; Beğavî, Zemahşerî ve Râzî'nin de belirttikleri gibi, lev kânû ya‘lemûn ibaresindeki "onlar" zamiri önceki pasajlarda geçen inkarcılara ilişkindir; bu nedenle, çevirideki "bir anlayabilselerdi!" sözü burada, sonraki nesne cümleciğiyle kendiliğinden aşikar bir bağlantı sağlayacak biçimde açık olarak ifade edilmiştir.

42. güçlüklere göğüs gerip, yalnızca Rablerine güven bağlayan kimseleri (bekleyen bu bahtiyarlığı)!... (44)

44 - Yani, eğer inananları harekete geçiren manevî saikleri gerçekten anlayabilselerdi, (inkarcıların) kendileri de inanmaya başlarlardı.

43. [EY MUHAMMED,] Biz senden önceki çağlarda da, kendilerine vahyettiğimiz [ölümlü] adamlardan başka kimseyi [elçi olarak] göndermedik; (45) bu konuda yeterli bilgiye sahip değilseniz, vahyedilmiş önceki kitaplara (46) bağlı kimselere sorun,

45 - Bu pasajın işaret etmek istediği iki husus vardır: ilki, 36. ayette beyan edilen ifadeyle bağlantılı olarak, Allah'ın şu ya da bu dönemde her ümmete, her uygarlığa peygamber gönderdiği ve dolayısıyla belli başlı hiçbir insan topluluğunun, hiçbir ümmetin ilahî yol gösterme rahmetinden yoksun kalmadığı hususu; ikincisi ise, inkarcıların, Muhammed (s)'in, "ölümlü bir insan" olduğu için Allah'ın elçisi olamayacağı yolunda sıkça dile getirdikleri itiraza cevap olarak Allah'ın bütün peygamberlerini ölümlü insanlardan seçmiş olduğu hususu. (Peygamberler de dahil, hiçbir kulun doğaüstü güçler ve niteliklerle donanmış olmadığı yolundaki Kur'ânî öğreti hk. bkz. 6:50 ve 7:188 ve bunlarla ilgili notlar; ayrıca 6:109 hk. 94. not.)

46 - Lafzen, "uyarıcıya/hatırlatıcıya" -çünkü vahyedilmiş her mesaj değişmeyen gerçek yönünde yapılmış bir uyarı ya da bir hatırlatmadır. Burada, sözü geçen konuda bilgilerine başvurulması istenen kimseler, anlaşıldığı kadarıyla Yahudi ve Hristiyanlardır (Taberî, Zemahşerî).

44. [Onlar size, kendilerini] apaçık delillerle ve hikmet dolu ilahî kitaplarla (47) [desteklediğimiz peygamberlerin ölümlü adamlardan başka kimseler olmadığını söyleyeceklerdir].Ve biz sana da bu uyarıcı kitabı indirdik ki, insanlara, başından beri indirilegelen mesajın (48) aslını olanca açıklığıyla ulaştırasın ve onlar da böylece belki düşünürler.

47 - Yukarıdaki cümle, bir ara-söz olarak, yukarıda 45. notta işaret edilen sebepler yüzünden Kur'an'ın ilahî menşeine şüpheyle bakan herkese hitab etmektedir. Zubur ("hikmet dolu ilahî kitaplar") terimi hk. bir açıklama için bkz. 21. sure, 101. not.

48 - Zımnen, "vahiy yoluyla" indirilen -bununla, ahlakî değer ve ilkelerin zamana bağlı tüm değişmelerden bağımsız ve dolayısıyla mutlak ve sürekli oldukları işaret ediliyor.

45. Peki öyleyse, (şu) şer düzenleri geliştiren (49) kimseler, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğine (50) yahut azabın, nereden geldiğini bilemeyecekleri bir tarzda başlarında kopmayacağına dair tamamen güvenlik içinde mi görüyorlar kendilerini?

49 - Bizce, burada, "şer düzenler"den kasıt Allah'ı yok sayan felsefe, kuram ve ahlak öğretileridir.

50 - Yani, onları bütünüyle yok etmeyeceğine.

46. Yahut dönüp dururken (51) hiçbir şekilde engel olamayacakları (bir azapla O'nun) kendilerini [apansız] yakalamayacağına,

51 - Yani, gündelik uğraşları içinde. Çevirideki "apansız" ilavesi, sonraki ayette, alternatif bir olgu olarak yavaş yavaş çürümeye dikkat çeken ifadenin gereğidir.

47. ya da onları içten içe çürütüp (sonunda) tepelemeyeceğine (52) dair?...Ama bilin ki, Rabbiniz gerçekten de çok şefkatli, çok merhametlidir! (53)

52 - Tahavvuf teriminin anlamlarından biri de "tedricî eksilme/çürüme" ya da "yavaş yavaş yok olma"dır (Lisânu'l-‘Arab, havefe maddesi; ayrıca Taberî ve Zemahşerî); yukarıdaki anlam örgüsü içinde terim hem toplumsal, hem de manevî/ahlakî çağrışımlar vermektedir: yavaş yavaş ahlakî değerlerin çözülmesi, gücün, toplumsal insicamın, huzur ve emniyetin ve sonunda hayatın kendisinin silinip yok olması.

53 - Zımnen, "peygamberleri yoluyla size doğru yol bilgisi bahşettiğine ve düşünüp karar vermeniz ve kendinizi dönüşü olmayan yıkıma, felakete sürüklemeden önce yolunuzu doğrultmanız için zaman verdiğine bakılırsa".

48. ÖYLEYSE, [hakkı inkar edenler] Allah'ın yarattığı nesneleri (54) görmüyorlar mı? Onların gölgeleri, [Allah'ın iradesine] bütünüyle boyun eğerek (55) bir sağa bir sola dönüp Allah için saygı ve tazimle [nasıl] yere kapanmaktadırlar.

54 - Sonraki ayette hayvanlardan ve meleklerden ayrıca söz edildiği gözönünde bulundurulursa, burada, "şeyler" ya da "nesneler" tabiri, öyle anlaşılıyor ki, cansız şeyleri ve belki bitki türünden canlıları işaret etmektedir.

55 - Lafzen, "ve mutlak şekilde tâbi olarak" yahut "teslim olarak". "Boyun eğme" (secde) terimi burada, açıktır ki, yaratılmış canlı cansız her şeyin Allah'a karşı ya da Allah'ın koyduğu doğal yasalara karşı fıtrî, içsel boyun-eğmişliğini dile getiren sembolik bir tabirdir. Ayrıca bkz. 13:15 ve ilgili notlar 33-34.

49. Ayrıca göklerde ve yerde olan her şey-bütün canlılar/hayvanlar ve melekler- (56) kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmadan Allah için saygı ve tazimle yere kapanmaktadırlar:

56 - Yani, en aşağı türlerden en yüksek yaratıklara kadar bütün varlıklar. Dâbbe terimi, kendi kendine hareket edebilen ve bir bedeni ya da gövdesi olan canlılar için kullanılır; dolayısıyla fiziksel bir bedeni olmayan ve "melek" diye adlandırılan fizik ötesi varlıkları kapsamaz, hatta onlarla bir karşıtlık belirtir (Râzî).

50. Üstlerinde (egemen) bulunan Rablerinden korkuyor ve kendilerine ne buyurmuşsa onu yapıyorlar. (57)

57 - Yani, Allah'ın onların yapılarına yerleştirdiği saiklere uymak zorundadırlar ve böyle olduğu için de, günah işlemeye istidatları yoktur. Oysa, insan bu bakımdan tamamen ve temelden farklıdır. Yaratılış olarak günah ve erdemden bağışık olan "hayvan ve melekler"in aksine insan, terimin ahlakî anlamıyla, serbest irade üzere yaratılmıştır: doğruyla eğri arasında seçim yapabilir ve dolayısıyla günah işleyebilir; ama günah işlerken bile, Allah tarafından konulmuş bulunan ve Kur'an'da sünnetullâh ("Allah'ın yolu") olarak tanımlanan evrensel yasaların, evrensel gerçeklerin dışına çıkamaz; "göklerde ve yerde var olan her şey ve herkes isteyerek ya da zorunlu olarak Allah'ın önünde eğilmektedir" şeklindeki Kur'ânî ifade (13:15) bu hususu dile getirmektedir.

51. Ve hani, Allah: "İki [ya da daha fazla] tanrı edinmeyin!" (58) demişti, "Çünkü O'dur Tek ve Biricik Tanrı: bunun içindir ki, Benden, (59) yalnızca Benden korkun!"

58 - İlâheyn isneyn ("iki ilah/iki tanrı") tabirindeki çifte ikileme, "Tek İlah'tan başkasına," yani Allah'tan başkasına kulluk etmek konusundaki mutlak yasaklamayı pekiştirmek içindir.

59 - Kişi zamirlerinin Kur'an'da Allah'a izafeten kullanıldığı zaman geçirdikleri anî değişimler için çarpıcı bir örnek. Önsözde 2. notta ve başka yerlerde de belirttiğimiz gibi, kişi zamirlerinde ("O", "Ben", "Biz", "Bizi", "Bize", "Beni", "Bana" vb.) görülen bu anî değişmeler ya da geçişler, Allah'ın tüm ifade sınırlarının üzerinde olduğunu ve dolayısıyla "kişi zamirlerinin" zorunlu olarak kullanılmasının îma edebileceği her türlü tanımlama düzeylerinin üstünde olduğunu göstermektedir.

52. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O'nundur; (o halde,) kulluk ve itaat de daima O'na olmalıdır: hal böyleyken, tutup yine de, Allah'tan başkasına mı saygı ve duyarlık göstereceksiniz?
53. Hem, payınıza düşen her nimet Allah'tandır; (nitekim) ne zaman başınıza darlık çökse, hemen O'na yakarırsınız, (60)

60 - Karş. 6:40-41.

54. sonra, üzerinizden darlığı giderir gidermez, içinizden bazıları hemen Rablerinin uluhiyetinden başka güçlere de bir pay yakıştırır, (61)

61 - Lafzen, "Rablerine [başka güçleri] ortak koşarlar": Yani, "şans"larındaki değişmeyi "haricî" faktörler ya da etkiler olarak gördükleri şeylere hamledip bunlarda tanrısal güçler ve nitelikler vehmederek.

55. [adeta] kendilerine bahşettiğimiz nimetler için nankörlüklerini gösterircesine![Bu geçici] dünya hayatıyla böylece avunun bakalım: nasıl olsa [gerçeği] er geç öğreneceksiniz!
56. Üstelik bir de, kendilerine verdiğimiz rızıktan, hakkında hiçbir şey bilmedikleri şeylere de bir pay ayırırlar. (62)Allah tanıktır ki, bütün o uydurup durduğunuz şeylerden ötürü mutlaka sorguya çekileceksiniz!

62 - Klasik müfessirlerin çoğuna göre, bu ifade, müşrik Arapların -6:136'da sözü geçen- tarımsal ürünlerinden ve hayvanlarından bir kısmını tanrılarına adama âdetleriyle ilgilidir; ve bu tanrılar tamamen hayal ürünü olduğundan burada, "haklarında hiçbir şey bilmedikleri" sözüyle tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, yukarıdaki ifade, 6:136 üzerine 120. notumuzda da belirttiğimiz gibi, çok daha geniş, çok daha genel bir anlam taşımaktadır: bir kere, bu surenin önceki üç ayetiyle, yani bu ayetlerde ifade edilen, Allah'tan başka güçlere ve etkilere Allah'ın yaratıcılık vasfından bir pay (nasîb) ve dolayısıyla bunlara insan hayatı üzerinde belirleyici bir rol yakıştırmak tavrıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu görüş, yukarıdaki ayete ilişkin yorumun son cümlesinde (astrolojik spekülasyonlara özel bir atıfta bulunan) Râzî tarafından da desteklenmektedir.

57. Ayrıca, kızları Allah'a yakıştırırken (63) -oysa O tüm beşerî bağlardan uzaktır, yücedir- kendileri için [sanki buna güçleri yetermiş gibi] hoşlarına gideni (64) [seçmek isterler]:

63 - İslam öncesi Arapları, Lât, Menât, ‘Uzzâ gibi tanrıçalarla (bkz. 53:19-20 ile ilgili 13. not) dişi olarak tasavvur ettikleri meleklerin "Allah'ın kızları" olduklarına inanıyorlardı. Bu tür inançları kökten reddeden Kur'an, Allah'ın her türlü eksiklikten uzak olduğunu (subhânehû) ve dolayısıyla, kendini ya da cinsini devam ettirmek anlamında ancak yaratıklara yakıştırılabilecek "döl" ya da "soy" kavramının içinde taşıdığı tamamlanmamışlık vasfından da bütünüyle münezzeh olduğunu ifade etmektedir (karş. 6:100 ve ilgili 87-88. notlar). 57-59. ayetleri kapsayan bu ara bölüm aşağıda 66. notla açıklanmaktadır.

64 - Yani, sadece erkek çocuğu; çünkü İslam öncesi Arapları kız çocuğunu katlanılması zorunlu bir yük, bir musibet olarak görmekteydiler.

58. (O kadar ki,) ne zaman birine bir kız çocuğu olduğu müjdesi verilse (65) hemen yüzü kararır, içi öfkeyle dolar;

65 - Yani, gerçek anne-baba sevgisiyle ele alındığında kız ya da erkek, çocuğun cinsinde fark gözetmemek gerektiğine göre, mutlandırıcı bir haber olarak karşılanması gereken bir müjde.

59. kendisine verilen bu kötü müjdeden ötürü -bu zillete/bu küçük düşmeye rağmen, şimdi onu acaba tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün [diye düşünerek]- kıyı bucak insanlardan kaçar. Yazıklar olsun, izledikleri düşünce tarzı ne kadar kötü! (66)

66 - Yani, bu seçeneklerin her ikisi de kötüdür, çarpıktır: çocuğu sürekli bir hor görme nesnesi, bir zillet kaynağı olarak muhafaza etmek de, müşrik Arapların sıkça yaptıkları gibi, canlı canlı toprağa gömmek de. İslam öncesi Arabistan'ında kadına karşı benimsenen aşağılayıcı, hor görücü tutumu dile getiren bu pasaj -tarihsel olaylara, anane ve geleneklere ilişkin Kur'ânî referansların hemen hepsinde görüldüğü üzere- burada işaret edilen özel toplumsal olguyu ve bunun neticesi olarak ortaya çıkan çocuk kıyımı hadisesini de aşan çok daha geniş bir anlam taşımaktadır. Öyle görünüyor ki, bütün bu pasajın en can alıcı noktası "kendileri için [sanki buna güçleri yetermiş gibi] hoşlarına gideni [seçmek isterler]" cümlesidir; bunun anlamı şudur: kendi hoşlarına gitmeyen şeyleri (örn. bizzat kendilerince aşağılanan kız çocuğunu) Allah'a yakıştırmaya o kadar teşneyken, insanın O'na karşı mutlak olarak sorumlu olduğu anlayışını benimsemekte isteksizdirler; çünkü böyle bir anlayış, kendilerini birtakım manevî/ahlakî sınırlar içinde tutmaya zorlamak suretiyle onların haz ve rahat yönündeki eğilimlerine ters düşmektedir. Böyle mutlak ya da nihaî bir manevî/ahlakî sorumluluk fikrine karşı çıkınca, insiyakî olarak kıyamet fikri, ölümden sonra dirilme fikri karşısında da duralamaktadırlar; ve dolaylı yollardan da olsa bir kere, Allah'ın ölüyü diriltmeye kâdir olduğu inkara kalkışılınca, bunun ardından O'nun her şeye gücü yeten Tek İlah olduğu gerçeğinin inkarı gelmekte ve bu inkar batağına bir kere saplananlar artık giderek birtakım hayal ürünü güçlere, varlıklara, ya da etkilere "tanrısal nitelikler yakıştırma"ya başlamaktadırlar. Yukarıdaki ara pasaj bütün bunlara, İslam öncesi Araplarının inanç ve ananelerine atıfta bulunmak suretiyle işaret ederken, söylem, bütün bir Kur'an'ın çevresinde dönüp durduğu temaya, yani Allah'ın birliği, eşsiz-ortaksız olduğu ve her şeye gücü yeter olduğu konusuna böylece bir kere daha dönmektedir.

60. [Bunun içindir ki,] kötü niteleme(ler) ahirete inanmayanlara (67) yakışır; en yüce niteleme(ler) ise Allah'a. Çünkü, doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi O'dur!

67 - Yani, dolaylı olarak, insanın Allah'a karşı mutlak ve nihaî anlamda sorumlu olduğunu inkar ediyorlar. Zemahşerî ve Râzî'ye göre mesel (lafzî karşılığı "örnek", "mesel") terimi burada ve sonraki cümlecikte sıfat, ("nitelik") anlamına gelmektedir.

61. İmdi, eğer Allah, [bu dünyada] yaptıkları kötülüklerden ötürü, insanları [hemen] tepeleyecek olsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bırakmazdı. Ne var ki, onları, belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar (68) erteliyor. Süreleri dolduğu zaman, sonlarını bir an olsun (69) ne geciktirebilirler, ne de öne alabilirler.

68 - Yahut: "[yalnızca O'nun tarafından] bilinen bir sürenin sonuna kadar" -(yani, düşünüp tevbe etmelerine yetecek bir sürenin, dünyada sürecekleri hayatın sonuna kadar).

69 - Metindeki saat kavramını aktarırken tercih ettiğimiz "bir an" sözcüğü için bkz. 7. sure, 26. not.

62. Ve bir de, hoşlanmadıkları şeyi (70) (önce) Allah'a yakıştırırlar; sonra da kalkıp bunu dile getirirken, sanki en güzel, en erdemli olan neyse onu hak etmişler gibi, gerçek dışı, yalan açıklamalarda bulunurlar. (71)Aslında, onlar sadece ateşi hak etmektedirler ve şüphesiz kendileri [Allah'ın rahmetinden] uzak tutulacaklar! (72)

70 - Yani, "kızları" (bkz. yukarıda 57-59. ayetler): fakat, Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi, bu ifade, Allah'ın kudret ve iktidarında bir pay sahibi olduklarına inanılan varlıkların O'na ortak koşulması ve dolayısıyla O'nun birliğinin, eşsizliğinin inkarı haletini de îma etmektedir; bir başka deyişle, burada sözü edilen kimseler kendi meşruiyet alanlarına el uzatılmasını, nüfuzlarının hasımlarınca daraltılmasını hoşnutsuzlukla karşılarken, aynı hassasiyeti Allah fikri, ilah anlayışları konusunda göstermiyorlar.

71 - Lafzen, "en güzelin (el-husnâ) kendilerine ait olduğu hakkında..." -yani, kendi dinsel ya da dindışı görüşlerinin, olanca saçmalıklarına rağmen, Allah katında güzel ve makbul görüleceğini sanıyorlar. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde el-husnâ tabiri için benimsenen (öteki müfessirler arasında Zemahşerî ve Râzî tarafından da zikredilen) bu yorum, sonraki ayette geçen "Şeytan onlara yapıp-ettiklerini güzel gösterdi" ifadesiyle mantıkî bir bağlantı içindedir.

72 - Lafzen, "onlarınki [yahut "onların payı"] ateş olacak ve terk edilecekler".

63. Allah tanıktır ki, [ey Peygamber,] senden önceki çağlarda da [muhtelif] toplumlara elçiler gönderdik: fakat Şeytan onlara (da) yapıp-ettiklerini güzel gösterdi[ği için hakkı inkara şartlanmış olanlar mesajlarımızı dinlemeyi hep reddettiler]; Şeytan [geçmişte olduğu gibi] bugün de onlarla sıkı fıkı; (73) bu yüzden de onları zorlu bir azap bekliyor.

73 - Yahut: "O bugün (de) onların patronu [ya da "efendisi"]dir". Hatırlanmalıdır ki, velî ismi, ilk ağızda, "[birine ya da bir şeye] yakın oldu [ya da "yaklaştı"/"yakınlaştı"]" anlamına gelen veliye fiilinden türemiştir. Kur'an'da da bu anlamıyla sözcük Allah'ın inananlara yakınlığını (örn. 2:257 yahut 3:68) ya da inananların Allah'a yakınlığını (bkz. 10:62 ve ilgili 84. not) ifade için kullanılır. Yine bu anlamıyla sözcük 2:257'de "şer güçlerin (tâğût)" "hakkı inkara şartlanmış olanlara (ellezîne keferû)" yakın olduğunu ifade için kullanılmaktadır.

64. Sana bu ilahî kelâmı yalnızca, üzerinde çekişip durdukları [dinî] sorunları onlara açıklayasın ve inanmaya eğilimli olan kimselere de onu doğru yol bilgisi ve rahmet olarak [ulaştırasın] diye indirdik.
65. GÖKTEN su indirip onunla, kuruyup katılaştıktan sonra toprağa yeniden hayat veren (74) Allah'tır. Şüphesiz bu olguda dinlemeye niyetli olanlar için bir ders vardır.

74 - Kur'an'da sıkça rastlandığı gibi, burada da vahyin sağlayacağı ya da yön vereceği ifade edilen manevî uyanışa ilişkin referansı, Allah'ın yaratıcı etkinliğinin bir başka belirtisi olarak hemen organik hayat mucizesine ilişkin bir referans izliyor.

66. Ve muhakkak ki, sizin için (sağmal) hayvanlarda da (çıkarılacak) bir ders vardır: hayvanın karnında, [bedeninden] atılacak artıklarla kan arasından [salgılanan] ve içenlere lezzet ve ferahlık veren katıksız süt içiriyoruz size. (75)

75 - Bir salgı bezi ürünü olan süt, ana-hayvanın hayatı için (yahut metindeki mecazî tanımla "kanı" için ) zarurî bir madde değildir; beri yandan, hayvan bedeninin, kendi metabolizması bakımından artık hiç yararı kalmadığı için dışarı atması gereken bir madde de değildir: bunun içindir ki, ayette "[hayvan bedeninden] atılacak artıklarla kan arasından [salgılanan]" bir sıvı olarak tanımlanıyor.

67. Ve hurma ağaçlarının ve asmaların ürününden hem sarhoş edici içkiler, hem de güzel, temiz rızıklar elde edersiniz: işte bunda da, aklını kullanan kimseler için bir ders vardır! (76)

76 - Seker (lafzî karşılığı, "şarap" ya da, cins/tür belirten bir isim olarak "sarhoş edici içki") terimi burada rızk-ı hasen (lafzî karşılığı, "yararlı/sağlıklı besin") kavramıyla çelişiyor ya da bir aykırılık ortaya koyuyor; böylece alkolün hem olumsuz, hem de olumlu etki ve özelliklerinin belirtilmek istendiği düşünülebilir belki. Bununla birlikte, bu sure sarhoşluk veren içkilerin Kur'an'ca 5:90-91'de yasaklanmasından takrîben on yıl önce vahyedilmiş olsa da, yukarıdaki ayette bu tür içkileri ahlaken kınayıcı bir îmanın bulunduğundan şüphe yoktur (Taberî ve Râzî'nin kaydettiğine göre İbni ‘Abbâs; ayrıca Râzî).

68. Ve bir de, Rabbinin arıya: "Dağlarda, ağaçlarda ve [insanların] hazırladıkları kovanlarda kendine yuva edin" diye vahyetti[ğini] (77)

77 - Burada, "vahyetti" (evhâ) ifadesi, Allah'ın bu küçük kanatlı varlığa verdiği, mükemmel bir geometrik plan içinde şaşmaz oranlara dayalı altıgen, prizmatik balmumu hücrelerinden müteşekkil bal peteğini -o hem mekan, hem de malzeme bakımından son derece ekonomik, dolayısıyla son derece rasyonel mimarlık harikasını- yapma hüner ve insiyakına dikkat çekiyor. Ayetin devamında bahsedilen, bitki özsularının arının gövdesinde bala dönüşmesiyle bütünlenen bu olgu "sünnetullahın" tabiattaki çarpıcı tezahürlerinden birini teşkil etmektedir.

69. ve [ona] "sonra her türlü üründen ye; ve Rabbinin senin için öngördüğü yolları (78) mutlak bir boyun eğmişlikle izle" [diye buyurduğunu düşünün!][İşte bunun içindir ki,] onların karınlarından, içinde insan sağlığına yarayışlı unsurlar bulunan değişik renklerde/tadlarda bir sıvı çıkar.Şüphesiz bunda da, düşünen kimseler için mutlaka bir ders vardır!

78 - Lafzen, "Rabbinin yollarını".

70. VE SİZİ Allah yarattı, günü gelince de öldürecek; ve içinizden kimileri, ömrün o en düşkün çağına, (insanın) bildiği şeyi de bilmez olduğu yaşa kadar alıkonulurlar. (79) Gerçek şu ki Allah, her zaman kudretli olan yegane ilim sahibidir!

79 - Lafzen, "ömrün en düşkün olunan çağına vardırılır, öyle ki, bilirken hiçbir şey bilmez olur" -insanın organik gelişme sürecini îma eden bir ifade: insan doğar, gelişir; gücünün, zeka, bilgi ve tecrübesinin doruğuna erişir; sonra giderek geriler; yaşlanır ve bazı hallerde, yeni doğan bir çocuk kadar düşkün ve çaresiz bir duruma düşer.

71. Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır: hal böyleyken, kendisine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını -bu bakımdan aralarında eşitlik olsun diye- (80) sağ ellerinin malik olduğu kimselerle paylaşmakta isteksiz davranıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) Allah'ın nimetini (bile bile) inkara mı kalkışıyorlar?

80 - "Rızıklarını ... ile paylaşmak" ifadesi, metinde "rızıklarını ...e döndürmek" olarak geçmektedir. "Sağ ellerinin malik olduğu kimseler" (yani, "meşru yollarla sahip oldukları kimseler") burada, Allah yolunda yapılan savaşta tutsak alınan kimseler de olabilir (bkz. 2. sure 167 ve 168. notlar; 8. sure, 72. not), geçimleri konusunda başkalarına bağımlı olan ve dolayısıyla başkalarının sorumluluğu altında bulunan kimseler de olabilir. Kişinin sorumluluğu altında olan kimseleri kendisiyle eşit standartlarda yedirip içirmesi, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması İslam'ın kesin ilkelerinden biridir; bunun içindir ki, Hz. Peygamber: "Allah'ın sizin sorumluluğunuza emanet ettiği (lafzen, "elinizin altında bulunan"), size bağımlı (havelukum) bu kimseler sizin kardeşlerinizdir. O halde, kardeşini kendi sorumluluğu altında tutan kişi, ona kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin ve onlara taşıyamayacağı yük yüklemesin; onlara bir yük yüklemeniz gerektiğinde, onlara kendiniz de yardım edin" buyurmuştur. (Buhârî'nin muhtelif rivayetleriyle kaydettiği bu Sahîh Hadis, Müslim, Tirmizî ve İbni Hanbel'in derlemelerinde de yer almaktadır.) İnsanlar arasındaki sorumluluk bağının böylece ele alınması gerekirken, yine de insanların çoğu zaman zaman bu ahlakî sorumluluk duygusunu canlı tutmakta zaafa düşerler, ve bu zaaf, ayetin devamında ifade edildiği gibi, giderek Allah'ın nimetini ve O'nun kulları üzerindeki kesintisiz bağış ve esirgemesini inkara kadar varır.

72. Size kendi cinsinizden eşler (81) takdir eden; eşlerinizden de size çocuklar, torunlar veren; ve sizi(n hepinizi) temiz ve hoş şeylerle rızıklandıran Allah'tır. Hal böyleyken, insanlar (82) kalkıp yine de asılsız, boş şeylere inanıp, Allah'ın nimetine karşı nankörlük mü yapacaklar?

81 - Lafzen, "sizin için kendinizden eşler yaptı" [ya da "sağladı"]. Zevc terimi sadece iki kişiden müteşekkil bir "çift"i değil, aynı zamanda çifti meydana getiren kişilerden her birini de ifade eder; yani "eş" anlamına da gelir. Bunun içindir ki, sözcüğün çoğulu ezvâc bütün insanlara atıfla, hem "kocalar"ı hem de "karılar"ı işaret etmektedir.

82 - Lafzen, "Onlar", yani Allah'ın varlığını ve/veya birliğini inkar edenler.

73. Allah'ı bırakıp, onlar için göklerden veya yerden herhangi bir rızık (83) sağlayamayan ve zaten buna gücü de olmayan şeylere mi tapınıp duracaklar?

83 - Rızk teriminin taşıdığı kapsamlı anlam için bkz. 2:3 üzerine 4. notun ilk cümlesi.

74. Öyleyse, sakın Allah'la (başkaları arasında) herhangi bir benzerlik kurmaya kalkmayın! (84) Çünkü, Allah [her şeyin aslını] biliyor, ama siz bilmiyorsunuz.

84 - Yani, "Allah'ı başka herhangi bir şeyle ya da kimseyle kıyaslayarak yahut O'nu öyle olur olmaz kavramlarla tanımlamaya çalışarak O'na karşı saygısızlıkta bulunmayın. Çünkü her tanımlama, son tahlilde, başka nesne ya da nesnelere nisbet yahut kıyas yoluyla tanımlanan şeyin niteliklerini belli bir sınırlandırma içine sokmak demektir; Oysa, Allah "İnsanların tasavvur yoluyla varacakları her türlü tanımlamanın ötesindedir" (bkz. 6:100'ün son cümlesi ve ilgili 88. not).

75. Allah [işte size iki insan] örneği veriyor: [biri] hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasına bağımlı bir köle; [diğeri de] kendisine katımızdan [bir armağan olarak] güzel bir rızık bahşettiğimiz [özgür] bir insan ki, o rızıktan gizli-açık [gönlünce, doğru yolda] harcamalar yapıyor. İmdi, (düşünün), bu iki insan hiç bir tutulabilir mi? (85)Bütün övgüler Allah'a yakışır: ama onların çoğu bunu bilmezler.

85 - Buna verilecek cevabın "hayır" olduğu açıktır. Bu kıyaslamanın taşıdığı anlam da açıktır: misaldeki bu iki tür insan bir tutulamazsa, peki öyleyse, her haliyle diğer yaratıklara -ya da insan aklıyla kavranabilen yahut tasavvur edilebilen tabiat güçlerine- bütünüyle bağımlı bir yaratık, var olan her şeyin mutlak yaratıcısı, sınırsız ve kavranmaz kudret sahibi Allah'la nasıl bir tutulabilir; kudret ve nüfuzca O'nunla nasıl kıyaslanabilir? (Bu istidlal tarzı sonraki meselde de devam ettirilip geliştirilecektir.)

76. Ve yine Allah [size başka] iki insan örneği veriyor: Onlardan biri, hiçbir iş elinden gelmeyen bir dilsiz (86) ki, efendisinin sırtında gerçek bir yük; öyle ki, beriki onu hangi işe koşsa (87) olumlu bir sonuç alamıyor. Peki, işte böyle biri, doğru ve hakça olanın yapılmasını emreden ve kendisi de dosdoğru bir yolda yürüyen [bilge bir] kimseyle (88) hiç bir tutulabilir mi?

86 - Ebkem terimi, ister uzvî ister zihnî bir yetersizlikten dolayı olsun "doğru-düzgün konuşamayan": yani, "kalın kafalı" yahut "aptal" anlamında "dilsiz/sessiz" demektir. Yukarıdaki Kur'ânî tasvir bu her iki anlam grubunu da kapsamaktadır.

87 - Yahut: "onu nereye gönderse".

88 - Yani, sadece kendisi dürüst ve erdemli biri olmakla kalmayan, ama aynı zamanda doğru yaşama tarzını başkalarına emredecek güce ve yetkiye de sahip olan biri. Böylece, birinci meselin konusu özgürlük ile kölelik yahut daha genel bir tanımlamayla bağımsızlık ile bağımlılık arasındaki karşıtlık iken; ikinci meselin konusu, dilsizlik ve yetersizlik, ehliyetsizlik ile dürüstlük, adalet ve yeterlilik arasındaki karşıtlıktır. Bu her iki meselin de, sonuç olarak işaret ettikleri anlam aynı yöndedir (bkz. yukarıda 85. not).

77. Ve (bilin ki) (89) göklerin ve yerin bilinmeyen gerçekleri (90) [yalnızca] Allah'a aittir. Ve o Son Saat'in gelip çatması ancak bir göz kırpması kadar yahut bundan da kısa [bir an içinde] olup bitecektir. (91) Çünkü, şüphe yok, Allah'ın her şeye gücü yeter.

89 - Bu pasaj 74. ayetin ikinci cümlesiyle bağlantılıdır: "Allah [her şey(in aslın)ı] biliyor, ama siz [gerçekten] bilmiyorsunuz".

90 - Ayetin devamından da çıkarsanabileceği gibi, -burada "bilinmeyen gerçekler/gizil gerçekler" olarak çevirilen- ğayb terimi, bu anlam örgüsü içinde, zamanını ancak Allah'ın bildiği Son Saat'in vukuuna ilişkin bir îma taşımaktadır (Zemahşerî). Buna paralel olarak, bu tabirle, bizim duyum ve tasavvur imkanlarımızla doğrudan kavramamız kabil olmayan, ama Kur'an'ın ısrarla belirttiği doğrultuda, yaratma kudretinin tezahürlerinden yola çıkarak varlığına ve birliğine şehadet ettiğimiz Allah'ın kendi Zâtı da işaret edilmiş olabilir (Beydâvî).

91 - Lafzen, "[Son] Saat olgusu [yani, vukuu] ... gibi olacak" -Kıyamet'in hem beklenmedik bir anda hem de çok çabuk olup biteceğini işaret eden bir ifade; bu her iki nitelik de (yani, birdenbire ve hızla cereyan etme özellikleri) Allah'ın onu irade etmesiyle onun gerçekleşmesi arasında herhangi bir zaman aralığının bulunmayışının bir sonucudur; bu durum, yukarıdaki cümlede yer alan "bundan daha da kısa bir an içinde" ifadesini de açıklıyor.

78. Ve sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez bir halde çıkarıp size, şükredesiniz diye işitme duyusu, görme duyusu, duyma-düşünme yetisi bahşeden Allah'tır.
79. Peki, [hakkı inkar edenler], göğün ortasında, (92) boşlukta, [Allah'ın yarattığı yasalara uyarak] uçup duran kuşlara bakıp düşünmüyorlar mı hiç? Elbette, Allah'tan başka kimse yok, onları yukarıda tutan. Şüphesiz bunda inanmaya eğilim duyanlar için çıkarılacak dersler var!

92 - Lafzen, "göğün boşluğunda [Allah'ın koyduğu yasalara] boyun eğicidirler".

80. Ve size, dinlenme yeri olarak kendinize ev [yapma imkan ve yeteneğini] veren; size, hayvanların derilerinden, konup göçerken kolayca taşıyabileceğiniz barınaklar; (93) [kaba] yünlerinden, ince-yumuşak yünlerinden (94) ve kıllarından dayanıklı ev eşyası ve daha kısa süreli kullanımlar için başka eşyalar [yapma imkan ve becerisini] bahşeden de Allah'tır.

93 - Culûd (tekili cild) terimi lugat olarak "deriler" anlamına geliyor ise de, öyle görünüyor ki burada evcil hayvanların yünlerini de anlam alanı içine almaktadır. Belirtmek gerekir ki, Arapça'da beyt ismi sadece taştan topraktan bildiğimiz ev için değil; aynı zamanda çadır için, kısacası seyyar ya da sabit her türlü barınak için kullanılmaktadır.

94 - Veber, (ayette çoğulu evbâr kullanılıyor) develerin omuz kısmında bulunan ve ince giysiler ve bazan da bedevî çadırı örmekte kullanılan yumuşak, ince yün.
81. Ve yarattığı bütün öteki şeyler arasında, (95) size [çeşit çeşit] gölgelikler-sığınaklar (96) ayıran; dağlarda gizlenme-saklanma yerleri bahşeden, ve sizi sıcağa [ve soğuğa] (97) karşı koruyacak elbiseler; [karşılıklı] saldırılarınıza (98) karşı koruyacak (savaş) giysileri [yapma imkan ve becerisini] veren (de) Allah'tır.O size bahşettiği nimeti işte böyle her yönden tam tutmaktadır ki belki O'na boyun eğer de kurtulursunuz.

95 - Lafzen, "yarattıklarından/yarattığı şeylerden".

96 - Lafzen, "gölgeler/gölgelikler" (zilâl, tekili zill). Deyimsel olarak bu sözcük bazan koruyucu anlamında kişinin "üstünü örten/gölgeleyen" şeyleri belirtmek için kullanılır; ayetin devamı da bu koruyuculuk niteliğine açıkça işaret ettiğine göre, sözcüğün deyimsel anlamını burada lafzî anlamına tercih etmek bizce yerinde olacaktır.

97 - Hemen bütün klasik müfessirlere göre, burada "sıcak"tan söz edilirken bunun karşıtı olan "soğuk" da kasdedilmektedir; bizim çevirideki ilavemiz de bu mülahazaya dayanıyor.

98 - Müfessirlerin çoğuna göre, bu ayetteki "elbiseler" (serâbîl) terimi ikinci tekrarında "savaş elbisesi" ya da "zırh" olarak anlaşılmalıdır ki bu da savaşları ya da karşılıklı şiddet hareketlerini akla getiriyor. Fakat, bu yorum her ne kadar gözardı edilmese de, bize öyle geliyor ki "elbiseler" sözcüğünün ikinci tekrarı çok daha geniş anlamıyla, yani insanın kendi başına açtığı tehlikeli durumlarda kullanmak zorunda kalabileceği her türlü "örtü"yü (yani, bedeni korumaya yarayan her türlü eşya ve malzemeyi) işaret eden deyimsel anlamıyla anlaşılabilir; be'sekum ("saldırganca davranışlarınız" ya da "zorbalığınız/şiddetiniz") tabiri üzerindeki vurgu da, kanaatimizce buna dayanmaktadır.

82. FAKAT, [ey Peygamber, eğer senden] yüz çevirirlerse, unutma ki, senin görevin sadece, [sana vahyolunan] mesajı açıkça duyurmaktan ibarettir.
83. Aslında Allah'ın nimetinin pekala farkındalar ama, yine de onu tanıyıp doğrulamaya yanaşmıyorlar; çünkü onların çoğu onmaz biçimde küfre batmış bulunuyor. (99)

99 - Yani, yararlandıkları pek çok nimetin farkında oldukları halde, Allah'ın onlardaki yaratıcı kudretini doğrulamaya yanaşmıyor ve böylece dolaylı olarak O'nun varlığını inkar etmiş oluyorlar. Çeviride bizim kâfirûn tabirine verdiğimiz karşılık ("onmaz biçimde küfre batmış kimseler") sözcüğün başında yer alan ve küfür fiilindeki ısrar ve niyetliliği vurgulayan el harf-i tarifinin (belirtme takısının) varlığına dayanmaktadır.

84. Ama Biz gün gelecek her ümmetten (100) bir tanık çıkaracağız: o Gün, hakkı inkara şartlanmış olanlardan [bilgisizlik gibi] bir (101) mazeret kabul edilmeyecek, af dilemeleri de asla kâle alınmayacaktır.

100 - Allah'ın her ümmetin içinden -ya da ümmet teriminin geniş anlamıyla söyleyecek olursak, her uygarlığın yahut kültür çağının içinden- çıkardığı peygamberlerin, kendi toplumlarına Allah'ın mesajını ulaştırıp onlara doğru ile eğrinin anlamını açıkladıklarına dair şehadet edecekleri ve dolayısıyla inanmayanların hiçbir mazeret ileri süremeyecekleri Hesap Günü'ne ilişkin bir îma.

101 - Zemahşerî'ye göre, onların mazeret ileri sürmelerine "izin verilmemesi", inanmayanların ortaya koyacakları makul ya da haklı bir sebep yahut özürün olmadığını dile getiren deyimsel bir ifadedir. (Keza karş. 77:35-36.)

85. Ve kötülüğe-haksızlığa şartlanmış olanlar [o Gün kendilerini bekleyen] azabı karşılarında bulduklarında, o azabın kendileri için [hiçbir mazeretle] hafifletilmeye[ceğini] ve kendilerine artık zaman da verilmeyeceğini [hemen anlayacaklar].
86. Ve Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlar, [Hesap Günü] bu tanrı yerine koydukları (düzmece) varlıkları (102) karşılarında bulduklarında, "Ey Rabbimiz!" diyecekler, "(Evet) bunlar bizim sana ortak tanrılar olarak gördüğümüz ve seni bırakıp kendilerine yalvarıp yakardığımız varlıklardır!" (103) -Bunun üzerine [o varlıklar, onların hak ettikleri] sözü yüzlerine çarparlar: "Sizler [bu konuda birbirine] düpedüz yalan söyleyen kimselerdiniz!" (104)

102 - Karş. 6:22 ve ilgili 15. not.

103 - Kur'an'da pek çok yerde, tevbe etmeden ölen her günahkara Hesap Günü'nde günahlarının açık ve nesnelleştirilmiş bir biçimde gösterileceği ve bunlardan her birinin günahkarın aleyhinde tanıklıkta bulunan ve onu savunulmaz bir biçimde suçlu olduğunu kabul etmek zorunda bırakan bağımsız birer gerçeklik tezahürü olarak onun karşısına çıkacağı ifade edilmektedir. Bu konuda ayrıca hatırlanmalıdır ki, Kur'an'da her günah eylemi, ister Allah'ın birliği, biricikliği/eşsizliği inancına aykırı düşen bir davranış şeklinde olsun, isterse O'nun yaratıklarından herhangi birine karşı işlenmiş bir haksızlık şeklinde olsun, en başta kişinin "kendi kendine yazık etmesi" yahut "kendi kendine zulmetmesi" olarak tanımlanmaktadır.

104 - Karş. 6:23-24 ve ilgili 16-17. notlar.

87. Ve [işte bu günahı işlemiş olan kimseler] o Gün [iş işten geçtikten sonra] Allah'a teslimiyetlerini bildirirler; ve uydurdukları (düzmece tanrılar) da yüzüstü bırakır onları.
88. Hakkı inkara kalkışan ve başkalarını Allah'ın yolundan çeviren kimselerin üzerine, çıkardıkları bozgunculuktan ötürü, azap üstüne azap yığacağız.
89. Ve gün gelecek her toplum içinden kendi aleyhlerine bir şahit çıkaracağız. (105)Ve seni de [ey Peygamber, mesajının ulaşabileceği] (106) kimseler üzerinde şahit kıldık; nitekim sana adım adım her şeyi olduğu gibi açıklayan, (107)bir doğru yol bilgisi, bir rahmet ve Allah'a yürekten boyun eğenlere müjde olarak bu ilahî kelâmı indirdik.

105 - Bkz. yukarıda 100. not.

106 - Hz. Peygamber'in Arap çağdaşları, doğal olarak, her ne kadar o'nun tebligatını ulaştırdığı ilk insan topluluğu ya da ilk kuşak olsa da -ve bu durum onların bu tebligat karşısındaki tepkilerine özel bir ehemmiyet kazandırıyor olsa da- yine de Kur'ânî mesaj bu haliyle bütün insanlığa hitab etmektedir. (Bu konuyla ilgili olarak bkz. özellikle 7:158; 21:107 ve ilgili notlar.)

107 - Yani, iyi ile kötünün, hem bireysel anlamda, hem de toplumsal anlamda ne olduğu konusunda usûl ve esasa dair bilinmesi gereken her şeyi. Nezzelnâ ifadesi için tercih ettiğimiz karşılık konusunda, hatırlanmalıdır ki, bu özel gramatik kalıp Kur'an'da sık sık, vahyin bir seferde değil, belli bir zaman aralığı içinde tedrîcen ("adım adım") indirildiğini îma etmek için kullanılmaktadır.

90. GERÇEK ŞU Kİ, Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı (108) emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı (109) ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size [böyle tekrar tekrar] öğüt veriyor ki, böylece [bütün bunları] belki aklınızda tutarsınız.

108 - Lafzen, "[kişinin kendi] akrabalarına (zu'l-kurbâ) verme[sini]". Bu ifadedeki son terim çoğunlukla, kişinin kan yahut evlilik bağıyla bağlı bulunduğu yakınları, akrabası anlamına gelir; ne var ki terim, ahlakî yönde kapsamlı bir teşvik ifade eden bu ayetin anlam örgüsü içinde geçtiği için, kişinin bütün "yakınlarını", ait olduğu "cemaatin bütün bireylerini" işaret etmektedir.

109 - Başka yerlerde "yanlış ya da kötü olan" ifadesiyle çevirdiğimiz münker terimi burada esas anlamıyla, yani "aklın [ve/veya sağduyunun] reddettiği" ve buna bağlı olarak "ilke olarak, reddedilmesi, kaçınılması gereken şey" anlamında geçmektedir. Zemahşerî, daha kesin bir ifadeyle terimi "insan aklının kabul etmediği" yahut "yanlış/eğri olduğuna hükmettiği şey" (mâ tunkiruhu'l-‘ukûl) olarak; bir başka deyişle akla, mantığa, sağduyuya uymayan, bunlara ters düşen şey olarak açıklamaktadır. (Açıktır ki, bu terimin ifade ettiği şey, insanın algı ve kavrayış gücünü aşan şeylerle karıştırılmamalıdır.) Bütünüyle inandırıcı olan bu açıklama, sadece (terimin soyut anlamıyla) zihnen kabul edilmesi mümkün olmayan önermeleri değil, fakat aynı zamanda fiilen uygunsuz ve muzır olan ve dolayısıyla uzak durulması, kaçınılması gereken tutum ve davranışları da içine almaktadır; böyle olduğu için de bu açıklama, Kur'an'ın hem ahlakî problemlere ilişkin akla uygun yaklaşımıyla, hem de onun insan davranışlarında gözetilmesi gereken sağduyu ve itidal konusundaki ısrarıyla tam bir bağdaşım içindedir. Bizim sözkonusu el-münker terimini burada ve benzer durumlarda "akıl ve sağduyuya aykırı olan" ifadesiyle aktarmamız da yukarıdaki mülahazalara dayanmaktadır.

91. Bir de, bir sözleşme yaparak bağlanma içine girdiğinizde Allah'la olan sözleşmenize sadakat gösterin; (110) ve yeminlerinizi, iyi niyetinize Allah'ı tanık tutarak (111) iyice pekiştirdikten sonra bozmayın; (112) unutmayın ki, yaptığınız her şeyi Allah mutlaka biliyor.

110 - "Allah'la andlaşma/sözleşme" (‘ahdullâh) ifadesiyle ilgili olarak bkz. 2. sure, 9. not. "Bağlanma içine girdiğinizde" cümleciği iki anlam taşımaktadır: birinci olarak (13:20'de olduğu gibi) bu ifade, kişinin Allah'a olan inancından doğan manevî, ahlakî ve toplumsal yükümlülüklerine işaret etmektedir; ve ikinci olarak da, insanların birbirleriyle yaptıkları tüm sözleşmelerin, tüm andlaşmaların, Râzî'nin belirttiği gibi, ilke olarak Allah'la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğini tenbih etmektedir. Sonraki ifadeler de zaten insanın "Allah'la yaptığı sözleşme"nin bu ikinci yanına işaret etmektedir.

111 - Lafzen, "Allah'ı [ya da "Allah'ın adını"] kendilerine kefîl kılarak".

112 - Yani, "düşünmeden yapmış olduğunuz" yeminler dışında (bkz. 2:225).

92. Ve sakın yeminlerinizi, sırf içinizden bir grubun diğerinden daha güçlü olmasına dayanarak (113) aranızda bir aldatma aracı olarak ele alıp da (114) ipliğini iyice büküp berkittikten sonra onu çözüp koparan kadın gibi olmayın.Allah bütün bunlarla sizi sadece sınavdan geçiriyor ki, üzerinde çekişip durduğunuz her şeyi Kıyamet Günü'nde bütün açıklığıyla karşınıza koysun. (115)

113 - Lafzen, "bir (ümmet) [diğer] topluluktan daha güçlü diye": korku zoruyla yapılan olumlamaları, yine korku zoruyla verilen sözleri îma eden bir ifade.

114 - Lafzen, "kendi aranızda bir aldatma/bir aldatmaca (dehalen) olarak".

115 - Hem önceki pasajdan, hem de sonraki pasajdan açıkça anlaşılacağı üzere, burada sözü edilen çekişmeler, doğruluğu ve tutarlılığı konusunda farklı topluluklara ve farklı zihniyetlere bağlı insanların birbirinden çok farklı görüşlere sahip oldukları manevî ve ahlakî değerlerle ilgilidir. Ayrıca bkz. 2. sure, 94. not.

93. Çünkü, Allah dileseydi şüphesiz hepinizi bir tek ümmet yapardı; (116) ama [sapmak] isteyeni saptırıp, [doğru yola ulaşmak] isteyeni de doğru yola yöneltiyor; (117) Ve şüphesiz, yaptığınız her şeyden ötürü sorguya çekileceksiniz! (118)

116 - Yani, üzerinde fikir birliğine varılmış manevî/ahlakî değerlerle birbirine bağlı. Bu açıdan bkz. 10:19 ve ilgili notlar, özellikle 29. not. Ummeten vâhideten ("tek ümmet") kavramı hk. bir açıklama ve kavramın diğer çağrışımları için bkz. 2. sure, 197 ve 198. notlar.

117 - Yahut: "O, dilediğini saptırır; dilediğini de doğru yola yöneltir". Allah'ın insanı "sapıklık içinde bırakması [ya da "saptırması]" yahut, tam bunun tersine, "doğru yola yöneltmesi" kavramının görünüşte îma eder gibi olduğu önceden belirlenmişlik ya da önceden takdir edilmişlik karşısında serbest irade problemi hk. bkz. 14. sure, 4. not.

118 - İnsanın iyi ya da kötü bütün eylemlerinin -ve buna bağlı olarak bütün eğilimlerinin ve onların sonucu olan tutum ve davranışlarının- serbest seçim ya da iradenin ürünü olmayıp Allah'ın takdiri olduğu yolundaki çarpık inanca işaret eden bir ifade. Zemahşerî bu problem çevresindeki görüşünü şöyle hulasa ediyor: "Eğer [insanları] Allah'ın sapıklığa yahut doğru yola sürüklediği, cebrettiği doğru olsaydı, o zaman onların yaptıkları her şeyden sorumlu tutulacaklarını buyurur muydu?"

94. (Bunun içindir ki,) yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın; yoksa ayağ[ınız], sağlamca basmış olduğunuz halde, kayar (119) ve böylece Allah yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötü [sonuçlarını] tatmak zorunda kalırsınız; (120) ayrıca bu takdirde sizi [öte dünyada da] çok büyük bir azap bekliyecektir.

119 - Yani, "imana eriştikten sonra Allah'a karşı gelmiş olursunuz". Bu ifadeden de anlaşılıyor ki, yukarıda 110. notta da belirtildiği gibi, insanların birbirleriyle yaptıkları her sözleşme, her andlaşma bâtıl üzere olmadıkça Allah'la yapılmış gibidir.

120 - Yani, bu dünyada (Taberî, Zemahşerî, Beydâvî); çünkü yeminlerin, sözleşmelerin ihlali, kaçınılmaz olarak karşılıklı güvenin giderek bütünüyle yok olmasına ve bu da sonuç olarak toplumsal dokunun bozulmasına, çözülmesine yol açacaktır.

95. Öyleyse, Allah'la yaptığınız sözleşmeyi az bir pahayla değişmeyin! Bir bilseniz, Allah katında (bulacağınız paha) sizin için elbette en iyisidir:
96. (Çünkü) sizin katınızdaki tükenir gider, ama Allah katındaki kalıcıdır.Ve kesin olan şu ki: güçlüklere göğüs gerenleri yaptıkları en iyi şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.
97. Erkek ya da kadın, inanmış olması yanında bir de dürüst ve erdemli davranan kimseye hiç şüphesiz arı-duru, hoş bir hayat tattıracağız; (121) ve yine şüphesiz böylelerini, yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.

121 - Bu ifade, gerçek bir müminin, Allah'tan yana uyanık tutmaya çalıştığı bilinç ve duyarlıkta bu dünyada erişilebilecek en büyük mutluluğu, esenliği bulabileceği düşünülürse, ya bu dünyadaki hayata, ya onu öte dünyada bekleyen mutluluğa, ya da her ikisine birden işaret etmektedir.

98. İMDİ, Kur'an okuyacağın zaman, hemen o kovulmuş şeytana karşı Allah'a sığın. (122)

122 - Bu pasaj 98. ayetten başlayarak 105. ayeti de kapsamakta ve yukarıda 90. ayette geçen kapsamlı ahlakî talimatla ve buna bağlı olarak (89. ayetteki) Kur'an'ın amacının her şeyi açıklamak, Allah'a yürekten boyun eğenlere bir doğru yol bilgisi, bir rahmet (zihin ve ruh aydınlığı) ve bir müjde sağlamak olduğunu dile getiren ifadeyle açık bir bağlantı kurmaktadır. Sözü geçen son ifade, Kur'an'ın, Allah'ın öngördüğü manevî ve ahlakî değerlerin nihaî kaynağı ve dolayısıyla iyinin ve kötünün ne olduğunu ortaya koyan değişmez bir ölçü olduğunu îma etmektedir. Ne var ki insan, yapısı gereği, her zaman vahiy yoluyla ortaya konan manevî, ahlakî ölçülerin gerçek değerini sorgulama ya da onlara şüpheyle yaklaşma eğilimindedir; bunun içindir ki, yukarıdaki ayetle, inanan kişiye, ilahî kelâmı okuyacağı yahut onun üzerinde düşüneceği zaman, Kur'an'ın "kovulmuş Şeytan" olarak isimlendirdiği varlığın -yani, insanın kendi ruhunda ve toplumsal çevresinde bulunan ve onu ahlakî ilke ve endişelerinden koparıp Allah'tan uzaklaştıran her türlü güç ve saikin- ayartmalarına, fısıltılarına karşı Allah'ın manevî desteğine başvurması öğütleniyor.

99. Gerçekte, onun, imana erişenlerin ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir nüfûzu/etkisi yoktur:
100. Onun yalnızca kendisini izlemeye istekli olanlar (123) üzerinde ve bir de ona tanrısal nitelikler yakıştıranlar (124) üzerinde etkisi vardır.

123 - Yahut: "onu efendi edinenler". Bununla bağlantılı olarak karş, 14:22 ve ilgili 31. not.

124 - Yani, zenginlik gibi, toplumsal nüfûz ve itibar gibi azdırıcı şeylere tapınırcasına bağlılık, düşkünlük göstererek ruhlarını Şeytan'ın ayartmalarına kaptıranlar.

101. Biz bir ayetin yerine bir başka ayeti getirdiğimizde (125) -ki Allah adım adım (126) ne indirdiğini bütünüyle bilmektedir- [hakkı inkar edenler], "Sen sadece uyduruyorsun!" derler. Oysa onların çoğu bilmeyen, anlamayan kimselerdir! (127)

125 - Yani, bazı Müslüman alimlerin ileri sürdüğü gibi Kur'an'ın bir ayetinin hükmünü kaldırıp "neshedip" onun yerine bir başka ayet koyarak değil, fakat önceki ümmetlere mahsus birtakım özel talimatların yerine Kur'an mesajını koyarak. (Kur'an'ın kendi ayetleri için sözkonusu edilen bu savunulamaz "nesih doktrini" için bkz. 2:106 ve ilgili 87. not; ayrıca 41:42 ve 35. not.)

126 - Yani, vahyin (yunezzil fiil formunun da îma ettiği) tedricî inişi Allah'ın planıyla uyum içindedir; öyle ki Allah istek ve buyruğunu bir plana göre insana tedricî olarak bildirmekte, insanlığın zihinsel ve toplumsal gelişme düzeyine göre bir talimatını bir başkasıyla değiştirmekte ve bütün bu süreci Kur'an mesajıyla doruğuna ulaştırmaktadır.

127 - Yani, onlar yeni bir hükmün/talimatın gerekliliğini anlamadıkları için, buna bağlı olarak Kur'an'ı da gereği gibi anlayıp değerlendiremiyorlar.

102. Onun, apaçık bir gerçeklik ve sarsılmayan bir doğruluk keyfiyeti içinde, imana erişenleri(n durumunu) güçlendirmek ve Allah'a yürekten bağlanıp boyun eğenlere bir doğru yol bilgisi, bir müjde olmak üzre Rabbinden safha safha Kutsal İlham (128) yoluyla indirildiğini söyle.

128 - Rûhu'l-kudüs terimini, bundan başka geçtiği üç ayrı ayette olduğu gibi (2:87 ve 253; 5:110), burada da "kutsal ilham" sözcükleriyle (ki, bizce bunun Kur'ânî eş anlamlısı "ilahî vahiy"dir. bkz. 2. sure, 71. not) aktardık. Bununla birlikte, tam sözcük karşılığı olan "kutsal ruh" tabirinin Allah'ın mesajını peygamberlere ulaştıran melek olarak anlaşılması da mümkündür. (Bkz. ayrıca, bu surenin 2. ayeti ve ilgili 2. not.)

103. Hiç kuşkusuz onların, "Ona (129) [bütün] bunları mutlaka bir insan öğretiyor!" dediklerini pekala biliyoruz. Oysa, onların karalamak amacıyla îma ettikleri kimsenin dili bütünüyle yabancı bir dil (130) olduğu halde, bu mesaj [hem kendisi] açık olan, [hem de gerçeğin özünü] apaçık gösteren Arapça bir söylemdir. (131)

129 - Yani, Muhammed (s)'e. Bu ifadeyle, onun, vahiy aldığı yolundaki beyanının yalan olduğunu söylemek istiyorlar.

130 - Müşrik Kureyşlilerden bazıları Kur'an'da dile getirilen öğretilere Muhammed (s)'in kendi "uydurmaları" gözüyle bakarken, bazıları da bunların ona bir yabancı tarafından, belki, o zamanlar Mekke'de oturan yahut Muhammed (s)'in hayatının erken dönemlerinde karşılaştığı farzedilen bir Hristiyan tarafından öğretildiğini düşünüyorlardı. Şüpheci Mekke'lilerin bu konuda kasdetmiş olabilecekleri kişi ya da kişilerin "kimliği" hakkında hem ilk Müslüman müfessirler, hem de çağdaş oryantalistler tarafından çeşitli tahminler yürütülmüştür; ama bu tahminlerin hepsi bütünüyle spekülatif nitelikte olup herhangi bir tarihsel değer taşımamaktadır. Müşrik Mekke'lilerin bu kuruntusu sadece bir tek tarihsel gerçeğe işaret etmektedir ki, bu da, derinliğini, eşsizliğini inkar edemedikleri Kur'an'ın o'nun tarafından "telif edildiğini" söylemeyi bile o'na yapılmış bir iltifat olarak gören Hz. Peygamber'in düşmanlarının böylece onun (Kur'an'ın) telifini, yahut en azından esinini, hayal ürünü bir yabancı "öğretmen"e, Arap olmayan efsanevî bir kişiliğe izafe etmeleridir.

131 - Tanımlayıcı mübîn terimi için seçilen bu uzun ve kapsamlı karşılık hk. bir açıklama için bkz. 12. sure, 2. not. Sözkonusu terim burada, hiçbir insanın -ve özellikle hiçbir yabancının (Arap olmayan anlamında)- Kur'an'daki pürüzsüz ve yüksek Arapça dil ve ifade tarzını ortaya koyamayacağı gerçeğini vurgulamak için kullanılmaktadır.

104. Gerçek şu ki, Allah'ın mesajlarına inanmayanları Allah doğru yola yöneltmez; ve onların [öte dünyadaki] payları da zorlu bir azap olacaktır.
105. Yalnızca, Allah'ın ayetlerine inanmayacak olanlar bu yalanı uydurmaktadırlar; (132) işte asıl böyleleridir yalan söyleyen!

132 - Yani, 103. ayette sözü geçen karalayıcı iddiayı. Bu ifade, ilk bakışta her ne kadar Hz. Peygamber'in muhalif çağdaşlarını îma etmekte ise de, geniş kapsamıyla bu îma, Muhammed (s)'e indirilen vahyin gerçekliğine inanmak istemeyen ve onu birtakım marazî ruh hallerinin, fikr-i sâbitlerin ürünü kuruntular ya da bilinçli, kasıtlı uydurmalar toplamı olarak açıklayıp gözden düşürmeye çalışan her çağın inkarcı tipini kapsamaktadır.

106. İmana eriştikten sonra Allah'ı inkar eden kimseye gelince -ki, bundan kasıt, kalbi imanla dolu olduğu halde baskı altında inkar etmiş görünen kimse (133) değil, (134) fakat kalbini bile isteye hakkın inkarına açan kimsedir- işte böylelerinin üzerine Allah katından bir hışım çökecek ve onların payına çok büyük bir azap düşecektir:

133 - Lafzen, "kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde, zora koşulan kimse". İşkence ve ölüm tehdidi altında canlarını kurtarmak için görünüşte inançlarından "caydıklarını" söyleyen müminleri îma eden bir ifade. Her ne kadar Kur'an'da, muhtelif yerlerde, inanç uğruna şehit olmanın yüce erdemine dikkat çekilmiş ise de, "Allah kimseye, taşıyabileceğinden fazla yük yüklemez" (karş. 2:233 ve 286, 6:152, 7:42, 23:62 ve aynı konuda başka pek çok Kur'ânî ifade).

134 - Lafzen, "dışındadır/müstesnadır". Ne var ki, cümlenin bir bütün olarak Arapça'daki kuruluşu metindeki illâ takısını yukarıdaki gibi (yani, "... değil," şeklinde) aktarmamızı gerekli kılmaktadır.

107. bütün bunlar, onların dünya hayatını ahirete yeğlemelerinden ve Allah'ın da hakkı inkar eden kimseleri doğru yola yöneltmemesinden ötürüdür.
108. İşte, Allah'ın kalplerini, işitme ve görme duyularını mühürlediği kimseler bunlardır; işte, umursamazlık içinde (135) dalıp giden kimseler bunlardır!

135 - Zımnen, "kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda" -Allah'ın hakkı inkar edenlerin kalplerini mühürlemesi ifadesine ilişkin bir açıklama için bkz. 2:7 ve ilgili not.

109. Hiç şüphe yok, ahirette kaybedecek olanlar da bunlardır!
110. Ve yine bil ki, Rabbin, kötülüğün ayartısını (136) gördükten sonra onun hüküm sürdüğü bölgeyi terk edenlerin ve o günden bu yana [Allah yolunda] üstün çabalar gösterip güçlüklere göğüs gerenlerin yanındadır; işte böyle bir dönüşümden sonra çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette senin Rabbindir!

136 - Yukarıda fiil formu içinde (futinû) geçen ve bizim "kötülüğün ayartısı" ifadesiyle çevirdiğimiz fitne kavramıyla ilgili bir açıklama için bkz. 8. sure, 25. not. Ellezîne hâcerû ifadesi ve onun manevî anlamı hk. bkz. 2. sure, 203. not ve 4. sure, 124. not.

111. [Öyleyse, haberiniz olsun,] o Gün herkes kendi başının çaresini aramaya çabalayacak ve herkese yapıp-ettiğinin karşılığı tam olarak ödenecek; kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
112. İŞTE, ALLAH [size] bir örnek veriyor: güvenlik ve refah içinde bir şehir [düşünün ki] oraya [ahalisinin] rızkı her yandan bolca akıp duruyordu; ama ahalisi tutup Allah'ın nimetine karşı yakışmaz bir biçimde nankörlük etti ve bunun üzerine Allah da onlara, inatla yapageldikleri [kötülüklerden] ötürü kuşatıcı bir açlık ve korku felaketi (137) tattırdı. (138)

137 - Lafzen, "giysi/elbise" (libâs) -İnsanı bir elbise gibi her yandan kuşatan felaketi ifade için klasik Arapça'da kullanılan deyimsel bir ifade (Tâcu'l-‘Arûs, yukarıdaki ayete özel bir atıfta bulunarak).

138 - Bu örnek ya da mesel, Allah'ın insana bahşettiği hesapsız rızık ve nimetlere karşı bilinçli ya da kasıtlı nankörlüğün, bir başka deyişle Allah'ın doğru yolu gösteren mesajına bilerek karşı çıkmanın, uzun vadede ve bir bütün olarak toplumsal hayatın karmaşık dokusu içinde dönüp dolaşıp eninde sonunda insanların başına sadece ahirette değil, bu dünyada da vahim sonuçlar, büyük felaketler açacağını gösteriyor. Bu dünyada, hiçbir toplum, köklerini, insanın (2. sure 19. notta açıklandığı üzere) "Allah'la olan bağlantısı" ya da "sözleşmesi" kavramında içkin bulunan ahlakî ve toplumsal ölçülere dayandırmadıkça, güvenlik ve refah içinde yaşamayı umamaz.

113. Kaldı ki, onlara aralarından bir elçi de gelmişti; ama onlar o'nu yalanladılar. Ve onlar böylece zulüm ve haksızlıklarına devam edip giderken azap kendilerini kıskıvrak yakaladı.
114. BUNUN içindir ki, Allah'ın size rızık olarak bahşettiği temiz ve meşru şeylerden payınızı alın ve eğer yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, o zaman nimetinden ötürü Allah'a şükrünüzü gösterin. (139)

139 - Bu pasajla nankör şehir ahalisi örneği ve dolayısıyla bu surenin giriş bölümleri (1-15. ayetler) arasındaki bağlantılardan birini, bu şükre çağırma ifadesi kurmaktadır.

115. Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adı anıla(rak boğazlanan hayva)nı yasaklamıştır; fakat zorunluluk durumuna düşen kimse, aşırı gidip ihtiyacının ötesine geçmemek şartıyla bu yasaklamanın dışındadır; çünkü Allah, şüphesiz çok acıyan-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır. (140)

140 - Belirtmek gerekiyor ki, yukarıdaki iki ayet 2:172-173'le hemen hemen aynıdırlar ve dolayısıyla numarası kaydedilen bu ayetlerin içinde yer aldığı bütün bir pasajla, yani 2:168-173'le bağlantı içinde okunmalıdır. Karş. ayrıca 6:145.

116. Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah'a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan-yanlış "bu helaldir, şu haramdır" demeyin; (141) çünkü, haberiniz olsun, Allah'a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler!

141 - Ahlaken neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda sübjektif tercihlere dayanan keyfî görüşler ileri sürme şeklinde ortaya çıkan bu çok önemli sorun hk. bkz. 2. sure, 137. not.

117. [Onlarınki bu dünyada] kısa bir avuntudan ibarettir; [öte dünyada ise] kendilerini can yakıcı bir azap beklemektedir!
118. Ve [yalnız] Yahudi inancına bağlı olanlara sana daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri (142) yasakladık; çünkü onlara Biz haksızlık yapmadık; tam tersine, onlar kendi kendilerine haksızlık yaptılar.

142 - Yani, bu sureden kısa bir süre önce vahyedilmiş olan 6:146'da sözü edilen şeyler. Cümlenin başındaki "Ve" bağlacı bu ayetin yukarıda 114. ayetteki "Allah'ın size rızık olarak bahşettiği temiz ve meşru şeylerden payınızı alın" ifadesiyle olan bağlantısına işaret etmektedir. Bu iki ifade bir arada, gerçekten iyi ve sağlığa uygun olan hiçbir şeyin müminlere yasak olmadığını (6:145); Yahudilere konan perhiz türünden bazı yasaklama ve kısıtlamalarınsa inatla sürdürdükleri bazı günahlara karşı sadece onlara özgü bir ceza, bir tedîb olduğunu göstermektedir (karş. 3:93).

119. Bir kez daha (belirtelim), (143) muhakkak ki senin Rabbin, bilmezlik yüzünden kötülük işleyen sonra da tevbe eden ve artık düzgün yaşayan kimselerden yanadır; işte böyle [bir tevbeden] sonra çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette senin Rab-bindir.

143 - Sümme için verilen bu karşılık hk. bkz. 6. sure, 31. not.

120. GERÇEK ŞU Kİ, İbrahim insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamasını bilen, (144) yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden yüz çevirerek Allah'ın iradesine yürekten bağlanıp boyun eğen (145) biriydi; Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıran kimselerden değildi:

144 - Ümmet teriminin pek çok anlamlarından biri de budur; ve bizce bu anlam örgüsü içinde yapılabilecek en uygun aktarım ancak yukarıdaki gibi olabilir. Burada Hz. İbrahim'den söz edilmesi, Yahudilerden söz eden 118. ayete ilişkin ince bir atıf taşımaktadır: çünkü ismi geçen bu kavim, Hz. İbrahim'in soyundan gelmekle kendini "seçilmiş kavim" olarak görmektedir; oysa, Kur'an, soya dayanarak ortaya atılan tüm üstünlük, seçilmişlik iddialarını ısrarla reddetmektedir. Ayrıca, Kur'an pek çok yerde ifade etmektedir ki, İbranîlerin -bu arada çoğu Arap boylarının- bu mümtaz/seçkin atası iyi, güzel ve doğru olan şeylerle öylesine özdeşleşmişti ki, "Allah o'nu (kendine) dost edinmişti" yahut "Allah onu sevgisiyle yüceltmişti" (4:125); oysa o'nun Yahudi torunları her fırsatta Allah'a başkaldırmış, ve dolayısıyla "kendi kendilerine haksızlık etmişlerdir".

145 - Hanîf teriminin bu karşılığına ilişkin bir açıklama için bkz. 2. sure, 110. not.

121. [Çünkü] o, kendisini seçip doğru yola yönelmesini sağlayan (Allah'a), nimetlerinden ötürü her zaman şükranla doluydu.
122. Biz de bunun için o'na bu dünyada iyilik bahşettik; şüphesiz ahirette de o kendini dürüst ve erdemli kimselerin arasında bulacaktır.
123. Ve sonuç olarak (146) sana, "Yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden sakınan ve hiçbir şekilde Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştırmayan İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik,

146 - Lafzen, "sonra" yahut "bundan sonra" (sümme): fakat, bu bağlaç burada, Kur'an'da ortaya konan vahyî mesajın en can alıcı noktasına, doruğuna işaret ettiği için, yukarıdaki gibi aktarılması daha uygun gözükmektedir.

124. Sebt gününün gözetilmesi sadece, onun hakkında (147) uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenlere emredilmişti; şüphe yok ki, bu çekişip durdukları konuda, Kıyamet Günü onların aralarında (148) elbette senin Rabbin hükmedecektir.

147 - Yani, Hz. İbrahim hakkında. Bu ifadeden kasıt şudur: Yahudilerin çoğu, Tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük Peygamber'in soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin "Allah tarafından seçilmiş kavim" olduklarını ileri sürmek suretiyle Hz. İbrahim'in gerçek dininden sapmışlardı. ("Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenler" ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu sapmadır.) Kur'an'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevî taşkınlık ya da küstahlık, İsrailoğulları'na -ve yalnızca onlara- birtakım ciddî yasaklar, kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de Sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış verişten uzak durmaktır. En geniş anlamıyla bu pasaj, Allah tarafından öngörülen tüm biçimsel yükümlülüklerin (ritual), kendi başlarına dinî birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve ruhanî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işaret etmektedir.

148 - Yani, sözde "Allah tarafından seçilmiş bir kavim" olma statüsüne dayanarak nihaî kurtuluşu hak ettiklerini ileri sürenlerle insanın bireysel olarak Allah'a karşı sorumlu olduğuna inananlar arasında. Bu ifadeyle söylem Allah'tan yana bilinç ve duyarlık içinde dürüst ve erdemli yaşama temasına yeniden dönmektedir.

125. [BÜTÜN İNSANLIĞI] hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır; ve onlarla en güzel, en inandırı-cı yöntemlerle tartış; (149) şüphesiz, O'nun yolundan kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir; ve yine doğru yola erişenleri de en iyi bilen O'dur.

149 - Karş. 29:46. "Geçmiş vahyin mensupları ile ... en güzel şekilde tartışın!" Başka inançlara bağlı kimselerle girilen tartışmalarda yöntem olarak en güzel, en yumuşak ve dolayısıyla en akla ve sağduyuya dayanan yöntemleri seçmek konusundaki bu ısrar "dinde zorlama yoktur" (2:256) ilkesiyle tam bir uyum ortaya koymaktadır.

126. Bunun içindir ki, [tartışmada] zora başvurmanız gerekirse, ancak onların sizi zora koştukları kadar zora başvurun (.150) Fakat eğer kendinizi tutarsanız, bilin ki, güçlüklere göğüs germesini bilen kimseler için bu daha iyi, daha hayırlıdır.

150 - Lafzen, "maruz kaldığınız kadarıyla karşılık [veya "cevap"] verin": bu talimatla, müminlerin, başka inançlara bağlı kimselerle tartışırken kendilerini tutmaları ve muhataplarına karşı asla onur kırıcı, zihnen tezyif edici olmayan davranış tarzlarını seçmeleri öğütleniyor. Gerçi tartışmada kişinin dürüstlüğü ya da samimiyeti muhatabınca itham altına sokulduğunda buna misliyle karşılık vermek caizdir; ama ayetin devamı, sabır ve itidalle karşılamanın ahlakî planda daha tercihe değer olduğunu ortaya koyuyor.

127. Öyleyse, [hakkı inkar edenlerin söylediklerine karşı] sabır göster ve daima hatırla ki, sana güçlüklere göğüs germe gücünü veren yalnızca Allah'tır; (151) ve onlardan yana üzülme; hele onların o asılsız iddiaları (152) seni hiç sıkmasın:

151 - Lafzen, "ve senin güçlüklere göğüs germen (sabr) yalnızca Allah'a bağlıdır" [ya da "Allah'la kâimdir"]" -yani, yoksa bu sabır sadece ruhanî ya da manevî bir gurur ya da küstahlığın, sahte bir kendine-güvenin, sahte bir dürüstlük tavrının kaynağı olmamalı.

152 - Lafzen, "bütün o kurageldikleri şeyler (oyunlar/tuzaklar)", yani, Allah'ın mesajlarına karşı uydurdukları asılsız, tutarsız iddialar.

128. Çünkü, Allah elbette, Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanlarla beraberdir, yani iyi olan ve iyilikte devamlı olanlarla!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: