Meal Seç / Sure Seç

Isra Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

17 - Isra
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
İlk ayetinde sözü geçen sırlarla dolu Gece Yolculuğu (bkz. Ek IV) bu surenin, daha önce değil, olsa olsa hicretten önceki yıl içinde vahyedilmiş olduğunu göstermektedir. Suyûtî, nüzul sıralamasında sureyi 28. sure (Kasas) ile 10-12. sureler grubu arasına yerleştirmektedir. Bir kısım otoriteler surenin bazı ayetlerinin çok daha sonraki bir zamana, yani Medine dönemine ait olduğu görüşünü ileri sürmüşlerse de, bu görüş, sadece tahminlere dayalı olduğundan pek üzerinde durulmayabilir. 2-8 ve 101-104. ayetlerinde İsrailoğulları'ndan söz edilmesi sebebiyle Hz. Peygamber'in kimi çağdaşları bu sureyi Benî İsrâîl ("İsrailoğulları") ünvanıyla isimlendirirlerdi; bununla birlikte klasik müfessirlerin çoğu sure için İsrâ' ismini tercih etmişlerdir. Hz. Ayşe'nin ifadesine göre, Hz. Peygamber bu sureyi her gece namazda okurdu (Tirmizî, Neseî ve İbni Hanbel).
1. YÜCELİĞİNDE sınır olmayan O [Allah] ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi (1) göstermek için [Mekke'deki] Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. (2) Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.

1 - Âyet terimi "[ilahî] mesaj" anlamında Kur'an'da çok sık kullanılan bir terim olsa da, hatırlatmalıyız ki, öncelikle, "kendisiyle bir başka şeyin varlığına ya da niteliklerine hükmedilen simge yahut işaret/alamet" anlamını taşır (Kâmûs). Râğıb'ın tanımladığı gibi, bu terim, algı ve müşahede alanımız içinde olan ve kendisi gibi algı ve müşahede alanımızda bulunmayan bir başka şeyle ilgi ve bağlantı içinde onun varlığına delalet eden kavranabilir herhangi bir olgu, yahut kısacası "sembol/alamet" anlamında kullanılır. Bunun içindir ki, min âyâtinâ ibaresi, "bazı alametlerimizi" yahut "bazı sembollerimizi", yani nihaî gerçeklere delalet eden bazı işaretlerimizi sözcükleriyle rahatlıkla aktarılabilir.

2 - Hz. Peygamberin, Kudüs'e "Gece Yolculuğu" (isrâ') ve ardından göğe "Yükselme" (mi‘râc) diye bilinen sırlarla dolu tecrübesine ilişkin yukarıdaki kısa atıf, bu çalışmanın sonuna konan Ek IV'de oldukça etraflı bir biçimde tartışılmaktadır. Mescid-i Harâm ("Dokunulmaz İbadet Evi") tabiri Kâbe Mâbedi için Kur'an'da geçen isimlerden biridir; Kâbe ilk şekliyle Hz. İbrahim tarafından inşa edilmiştir (bkz. 2. sure, 102. not) ve "insanlık için inşa edilmiş ilk Mâbed" (3:96); yani, Tek Tanrı'ya ibadet için inşa edilmiş ilk mesciddir. Mescid-i Aksâ ("Uzak/En Uzak İbadet Evi") tabiriyle de, burada Muhammed (s)'den önce gelen uzun İbranî peygamberler zincirini simgeleyen ve "çevresini mübarek kıldığımız" ifadesiyle tanımlanan kadîm Süleyman Mâbedi -yahut, belki daha çok bu mâbed havalisi- kasdediliyor. Bu iki ünlü kutsal mâbedin yan yana zikredilmesi, Kur'an'ın "yeni" bir din getirmediğini, fakat önceki peygamberler tarafından da tebliğ edilen tek ve aynı mesajın bir devamından ve nihaî inkişafından ibaret olduğunu işaret amacına matuftur.

2. Ve Biz [aynı şekilde] Musa'ya (3) [da] kitap vermiştik ve onu İsrailoğulları için bir doğru yol rehberi kılmış [ve onlara şöyle demiştik:] "Kaderinizi belirleme gücünü Benden başkasında aramaya kalkmayın. (4)

3 - Ayetin başında yer alan "ve" bağlacı, sırlarla dolu Gece Yolculuğu'nun -ve dolayısıyla Miraç vakasının- Hz. Musa'ya lütfedilen vahiy gibi yüksek düzeyde ve benzer mahiyette, ilahî lütuf eseri tecrübeler olduğunu işaret etmektedir. Kur'an'da 4:164'de, "Allah, Musa'ya sözünü söyledi," yani doğrudan (teklîmen) konuştu diye buyurulmaktadır; ayrıca bkz. 7:143-144 ve özellikle, Allah'ın Hz. Musa'ya "... seninle konuşarak sana insanların arasında üstün bir yer ayırdım" sözünün geçtiği 144. ayet. Surenin başında yer alan "yüceliğinde sınır olmayan O [Allah] ki, kulunu geceleyin, bazı alametlerimizi göstermek için ... götürdü" ifadesinde de aynı dolaysız rabıtaya ya da aynı doğrudan tecrübeye ilişkin bir atıf vardır (bkz. yukarıda 2. not; ayrıca Ek IV). Bunun yanında bir de, burada ve Kur'an'ın başka pek çok yerinde görülen İbranîlerin dinî tarihine ilişkin göndermeler, onların peygamberlerine indirilen vahiylerin Tevhid inancının (monoteizmin) ilk ifade biçimlerini temsil ettikleri gerçeğine işaret etmek içindir ki bu, tevhid inancının yeniden tebliğ edilmesinde ideolojik açıdan büyük bir önem taşımaktadır.

4 - Vekîl terimi, "[bir başkasına ait] iş ya da sorunların çözüm için emanet ya da havale edildiği kimse"yi yahut, "[bir başkasının] davranışından sorumlu olan kimse"yi ifade eder. Allah için kullanıldığı zaman, bazan "koruyucu" (3:173'de olduğu gibi) yahut, "destekçi/savunucu" (4:109'da olduğu gibi) ya da "‘alâ külli şey'in" ifadesiyle birlikte, (6:102 ve 11:12'de olduğu gibi) "her şeyi gözetiminde tutan" anlamında kullanılmaktadır. Yukarıdaki ayette (39:62'de olduğu gibi) terim belirgin bir biçimde, yarattığı varlıkların ve nesnelerin kaderlerinin belirlenmesi konusunda münhasıran Allah'ın nüfûz ve kudret sahibi olduğunu ifade etmektedir.

3. Siz ey Nûh'la birlikte [gemide] taşıdığımız insanların soyundan gelenler! O (Nûh ki,) gerçekten de çok şükreden bir kuldu".
4. Ve İsrailoğulları'na vahiy yoluyla (5) [şunu] bildirdik: "Muhakkak ki siz yeryüzünde iki defa (6) bozgunculuk çıkaracak ve küstahça büyüklenip duracaksınız!"

5 - Lafzen, "kitapta" -burada sözcük cins belirten anlamıyla ve muhtemelen Tevrat'ta yer alan (Levililer xxvi, 14-39 ve Tesniye xxviii, 15-68) gaybî haberlere, ayrıca İşaya'nın, Yeremya'nın, Hz. Yahya ve İsa'nın ön uyarılarına işaret etmek üzere kullanılmıştır.

6 - Hem Kitâb-ı Mukaddes, hem de Kur'an İsrailoğulları'nın pek çok kere Allah'ın koyduğu yasalara baş kaldırdıklarından söz ettiğine göre, "iki defa" (merrateyni) ifadesinin burada sadece iki kez olan bir şeyi değil, fakat daha çok İsrailoğulları tarihinin iki ayrı ve uzun dönemini işaret ettiğini söylememizi haklı kılacak gerekçelere sahibiz.

5. Bu yüzden bunlardan ilki hakkında yapılan ön-uyarı(nın günü) gelip çattığında kavgada çok çetin kullarımızdan saldık üzerinize, öyle ki bunlar ülkede kıyı-bucak girmedik yer bırakmadılar; ve ön-uyarının gereği böylece bütünüyle yerine gelmiş oldu. (7)

7 - Ayette geçen ‘ibâd terimi, isteyerek ya da zorunlu olarak hepsi Allah'ın iradesine boyun eğmek durumunda olduklarına göre, yaratılmış varlıkların her türünü içine almakta (karş. 13:15 ve ilgili 33. not) ve burada açıktır ki, özellikle insanlara işaret etmektedir. Muhtemeldir ki, "kavgada çok çetin kullarımız" tabiri, M.Ö. 7. yüzyılda Filistin'i istila edip İbranî ulusunun büyük kısmının (on "kayıp kabile") yok olmasına sebep olan Asurlular ve onlardan yüz yıl kadar sonra Süleyman Mâbedi'ni yıkıp İsrailoğulları'ndan kalanları da tutsak alarak yurtlarından çıkaran Babilliler, ya da tek "dönem" teşkil etmek üzere bütün bu olayların her ikisiyle birden ilgilidir (bkz. önceki not). Allah'ın tevbeye yanaşmayan günahkarlar üzerine sıkıntılar ya da felaketler "göndermesi", Kur'an'ın başka yerlerinde olduğu gibi burada da, insan hayatının ve özellikle de ulusların ve toplumların ortak hayatının uzun vadede bağlı olduğu sebep-sonuç yasalarını işaret için kullanılan deyimsel bir ifadedir.

6. Bir süre sonra onlara yeniden üstün gelmenizi sağladık; (8) ve sizi malca ve evlatça destekleyip sayınızı artırdık.

8 - Lafzen, "hamle sırasını onlardan size döndürdük" -Öyle görünüyor ki, bu ifade Yahudilerin M.Ö. 6. yüzyılın son çeyreğinde Babil tutsaklığından ya da sürgününden dönüp, ulusal örgütlenmelerini kısmen yeniden gerçekleştirdikleri ve yıkılan eski mâbedlerinin yerine bir yenisini yaptıkları günleri îma ediyor.

7. [Ve dedik ki:] "Eğer iyilikte sebat ederseniz, iyiliği yalnızca kendiniz için yapmış olursunuz; eğer kötülük yapmaya kalkışırsanız bunu da kendiniz için yapmış olursunuz".Ve böylece, ön-uyarılardan diğeri(nin günü) gelip çattığında, onurunuzu bütünüyle alaşağı eden, (9) önceki[ler] gibi Mâbed'e (davetsiz) giren ve ele geçirdikleri her yeri yerle bir eden [başka düşmanlar gönderdik üzerinize].

9 - Lafzen, "yüzlerinizi karartan". Yüz insan bedeninin en gözönünde ve ruh durumunu hemen ve en iyi biçimde yansıtan kısmı olduğu için çoğu zaman insanın tüm varlığını ifade eden bir mecaz olarak kullanılır; bunun içindir ki "birinin yüzünü karartmak" ifadesi onu bütünüyle "onursuz kılmak" yahut "onurunu bütünüyle ayak altına almak" ifadesiyle eş anlamlıdır. Bu pasaj, kuvvetle muhtemeldir ki, İkinci Mâbed'in ve Yahudi eyaletinin M.S. 70 yılında Titus tarafından yakılıp yıkılmasını îma etmektedir.

8. Rabbinizin size acıyıp-esirgemesi elbette umulabilir; ama eğer siz [günaha] geri dönerseniz, Biz de [azaba] geri döneriz. Ve [unutmayın ki,] Biz cehennemi hakkı inkar edenleri kuşatacak (bir hisar) kılmışızdır.
9. GERÇEK ŞU Kİ, bu Kur'an o dosdoğru olan (10) yolu göstermekte; dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan müminlere, ödüllerinin çok büyük olacağını müjdelemektedir;

10 - Yani, ahlakî düzgünlüğe, inceliğe ve insanın bireysel ve toplumsal yararına uygun, bunlarla uyumlu olan. Bu ifadeyle söylem, günah işlemenin ya da günahkarca bir yaşama tarzı seçmenin hakkı inkar etmekle aynı anlama geldiğini gösterdikten sonra, yeniden, bu surenin 2. ayetinde temas edilmiş olan Kur'an'ın temel temasına, yani Allah'ın peygamberlerine indirdiği vahyî mesajlar aracılığıyla insana her çağda doğru yol bilgisini ulaştırdığı fikrine dönüyor.

10. ve ahirete inanmayanlara da kendileri için çok can yakıcı bir azap hazırladığımızı [haber vermektedir].
11. Hal böyleyken, (11) insan yine de [çoğu zaman] iyilik için dua ediyormuşcasına (tutkuyla) kötülük için dua eder; (12) çünkü insan [yargılarında] tez canlıdır.

11 - Yukarıdaki anlam örgüsü içinde ve bağlacının anlamı bizce budur.

12 - Karş. 2:216 -"Mümkündür ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için (bazan) iyi olabilir; ve yine mümkündür ki, hoşlandığınız bir şey de sizin için (bazan) kötü olabilir": başka bir deyişle, ilahî rehberlik, iyinin ve kötünün ne olduğu konusunda tek nesnel ölçüdür.

12. Oysa, Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık; (13) öyle ki, gece ayetini gideriyoruz ve peşinden [onun yerine] ışık saçan gündüz ayetini (14) getiriyoruz ki Rabbinizin cömertliğinden (payınıza düşeni) arayasınız ve bir de gelip geçen yılların (15) ve [gelmesi kaçınılmaz olan] hesabın farkına varabilesiniz. Ve böylece, her şeyi (16) açık açık ortaya koyduk!

13 - Âyet teriminin birincil anlamı için bkz. yukarıda 2. not. Buradaki anlam örgüsü içinde âyeteyn ("iki sembol") ifadesi -sonraki cümleciğin de gösterdiği gibi- manevî ya da ruhanî karanlık ve aydınlıkla alakalıdır.

14 - Yani, insanı manevî/ruhanî cehalet ve hatadan aklın ve imanın aydınlığına yöneltmek amacına dayanan Kur'an mesajını.

15 - Lafzen, "yılların hesabını (‘aded)". Bu tabir, Kâmûs'un da belirttiği gibi, "insanın sayıp durduğu [kendi] ömrünün yılları"nı da ifade yahut işaret ettiğine göre, dünya hayatının geçiciliğine dikkat çekerek insanı burada açıkça manevî/ruhanî öz eleştiriye çağıran bir îma taşımaktadır.

16 - Yani, insanın din ve ahlak alanında ihtiyaç duyabileceği yol gösterici her türlü bilgiyi.

13. Öte yandan, Biz her insanın kaderini (kendi) boynuna dolamışızdır; (17) öyle ki, Kıyamet Günü onun önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir sicil çıkaracağız;

17 - Tâir, tam sözcük karşılığı "kuş" ya da daha uygun bir ifadeyle "uçan şey/uçan yaratık"tır. İslam'dan önceki dönemlerde Araplar çoğu zaman kuşların uçuş tarzlarına, uçuş yönlerine bakarak olacak olan hakkında iyi ya da kötü anlamlar çıkarmaya, kısacası gelecek hakkında ön-görüler, ön-yorumlar üretmeye çalıştıklarından tâir terimi zamanla deyimsel olarak "talih", yahut iyi ya da kötü, ikisini de kapsamak üzere "kader" anlamında kullanılır olmuştur. (Bu açıdan bkz. 3. sure, 37. not; 7. sure, 95. not.) Bununla birlikte, unutulmamalıdır ki, Kur'ânî "kader" kavramı, insan hayatına ilişkin haricî şartların ve olayların gidişinden çok, kişinin manevî/ahlakî tercihlerinin bir sonucu olarak bu hayatın izlediği yönü işaret eder, bir başka deyişle insanın manevî-ruhanî yazgısını ifade eder -ki bu da, Kur'an'da sıkça belirtildiği gibi, kişinin eğilimlerine, (ahlaken kötü olana karşı direnerek ya da tersine, iyi olana karşı bile-istiye ilgisiz kalarak) bilinçli tercihleriyle ortaya koyduğu tutum ve davranışlarına bağlıdır. Dolayısıyla, insanın manevî-ruhanî yazgısı (ya da kaderi) kendisine bağlıdır; kişiliğin genel gidişiyle ayrılmaz biçimde bağlantılıdır, ve insanı hayatta yapıp-ettiklerinden sorumlu tutan Allah olduğu için de, kendisinden "Biz her insanın kaderini kendi boynuna dolamışızdır" diye söz etmektedir.

14. [Ve o Gün ona:] "(Şimdi) oku sicilini!" [denecek,] "(çünkü) bugün kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın!" (18)

18 - "Sicil" ve ardından "kendi hesabını çıkarmak" tabirleri Hesap Günü'nde insanın geçmişine ilişkin her şeyin toplu olarak idrakinde olacağını ifade ediyor (Râzî). Bu temsîlî ifade Kur'an'da pek çok şekilde geçmektedir, örn. 37:19 yahut 39:68'de; ve belki en açık biçimde 50:22'de: "İşte (gözünüzdeki) perdeyi kaldırdık, bugün artık görüşünüz çok keskin!"

15. Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. (19)Ayrıca, Biz, [kendilerine] bir elçi göndermeden (20) [yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma] azap etmeyiz.

19 - Bkz. 6:164, 35:18, 39:7 ve ilgili notlar; ayrıca, bu temel ahlakî ilkeye ilişkin Kur'ânî ifadenin ilk yer aldığı 53:38.

20 - Zımnen, "ki doğru ile eğrinin anlamını iyice anlayabilsinler": karş. 6:131-132 ve ilgili 117. not; ayrıca, iniş sırasına göre İsrâ' suresinden hemen önce gelen 28. surenin 59. ayeti.

16. Ama bir toplumu yok etmeyi irade ettiğimiz zaman o toplumun refaha gömülmüş (21) seçkinlerine son uyarı(ları)mızı (22) iletiriz; ve [eğer] onlar günahkarca yaşamaya devam ederler[se], cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur; ve Biz de onu darmadağın ederiz.

21 - Yani, kendilerini ahlakî endişelerden bütünüyle uzak tutan. (Mutraf terimine verdiğimiz bu anlam için bkz. 11. sure, 147. not.) Burada sözü edilen kimseler zenginliklerine, toplumsal konumlarına dayanarak toplumlarında fiilî liderliği temsil eden ve dolayısıyla nüfuzları altındaki kimselerin davranışlarından da ahlaken sorumlu olan kimselerdir.

22 - Lafzen, "emrimizi", yani yollarını doğrultmaları için. Karye (lafzî karşılığı, "şehir/kasaba") -her zaman olmamakla birlikte- çoğu zaman "toplum" yahut "ahali" anlamını taşımaktadır.

17. Nûh'tan bu yana Biz böyle nicelerini yok ettik!Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haberdar olmakta senin Rabbin gibisi yoktur.
18. Kim ki, bu geçici hayatın [hazları] peşinde koşmak isterse, bu istediğinden dilediğimiz kadar, gerekli gördüğümüz kimseye hemen veririz; ama sonra onun payını cehennem kılarız (23) ki oraya kınanmış ve kovulmuş olarak katlanmak zorunda kalacaktır!

23 - Lafzen, "Ona cehennemi ayırırız [ya da "ayıracağız"]".

19. Fakat ahiret hayatını[n güzelliğini] isteyen ve bunun için gösterilmesi gereken çabayı gösterenlere gelince, [gerçek] müminler bunlardır; (24) çabalarına [Allah katında] değer verilen kimseler de işte böyleleridir!

24 - Allah'ın varlığına ve insanın O'na karşı sorumlu olduğuna inanmış olmak ahiret hayatının iyiliğini/güzelliğini gözetmek ve bunun için çaba sarf etmenin bir ön şartı olduğuna göre, bu anlam örgüsü içinde açıktır ki, "mümin" terimi, Allah'ın mutlak birliği ve biricikliği/eşsizliği-ortaksızlığı konusunda açık bir idrake ve ayrıca peygamberlere indirilen vahiyle insana teklif edilen doğru yol bilgisinin bile-isteye kabulüne işaret etmektedir –Arapça metinde, bilindiği gibi, önceki cümlenin tamamı tekil kişi zamiriyle ifade edilmiştir ("isteyen ... ve çaba gösteren ... ve mümindir" gibi): fakat çoğul olarak ifade edilen sonraki cümleciği gözönüne alarak, Arapça kullanıma da uygun bir şekilde buradaki zamirleri çoğul olarak aktarmak daha yerinde olacaktır.

20. Hepsine -bunlara da, ötekilere de- Rabbinin lütfundan ulaştırmaktayız; çünkü senin Rabbinin lütfu [insanların bir kısmıyla] sınırlı değildir.
21. Onların bazılarına [yeryüzünde] diğerlerine göre nasıl cömert davrandığımıza bir bak: fakat (unutma ki,) ahiret, paye olarak daha yüksek, erdem ve (manevî) zenginlik bakımından daha yücedir. (25)

25 - Lafzen, "derece olarak daha büyük ve (vaad ettiği) cömertlik bakımından (tafdîlen) daha büyüktür". Fakat son terim burada belirgin bir biçimde "erdem" (manevî mazhariyet) anlamını da içinde taşıdığından terimin çok yönlü anlamı bir tek sözcükle değil, ancak bir sözcük grubuyla aktarılmıştır.

22. (EY İNSANOĞLU,) Allah'la beraber bir başka tanrı edinme ki kendini kınanmış ve bir başına bırakılmış olarak bulmayasın:
23. çünkü Rabbin, başkasına değil, yalnızca O'na kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı (26) buyurmuştur. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında kocarsa, onlara sakın "Öf!" (27) demeyesin; onları azarlamayasın; onlara saygılı, yüceltici sözler söyleyesin,

26 - İnsanın dünyaya gelmesinde, hayata kavuşmasında asıl ve nihaî âmil ya da müsebbib Allah olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesindeki haricî ya da maddî ve fiilî âmil kişinin ana-babasıdır: böyle olduğu için de, yukarıda Allah'ı tâzim ve tevhid konusundaki çağrıyı hemen ana-babayı tâzîz etme, yüce tutma emri yahut öğüdü izliyor. Bunu da aşarak, 39. ayetin sonuna kadar uzanan bu pasaj insanlar arası ilişkilerde merhametin, yüce gönüllüğün ve dürüstlüğün "ahiret hayatının güzel kılınması için gösterilmesi gereken çaba"nın tamamlayıcı bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

27 - Arapça'da üff hoşnutsuzluk, sıkıntı ya da tiksinti hallerinde sarf edilen bir ünlem, çıkarılan bir ses.

24. ve onlara alçak gönüllüce ve acıyıp-esirgeyerek kol-kanat geresin; (28) ve "Ey Rabbim!" diyesin, "Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, Sen de onlara merhamet eyle!"

28 - Lafzen, "onlar için acıma-esirgemeyle (rahmet) tevazu/alçak gönüllülük kanadını indiresin": kuşun yuvadaki yavruları üzerine şefkat ve esirgemeyle kanatlarını germesinden mülhem mecazî bir ifade.

25. İçinizde olanı en iyi Rabbiniz bilmektedir. Eğer dürüst ve erdemli kimseler iseniz, [hatalarınızı bağışlayacaktır]: (29) hem, bilin ki, (günahtan) dönüp Allah'a yönelenler için (gerçek) bağışlayıcı O'dur.

29 - Bu ilave yukarıdaki vecîz (lafzen ifade edilmemiş olan) cümlenin anlamını vermektedir (Taberî, Beğavî, Zemahşerî, Râzî).

26. Ve (ey insanoğlu,) yakın(ların)a (30) hak(lar)ını ver; düşküne de, yolda kalmışa (31) da; ama sakın [elindekini] anlamsız, amaçsız bir biçimde (32) saçıp savurma.

30 - Burada akrabadan söz ederken geçen "onun hakkı" ifadesi, açıktır ki, kişinin yakınlarına, akrabasına göstermekle yükümlü olduğu sevgiye, saygıya dayanan ilgi ve yakınlığı işaret etmektedir (Zemahşerî ve Râzî); çünkü akrabadan maddî destek ya da yardımı gerektirecek kadar ihtiyaç içinde olanlar ayetin devamındaki "düşkünler" (miskîn) kategorisine dahildirler.

31 - Bu ifade için bkz. 2. sure, 145. not.

32 - Lafzen, "[bütünüyle] boş yere" (tebzîren), yani amaçsızcasına, anlamsız bir biçimde yahut iyi/meşru bir amaca bağlı olmaksızın. Akılda tutulmalıdır ki, tebzîr kavramı kişinin harcadığı miktarla değil de, harcamanın dayandığı amaçla ilgilidir. Bunun içindir ki, Taberî'nin kaydettiğine göre, İbni ‘Abbâs ve İbni Mes‘ûd tebzîr terimini "doğru olmayan bir amaç için" yahut "bâtıl bir sebeple harcamada bulunmak" olarak tanımlamışlardır; yine aynı yerde Mücâhid'in "Bir insan bütün varını yoğunu doğru bir amaç için harcarsa yaptığı tebzîr sayılmaz; fakat bâtıl yolda, yanlış yolda çok az bir miktar harcasa bile, bu tebzîr sayılır" dediği kaydedilmiştir.

27. Çünkü, bil ki, saçıp savuranlar Şeytan'ın türdeşleridir; Şeytan da zaten Rabbine karşı gerçekten çok büyük bir nankörlük sergilemiştir. (33)

33 - Tebzîr (saçıp savurma) -bundan önceki notta verilen açıklama ışığında- Allah'ın insana bahşettiği rızık nimetine karşılık tam bir şükür bilmezlik ifade ettiği için, saçıp savuran kimse de (mübezzir) "şeytanların türdeşi [lafzen, "kardeşleri"]" olarak nitelendiriliyor- "şeytan" ve "şeytanî" terimlerinin anlamına ilişkin etraflı bir açıklama için bkz. 15. sure, 16. not.

28. Ve eğer sen (kendin) de Rabbinin katından ihtiyaç duyduğun bir lütfu/bir rahmeti arama çabası içinde olduğun için (34) [ihtiyaç sahiplerine] ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman, hiç değilse, onlara yumuşak/yatıştırıcı bir söz söyle.

34 - Yani, "kendin de ihtiyaç içinde olman sebebiyle başkalarına yardım edecek durumda olmadığın için".

29. Ve ne ellerini boynuna bağlayıp kilitli tut, (35) ne de sonuna kadar aç[ıp varını yoğunu ortaya dök]; böyle yaparsan, [yükümlü olduğun kimselerce] kınanan, yapayalnız ve yoksul biri olup çıkarsın.

35 - Cimriliği ve özellikle de başkalarına yardım konusunda gösterilen isteksizliği îma eden bir mecaz (karş. 5:64'deki benzer ifade).

30. Şüphesiz dilediğine rızkı bolca, dilediğine de ölçülü-idareli veren senin Rabbin'dir. Ve kullarının durumunu bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O'dur.
31. Öyleyse artık, yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin; (36) onları da, sizi de doyuran/rızıklandıran Biziz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.

36 - Tarihsel planda bu ifade istenmeyen kız çocuklarının diri diri gömülmesi şeklindeki İslam öncesi Arap âdetini (bkz. 81:8-9 üzerine 4. not) îma ediyor olabileceği gibi -daha seyrek de olsa- Arapların bazı tanrılarına erkek çocuk kurban etmelerini de îma ediyor olabilir (bkz. Zemahşerî'nin 6:137'e ilişkin yorumu). Bütün bunlarla birlikte yukarıdaki uyarı ve aynı zamanda yasaklama, "yoksulluk kaygısıyla", yani sadece ekonomik sebeplerle çocuk aldırmayı (kürtaj) da pekala içine aldığına göre çağlar üstü bir önem, çağlar üstü bir anlam taşımaktadır.

32. Ve sakın zinaya yaklaşmayın; (37) çünkü bu son derece yüz kızartıcı, azgınca bir davranış ve çok kötü bir yoldur.

37 - Lafzen, "zinaya yaklaşmayın" -"yaklaşmayın" ifadesiyle zina yasağı pekiştiriliyor. Belirtmek gerekir ki, zinâ terimi kadınla erkek arasında, bunlar bir başkasıyla evli olsun olmasın, evlilik dışı cinsel ilişkinin her türü için kullanılan bir tabirdir- dolayısıyla hem "evliler" hem de "bekarlar" arası "gayrimeşru cinsel ilişki"yi kapsamaktadır.

33. Ve yine sakın, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, (38) Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bu konuda, haksız yere öldürülen kimsenin velisine [adil bir karşılıkta bulunma] yetkisi (39) tanımışızdır; ama hal böyle de olsa, bu kişi [karşılıkta] bire bir sınırını sakın aşmasın. (40) [Maktule gelince,] o, şüphesiz, [Allah tarafından] yardıma layık görülmüştür! (41)

38 - Yani, kazâî (hukukî) bir yargı, haklı sebeplere dayanan bir savaş (2:190 ve ilgili 167. not), yahut nefsi müdafaa gibi gerekçelere dayanmadıkça.

39 - Bu ifade haksız yere adam öldürmenin cezasına, yani kısâs ("adil karşılık") denen, 2:178'de ve ilgili notlarda açıklanan cezaya işaret etmektedir. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde velî ("hâmî/koruyucu" yahut "[birinin] haklarını savunan") terimi çoğunlukla maktulün yasal varisi yahut yakın akraba anlamınadır; bununla birlikte Zemahşerî yasal yönetimin de (sultân) bu terimin kapsamına girdiğini belirtir ki bu açıklama, kuşkusuz, yönetimin toplumun tüm üyelerinin tabii "koruyucusu" olduğu fikrine dayanmaktadır. Kutile mazlûmen ("haksız yere öldürülme") ifadesine gelince, açıktır ki bu yalnızca taammüden işlenen cinayete işaret etmektedir; çünkü zulm kavramı Kur'an'da kazara yahut bilmeden işlenen hatalar için değil, özellikle, bilerek işlenen haksızlıklar için kullanılır.

40 - Böylece, maktulün haklarını savunacak olan kimse, (bu durumda, kazâî merci) ölüm cezasını gerçek katil ya da katillerden başkasına uygulamak konusunda yetkisiz kılınmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda, durumu elverirse, hafifletici sebep ve şartları gözönünde bulundurarak ölüm cezasından büsbütün sarf-ı nazar etmeye mecbur kılınıyor.

41 - Yani, onun kazâî yargılama yoluyla hem bu dünyada katilinden öcü alınmış oluyor; hem de Allah'ın haksız yere öldürülen kimselere öte dünyada bahşedeceği özel nimete yahut rahmete kavuşuyor (Râzî). Bununla birlikte, bazı müfessirler buradaki "o" zamirinin maktulün haklarını koruyan kimseyle, yani yasal varisiyle ya da yakın akrabasıyla ilgili olduğunu söyleyerek yukarıdaki ibareyi "kendisi kısas yasasıyla yeterince desteklenmiştir, o halde artık denklik ölçüsünü aşan bir cezalandırmanın peşine düşmesin" şeklinde açıklamaktadırlar.

34. Yetimin malına, kendisi erginlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında sakın yaklaşmayın. (42)Verdiğiniz her sözü yerine getirin, çünkü verdiğiniz sözden [Hesap Günü'nde] mutlaka sorguya çekileceksiniz! (43)

42 - Bkz. 6. sure, 149. not.

43 - Lafzen, "Her söz hakkında sorgulama (yahut "kovuşturma") yapılacak".

35. Ve ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun; tartıyı da doğru (44) teraziyle yapın: böylesi [sizin için] daha iyi, daha yararlı ve sonuç olarak da daha güzel olacaktır.

44 - Lafzen, "dosdoğru" (müstakîm) -Kur'an'ın anlam dokusu içinde ister istemez manevî ya da ruhanî ve ahlakî çağrışım taşıyan bir terim. Böyle olduğu için, 6:152'deki benzer ifadede olduğu gibi, yukarıdaki buyruk da sadece ticarî alış verişler için değil, insanlar arası bütün ilişkiler için geçerlidir.

36. Bilmediğin şeyin ardına düşme; (45) çünkü, işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi [Hesap Günü'nde] bundan sorguya çekilecektir!

45 - Yahut: "Bilmediğin konuda fikir beyan etme" [veya "bilmediğin şeyin ardından gitme"]. Bunun, olaylar ya da insanlar hakkında ileri sürülen mesnetsiz iddialara (ve dolayısıyla iftira ve yalan şehadete), olaylarla doğrulanmayan, tahmine dayanan beyanlara ya da elde doğru değerlendirmeye yetecek veriler olmadığı halde birtakım toplumsal olay ve oluşumlara karışma tavrına işaret eden bir ifade olduğu söylenebilir.

37. Ve yeryüzünde kurumlanarak dolaşma; çünkü (böyle yapmakla) sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin!
38. Bütün bunların kötülüğü, Rabbinin katında asla hoş karşılanmayan (şeyler olmalarıdır). (46)

46 - Bazı müfessirlere göre bu hüküm önceki iki ayette bahsedilenlerle ilgilidir; daha kuvvetli bir ihtimal ise, bunun yukarıdaki gibi ister açıkça dile getirilmiş olsun ister sadece îma edilmiş olsun, 22-37. ayetlerde geçen bütün yasaklamalarla ilgili olduğudur.

39. Bu (söylenenler) doğru ile eğrinin ne olduğuna dair Rabbinin sana ulaştırdığı bilginin bir parçasıdır. (47)Öyleyse, artık (ey insanoğlu,) Allah'la beraber sakın bir başka tanrı edinme: (48) yoksa, [kendince] kınanmış ve [O'nun tarafından] kovulmuş olarak cehenneme atılırsın!

47 - Belirtmek gerekir ki, çoğu zaman "bilgelik" yahut "derin bir bilgi ve vukufa dayanan, ince-derin bir gerçeği dile getiren söz" anlamına gelen hikmet ismi, "önledi" yahut "kişiyi ya da bir nesneyi istenmeyen tarzda olmaktan ya da davranmaktan alıkoydu" anlamına gelen hakeme fiilinden türemiştir. Bunun içindir ki, hikmet sözcüğünün birinci anlamı "kişiyi kötülükten yahut cahilce davranmaktan alıkoyan şey"dir (karş. Lane II, 617); olumlu anlamıyla sözcük "çok derin ve üstün olana ilişkin vukuf, anlayış, kavrayış" demektir (Lisânu'l-‘Arab, Tâcu'l-‘Arûs). Terim, yukarıdaki ayette özellikle "Allah katında hoş karşılanmayan şeyler"e atıfta bulunulduktan sonra geçtiğine göre, insandaki sağduyu (yahut "doğruyla eğriyi birbirinden ayırma yeteneği"ne işaret etmektedir ki bu da, ahlakî değerler konusunda Allah'ın tayin ettiği mutlak bir ölçünün varlığını gerekli kılar.

48 - Allah'a ve O'nun nihaî yargılamasına inanç olmaksızın, zamandan ve toplumsal çevre ve koşullardan bağımsız mutlak ahlakî değerlerin kabulü için başka herhangi bir dayanak olmadığı, olamayacağı için, yukarıdaki pasaj, başlarken olduğu gibi, Allah'ın varlığına, birliğine inanmaya ilişkin bir çağrıyla sonuçlanıyor.

40. ŞİMDİ [SÖYLEYİN,] Rabbiniz oğullar (vererek) sizi seçip akladı da, kendisine melek görüntüsü altında kızlar mı edindi? (49) Doğrusu, çok ağır bir söz sarfediyorsunuz!

49 - Lafzen, "meleklerden dişiler/kızlar mı edindi?": Meleklerin Allah'ın kızları (bir tür tanrıçalar) olduğu yolundaki İslam öncesi çağların Arap inancını îma eden bir ifade. Müşrik Arapların bir taraftan kız çocuklarını hor görürken, diğer taraftan onları kendilerine değil de Allah'a, yüce tutulması gereken bir varlığa yakıştırmalarındaki çelişkiye dikkat çekiliyor olmalı (karş. 16:57-59 ve ilgili notlar). Bu belagat gereği soru, en geniş anlamıyla, Allah'ın uluhiyetinin bir başka varlığa yansıtılabilmesindeki, ya da bir başka varlıkla paylaştırılabilmesindeki saçmalığı, tutarsızlığı ortaya koyuyor (karş. 6:100-101).

41. Gerçek şu ki, bu Kur'an'da Biz (gerçeği) pek çok yönden açık açık ortaya koyduk ki [onu inkar edenler] iyice içlerine sindirebilsinler: ne var ki, bu sadece onların nefretini artırdı.
42. De ki: "Eğer -onların iddia ettikleri gibi- O'nunla beraber [başka] tanrılar olmuş olsaydı, o zaman bunlar topyekün egemenliği elinde tutan (Allah')la kavgaya tutuşmak için fırsat kollarlardı". (50)

50 - ‘Arş terimi (lafzen, "taht" yahut, daha uygun bir ifadeyle "kudret makamı") Kur'an'da Allah'ın var olan her şey üzerindeki mutlak hakimiyetini ifade için kullanılmaktadır; bunun içindir ki, zu'l-‘arş tabiri en yakın bir ifadeyle "Topyekün egemenliği elinde tutan" şeklinde aktarılabilir. Öte yandan, bu ayetin işaret ettiği anlam konusunda müfessirler bütünüyle hemfikir değildirler. Bazıları ayeti, "Eğer Allah'tan başka tanrılar var olsaydı, bunlar Allah'ı âlem üzerindeki kudret ve iktidarından kısmen ya da tamamen yoksun bırakmaya çalışırlar ve böylece âlemde bir kaosa, kargaşaya yol açarlardı" şeklinde açıklamışlardır. En başta Taberî ve İbni Kesîr olmak üzere bazıları ise, biraz karmaşık da olsa, daha iyi bir yorumda bulunmuşlardır. Allah'tan başka tanrılar ya da tanrısal güçlerin varlığına inanan kimselerin bu varlıkları ya da güçleri yalnızca Allah'la insanlar arasında aracılar olarak gördükleri yolundaki meşrulaştırıcı faraziyeden yola çıkarak bu müfessirler demişlerdir ki, eğer bu sözde tanrısal yahut yarı-tanrısal "aracılar" gerçekten var olsalardı, bu durum açıkça onların birer aracıdan başka bir şey olmamaları nedeniyle, Allah'ı mutlak ve müte‘âl varlık olarak tanıdıkları anlamına gelirdi ki bu da kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadıklarını ve son tahlilde bütünüyle O'na bağlı, O'na bağımlı olduklarını kabul etmek demektir; bağımlı oldukları, herhangi bir kudretten yoksun oldukları böylece aşikar olan bu hayal ürünü "aracıların", hangi mahiyette olursa olsun, herhangi bir tanrısal nitelikten de yoksun oldukları ortadadır. Hal böyle olunca, artık insan için doğrudan doğruya Allah'a, o her şeye gücü yeten, her şeyi görüp işiten Tek İlah'a yönelmesi ve herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaması çok daha makul, çok daha onurlu değil midir?

43. Kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuzdur O; ve yücelikte, ululukta onların söyleyegeldiklerinden sonsuza kadar ötede, sonsuza kadar aşkındır! (51)

51 - Bkz. 6. sure, 88. not.

44. Yedi gök (52) ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O'nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur: ne var ki siz onların yücelemelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! (53)Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de halîm olan O'dur!

52 - Bu ifadeyle ilgili bir açıklama için bkz. 2. sure, 20. not.

53 - Yani, kainattaki her şey sınırsız ilim sahibi Yaratıcı bir İrade'nin varlığına tanıklık ederken, yalnızca insan, her zaman var olan, her yerde varlığını hissettiren Allah'ın mutlak kudretinin bu karşı konulmaz, görmezlikten gelinmez tecellilerine, belirtilerine karşı çoğu zaman kör ve sağır kalmaktadır.

45. Ve (54) (gerçeği anlamaya niyetli olmamalarından ötürü, onlara) Kur'an okuduğun zamanlar, seninle ahirete inanmayacak olanların arasına görünmeyen bir perde çekeriz:

54 - Bu pasaj yukarıda 41. ayetle bağlantılıdır.

46. ve kalplerine, onu kavramalarına engel olan bir örtü koyarız ve kulaklarına bir tıkaç. (55) Ve bu yüzden, Kur'an okurken ne zaman Rabbinden Tek Tanrı olarak söz etsen (56) nefretle sırtlarını dönüp giderler.

55 - Karş. 6:25. Bkz. ayrıca, 2:7 ve ilgili not.

56 - Lafzen, "Kur'an'da ne zaman Rabbinden tek olarak bahsetsen".

47. Seni dinledikleri zaman, Biz onların aslında neye kulak kesildiklerini (57) ve kendi aralarında görüştükleri zaman, bu zalimlerin [birbirlerine]: "[Eğer Muhammed'e uyarsanız,] düpedüz büyülenmiş bir adama uymuş olacaksınız!" dediklerini çok iyi biliyoruz.

57 - Yani, Kur'an mesajına kusur bulmak için.

48. Seni benzettikleri şeye bak [ey Peygamber!] Bir kere yoldan çıkmış bunlar ve bu yüzden [hakka çıkan] bir yol da bulacak durumda değiller artık!
49. Ve onlar [bir de şöyle] diyorlar: "Demek biz kemiğe, toza toprağa dönüştükten sonra, gerçekten yepyeni bir yaratma eylemiyle diriltileceğiz, öyle mi?"
50. De ki: "İster taşa dönüşün, ister demire;
51. hatta isterseniz aklınıza gelebilecek [hayata, dirime] daha uzak [başka] bir unsura dönüşün (58) [yine de ölümden sonra diriltileceksiniz].Ve bunun üzerine [eğer], "Bizi kim [hayata] geri döndürecek?" diye soracak [olur]lar [sa], de ki: "Peki, sizi ilk defa var eden kimdi?"Ve sonra sana [inanmamış bir tavırla] başlarını sallayıp, "Bu ne zaman olacak?" diye sorarlar[sa], [onlara] de ki: "Belki, çok yakında!",

58 - Lafzen, "kalplerinize daha da zor gelen yaratılmış başka bir unsur" -yani, hayata kavuşabileceği, hayata dönebileceği çok daha az beklenir bir madde.

52. "Sizi çağıracağı ve sizin de onu överek (bu çağrıya) cevap vereceğiniz, ve kendinizi [yeryüzünde] çok kısa bir süre oyalanmış gibi hissedeceğiniz bir Gün'de." (59)

59 - İnsana dünyada geçirdiği hayat, ahirette yaşayacağı hayat yanında "çok kısa bir süre"ymiş gibi gelecek (Taberî, Zemahşerî). Bu ifadenin bir başka anlamı da, insanın dünyevî zaman duygusunun mutlak realiteyle karşılaştığında anlamını yitireceği yönündedir. Ölümden sonra dirilişi eskiden inkar eden bu insanların Allah'ın çağrısına O'nu överek cevap vereceklerini söyleyen önceki ifade, onların, ölümden kalktıklarında artık Allah'ın varlık ve kudretini bütünüyle idrak edebilecek duruma geleceklerini îma etmektedir.

53. YİNE DE Sen kullarıma söyle, [inançlarını paylaşmayan kimselerle] (60) en güzel bir biçimde konuşsunlar; çünkü, Şeytan insanların aralarını açmak için her zaman fırsat kollamaktadır. (61) Şeytan gerçekten de insanın açık düşmanıdır!

60 - Karş. 16-25 (ve ilgili 149. not) ve 29:46.

61 - Lafzen, "Şeytan onların arasını açar" yahut "onların arasına ayrılık sokar".

54. Rabbiniz ne olduğunuzu, [neye layık olduğunuzu] tam olarak bilmektedir: dilerse size acıyıp esirgeme gösterir, dilerse cezalandırır sizi.Bunun içindir ki [ey Peygamber,] seni [insanların] yazgılarına karar verme yetkisiyle göndermedik; (62)

62 - Bu anlam örgüsü içinde vekîl terimine karşılık olarak verdiğimiz "[bir başka varlığın] kaderini/yazgısını belirleme yetkisine sahip olan kimse" ifadesi hk. bkz. bu surenin 2. ayeti üzerine 4. not. Yukarıdaki cümle için aynı derecede makul bir başka çeviri de şu olabilirdi: "Biz seni onların davranışlarından sorumlu olarak göndermedik".

55. çünkü, göklerde ve yerde bulunan her varlığı her bakımdan bilen senin Rabbindir. Fakat şu da bir gerçektir ki, Biz bazı nebîlere diğerlerine göre daha büyük bir yücelik tevdî etmişizdir; (63) tıpkı Davud'a [rahmetimizin bir belirtisi olarak] ilahî hikmetle dolu bir kitap verdiğimiz gibi. (64)

63 - Bu, öyle görünüyor ki, Son Peygamber olarak Muhammed (s)'in misyonuna ilişkin bir îmadır (Zemahşerî, Beydâvî): yani, Muhammed (s)'in kendisi, Allah'ın mesajını ulaştırdığı kimselerin "kaderlerini belirleme" gücüne sahip olamasa da, tebliğ ettiği mesaj kıyamete kadar geçerli kalacaktır.

64 - Yani, tıpkı Hz. Davud'un "ilahî hikmetler kitabı"nın (Mezmurlar) o'nun dünyevî iktidarından (krallığından) fazla yaşaması gibi, Muhammed (s)'in tebliğ ettiği mesaj, Kur'an da, o'nun takipçilerinin tüm inişli çıkışlı tarihsel gidişlerinin üstüne çıkacak, onlardan fazla yaşayacaktır.

56. DE Kİ: (65) "O'nunla beraber [tanrısal güçlere sahip olduğunu] zannettiğiniz [varlıkları] (66) çağırın bakalım; sizden bir darlığı gidermeye ya da onu [başka bir yere] yansıtmaya (67) güçlerinin olmadığını [göreceksiniz"].

65 - Zımnen, "Allah'la birlikte başka tanrısal güçlerin de var olduğuna/var olabileceğine inanan kimselere".

66 - Sonraki ifadelerin de gösterdiği gibi bu ifade, azîzlere, velîlere ve meleklere tapınmayı îma ediyor.

67 - Yani, bu darlığı kendi üzerlerine almaya: Bu açıkça Hristiyanların "vekaleten kefaret" inancına bir atıftır.

57. Aslında, onların bu yalvarıp yakardıkları [ve böylece azizleştirdikleri, tanrılaştırdıkları şahsiyetlerin] kendileri -içlerinden O'na en yakın olanları [bile]- (68) Rablerinin yakınlığını kazanmaya çalışırlar(dı); hem de, O'-nun rahmetini umup azabından korkarak: çünkü onun azabı gerçekten sakınılması gereken bir şeydir!

68 - Yani, peygamberlerin de, meleklerin de en büyükleri.

58. Ve [unutmayın ki], Kıyamet Günü'nden önce ortadan kaldırmayacağımız ya da [günahkarca gidişinden ötürü] zorlu bir azapla azaplandırmayacağımız bir toplum yoktur; (69) bu (olacakların) hepsi kitabımızda (70) yazılıdır.

69 - Yani, dünya hayatında her şey geçici, her şey yok olmaya mahkum olduğuna göre, insanoğlu ahiret hayatından yana duyarlık göstermeli, kendini ona hazırlamalıdır.

70 - Lafzen, "kitapta" -yani, bunların hepsi, Allah'ın yarattığı âlem için koyduğu değişmez yasalara bağlı kılınmıştır.

59. Bizi [öncekiler gibi, bu mesajı da] mucizevî belirtilerle birlikte göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onları hep yalanlamış olmalarıdır; (71) nitekim, Semûd kavmine uyarıcı-aydınlatıcı bir belirti olarak o dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kâle almadılar. (72)Oysa biz bu kabil belirtileri yalnızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir.

71 - Bu son derece vecîz ve dolayısıyla ilk bakışta biraz kapalı gibi görünen cümle, bir bütün olarak Kur'an'ın anlam ve amacı konusunda temel bir açıklama ortaya koymaktadır. Kur'an'ın pek çok yerinde Peygamber Muhammed (s)'in, Allah'ın elçilerinin sonuncusu ve en büyüğü olmakla birlikte, önceki bazı peygamberlerin sözlü mesajlarını desteklemek ya da pekiştirmek için gösterildiği söylenen türden mucizeler gösterme gücüyle donatılmadığı ısrarla belirtilmiştir. Denebilir ki, o'nun tek mucizesi: açıklığıyla, ahlakî kapsam ve mahiyetiyle kusursuz; insanlık tarihinin her çağına, her gelişim safhasına uyan; insanların hem duygularına hem akıllarına hitab eden; hangi ırktan, hangi toplumsal katmandan gelirse gelsin her insana açık olan ve hem lafzıyla, hem de muhtevasıyla Kıyamet Günü'ne kadar değişmeden kalacak olan Kur'an'ın kendisiydi ve bugün de böyle olmakta devam etmektedir. Önceki peygamberler değişmez biçimde hep kendi toplumlarına, kendi kavimlerine ve yalnız kendi çağlarına tebliğ etmekle görevlendirildikleri için onların tebligatı ister istemez kendi toplumlarının ve kendi çağlarının toplumsal ve düşünsel şartlarıyla sınırlıydı; ve hitab ettikleri insanlar da henüz bağımsız düşünme evresine varmamış olduklarından, bu peygamberler, üstlendikleri görevin iç gerçeğini, sarsıcı mahiyetini kavrayabilmeleri yönünde insanların dikkatlerini uyandırmak için sembolik nitelikte birtakım alametlere, birtakım mucizelere ihtiyaç duymuşlardır (bkz. 6. sure, 94. not). Ama Kur'an, insanlığın (özellikle, Yahudilik, Hristiyanlık gibi çıkışları itibariyle vahye dayanan dinsel gelişmelerin etkili olduğu bölgelerde yaşayan toplumların) belli bir düşünce ve inanç sistemini (ideology), artık yukarıdaki ayetin işaret ettiği tarzda geçmişte vuku bulan ve çoğu zaman sadece yeni ve ciddî kavrayış, anlayış bozukluklarına yol açan birtakım mucizevî alamet ya da işaretlerin zuhuruna ihtiyaç duymadan kavrayabileceği bir çağda vahyedilmiştir.

72 - Bkz. 7:73'ün ikinci paragrafı ve ilgili 57. not. Kur'an'da, sözkonusu dişi devenin mucizevî bir mahiyet taşıdığına dair herhangi bir işaret yoksa da, bu ifade onun Semûd kavmi için bir deneme, bir sınama nesnesi ve bu anlamda "uyarıcı-aydınlatıcı bir belirti" (mubsıra) olduğunu işaret etmektedir (karş. 54:27).

60. Hani, sana [ey Peygamber,] "Rabbin [sınırsız kudret ve ilmiyle] insanları kuşatmıştır; bu sana gösterdiğimiz görüntü (73) de, Kur'an'da lânetlenen [cehennem] ağacı da insanlar için yalnızca bir sınama olacaktır. (74) Şimdi [cehennemden bahsederek] insanlara korku veren bir uyarıda bulunuyoruz, ama [hakkı inkara niyetli oldukları sürece] bu [uyarı] onların sadece büyüklük taslayarak küstahça azgınlık, taşkınlık yapmalarını artırıyor" demiştik.

73 - Burada bahsi geçen görüntü (ru'yâ), Hz. Peygamber'in "Gece Yolculuğu"nu izleyen Miraç olayıdır (bkz. Ek IV). Bu olay mahiyeti itibariyle birbirleriyle çatışan yorumlara açık olduğu ve dolayısıyla nesnel realitesi bakımından birtakım şüphelere yol açma istidadında bulunduğu için -ayetin devamında ifade edildiği gibi- "insanlar için bir sınama" vesilesi oluşturmaktadır. Şöyle ki: bu olayla yüzyüze geldiklerinde imanı zayıf olanlarla sığ düşünenlerin Muhammed (s)'in dürüstlüğünden ve dolayısıyla peygamberliğinden yana duydukları inanç sarsılırken, Allah'a sarsılmaz bir imanla bağlı olanlar bu olayda Allah'ın seçtiği kimselere bahşettiği ruhanî nimetin olağanüstü bir tezahürünü görmekte ve böylece Kur'an mesajına duydukları iman daha da güçlenmektedir.

74 - Bu "Kur'an'da lânetlenen ağac"ın, 37:62 vd. ve 44:43 vd.'da cehennemin tezahürlerinden biri olarak sözü geçen "ölümcül meyve ağacı" (şeceratu'z-zakkûm) olduğunda şüphe yoktur (bkz. 37:62-63 ve ilgili 22 ve 23. notlar. Bu notlardan sonuncusunda sözkonusu ağacın insanlar için niçin "bir sınama" olduğu açıklanmaktadır). Yukarıdaki anlam akışı içinde ağaç, açıkça cehennemin kendisini simgelediği için, "lânetli" yahut "lânetlenmiş" ağaç olarak nitelendirilmektedir. Burada, ahiret hayatının başka tezahürlerinin değil de, sadece "cehennem"in özel olarak işaret edilmiş olmasının sebebi, ağacın bir uyarı olduğunu ifade eden sonraki cümlede açıklık kazanmaktadır.

61. HANİ, meleklere, "Âdem'in önünde yere kapanın" demiştik ve bunun üzerine İblis'in dışında onların hepsi yere kapanmışlardı. (75) [İblis]: "Balçıktan yarattığın (bu) yaratığın mı önünde eğileceğim?" demiş,

75 - Hz. Âdem ve melekler temsîli üzerine yapılmış bir açıklama için bkz. 2:30-34, 7:11-18, 15:26-41 ve ilgili notlar. A‘râf ve Hicr surelerinde olduğu gibi burada da vurgu İblis'in Hz. Âdem hakkındaki küçümseyici tavrı (ki bu tavrın, açıktır ki, bütün insan türü için simgeleyici bir anlamı vardır) üzerindedir; bunun içindir ki, bu pasaj, yukarıdaki 53. ayetin bitiş cümlesiyle, yani "Şeytan gerçekten de insanın açık düşmanıdır" ifadesiyle açık bir bağlantı içindedir. Allah'ın meleklere "Âdem'in önünde secde edin" buyruğunda ifadesini bulan insanın üstün konumu üzerindeki vurgu bu temsîli 70-72. ayetlere bağlamaktadır.

62. ve "Benden üstün tuttuğun [şu aptal] şeye bak! Eğer bana Kıyamet Günü'ne kadar zaman verirsen, çok azı dışında, onun soyundan gelenleri mutlaka peşime takacağım" (76) diye ekledi.

76 - Karş. 7:16-17. Haneke fiili sözcük olarak "[atın] alt çenesine (hanek) ip ya da gem geçirdi" anlamına geliyor; tabii, yenmek maksadıyla: dolayısıyla buradaki ihteneke formu "birine gem taktı, boyun eğdirdi", "körükörüne itaatini sağladı" anlamı taşımaktadır.

63. [Allah] "Haydi, [seçtiğin yolda elinden geleni ardına koymamak üzere] git! Ancak, haberin olsun ki, onlardan sana uyanlar(la beraber) hepinizi bekleyen ceza, yaptıklarınızın tam karşılığı olmak üzere, cehennem olacaktır!
64. Haydi, şimdi onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart; atlarınla ve adamlarınla (77) onların üzerine yüklen ve (böylece) onların, mallarıyla çocuklarıyla (78) [ilgili olarak işleyecekleri günahlara] ortak ol; onlara vaadlerde bulun; çünkü [onlar bilmezler ki] Şeytan'ın vaad ettiği her şey sadece akıl çelmek içindir. (79)

77 - "Bütün gücünle" anlamına gelen deyimsel bir ifade.

78 - Günahkarca yollarla elde edilen yahut günahkarca harcanan dünyevî zenginlikleri, zinâ yoluyla çocuk sahibi olmayı îma eden bir ifade. (Bununla birlikte, belirtmek gerekir ki, İslamî ahlak ve hukuk sisteminde bu yolla dünyaya gelmiş çocuklar için öngörülen hiçbir yasal kısıtlama, mahrumiyet ya da yetkisizlik mevcut değildir.)

79 - Karş. 4:120 ve ilgili 142. not.

65. [Bununla birlikte yine de] bil ki, [Bana güven bağlayan] kullarım üzerinde senin bir etkin olmayacaktır; (80) çünkü kimse Rabbin kadar güvene layık değildir."

80 - Yani, 14:22 ve 15:42'de de belirtildiği gibi, "onların üzerinde gerçek bir nüfûzun olmayacaktır".

66. RABBİNİZDİR, bolluğundan, bereketinden (payınızı) arayasınız diye sizin için denizde gemileri yüzdüren; O'dur size gerçekten acıyan, sahip çıkan.
67. Denizde bir tehlikeyle karşılaştığınız zaman, O'ndan başka bütün o yalvarıp yakardığınız şeyler sizi yüzüstü bırakır; ama ne zamanki sizi sağ salim karaya çıkarır, hemen yüz çevirip [unutuverirsiniz O'nu]; çünkü, insanoğlu gerçekten çok nankördür!
68. Peki, O'nun sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut üzerinize taşı toprağı kaldıran can alıcı bir rüzgar (81) göndermeyeceğinden çok mu eminsiniz? (Hayır, o zaman) kendinize asla bir koruyucu bulamazsınız.

81 - Lafzen, "taşları uçuran bir rüzgar" (Tâcu'l-‘Arûs, hasabe maddesi).

69. Yahut, sizi tekrar denize (82) döndürüp, üzerinize ortalığı kasıp kavuran bir fırtına göndermeyeceğinden ve böylece, nankörlüğünüze karşılık sizi boğmayacağından çok mu eminsiniz? (Hayır,) o zaman bizim karşımızda size arka çıkacak kimse bulamazsınız.

82 - Lafzen, "ona".

70. GERÇEK ŞU Kİ, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık; (83) karada ve denizde onların ulaşımını sağladık; temiz besinlerle onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün tuttuk:

83 - Yani, onlara bu bakımdan, kendilerini öteki bütün canlıların ve hatta meleklerin üzerine çıkaran düşünme ve soyutlama yeteneği bahşederek (karş. 2:31 ve ilgili not 23) insanın ayırıcı özelliğine dikkat çeken bu ifade, bölümü 61. ayete bağlamakta ve 61. ayette ele alınan temayı devam ettirmektedir.

71. [ama] gün gelecek, bütün insanları huzurumuza çağıracağız [ve onları, yaşarken] davranışlarına yön veren bilinçli eğilimlerine, seciyelerine göre [yargılayacağız]: (84) sicilleri sağ ellerine verilecek olanlar, (85) işte bunlar, tutanaklarını [sevinçle] okuyacak olanlardır. Bununla birlikte kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayacaktır: (86)

84 - Râzî, ned‘û kulle unâsin bi-imâmihim ifadesini böyle açıklamaktadır (lafzen, "insanların hepsini kendi imamlarıyla" yahut "önderleriyle çağıracağız"). Râzî'ye göre, imâm (lafzen, "önder" ya da "rehber") terimi, bu anlam örgüsü içinde, insanın davranışlarını yönlendiren, yapıp-etmelerini motive eden, iyi ya da kötü, bilinçli eğilimleri işaret etmek üzere soyut bir anlam taşımaktadır. Bizce de bu açıklama, özellikle 53:39 ile ilgili 32. notumuzda kaydettiğimiz Hadis de gözönünde bulundurulursa son derece inandırıcı bir açıklamadır.

85 - Kur'an'da sıkça kullanılan ve kişi hakkında manevî/ruhanî planda aklayıcı anlam ifade eden simgesel bir imaj. Aynı ifade tarzı içinde "sol el" tabiri bunun tersini dile getirmektedir (karş. 69:19 ve 25; ayrıca 84:7).

86 - Bu son cümle, açıktır ki, hem iyiler, hem de kötüler için geçerlidir (fetîl sözcüğünü karşılamak için yukarıda kullandığımız ifade için bkz. 4. sure, 67. not).

72. Ve bu [dünyada kalbi] kör olan, ahirette de kör olacak ve [doğru yoldan] daha da sapmış bulunacaktır. (87)

87 - Karş. 20:124-125. Bu pasaj göstermektedir ki, insanın ahiretteki hayatı sadece dünya hayatında izlediği davranış tarzıyla belirlenmiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda, önceden yer etmiş eğilimlerin tabii inkişafı ve yoğunlaşması halinde dünya hayatının organik bir uzantısı olarak tecellî etmektedir.

73. O [YOLUNU şaşırmış] kimseler, Bizim adımıza, vahyettiğimizden başka bir şey ortaya atasın diye seni ayartarak, seni vahyettiğimiz [gerçeklerden] uzaklaştırmaya çalışmaktalar; öyle ki, bunu başarabilselerdi seni hemen kendilerine dost edinirlerdi! (88)

88 - Bu ifade, müşrik Kureyşliler tarafından yapılan bir "uzlaşma teklifi"ni dile getirmektedir: Müşrikler Hz. Peygamber'den, şu ya da bu şekilde, onların kabile tanrılarını da tanımasını ve bu tanımayı da Allah'a dayandırmasını istiyorlar; buna karşılık, o'na kendisini bir peygamber olarak tanıyacaklarını ve bir lider olarak o'nu izleyeceklerini vaad ediyorlardı. Pek tabii, Hz. Peygamber bu teklifi reddetmiştir.

74. Eğer seni[n imanını] berkitmemiş olsaydık, belki de onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. (89)

89 - Bu ifade, Hz. Peygamber'in derin imanının böyle bir şeyi düşünmeyi o'nun için imkansız kılacak kadar sağlam olduğunu dile getirmektedir.

75. O zaman sana hayatta da, ölümden sonra da kat kat [azap] tattırırdık; (90) ve Bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın!

90 - Yani, "böyle yapmakla, Allah'ın sana bahşettiği vahye rağmen yoldan çıkmış olacağın için ve ayrıca, ortaya koymuş olacağın çarpık örnekle sana inananları da yoldan çıkarmış olacağın için". Yukarıdaki pasajın dile getirdiği anlam, ilgili olduğu tarihsel olay ya da olayların ötesine geçmekte ve temel bir gerçeğe ya da doğruya ters düşecek bilinçli bir tercihin affedilmez bir günah oluşturduğuna işaret etmektedir.

76. Ve [seni ikna edemediklerini görünce, bu sefer] aralarından büsbütün çıkarıp atmak için [doğduğun] toprakta seni tedirgin etmeye çalışıyorlar. (91) Ama, sen ayrıldıktan sonra, (92) onların kendileri de pek fazla kalamayacaklar. (93)

91 - Unutulmamalıdır ki, Hz. Peygamber ve izleyicilerinin müşrik Kureyşlilerin eliyle çektikleri maddî ve manevî baskı ve eziyetlerin son haddini bulduğu bir dönemde vahyedilen bu sure Mekkî surelerdendir.

92 - Lafzen, "senden sonra".

93 - Bu ön-bildirme (gaybî ihbar/prophecy), iki yılı biraz aşkın bir zaman sonra, Hicret'in ikinci yılı Ramazan ayında, sözkonusu Kureyşli liderler Bedir savaşında öldürüldükleri zaman gerçekleşmiş oldu.

77. Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimiz için de [izlediğimiz] yol buydu; (94) Bizim (çizdiğimiz) yolda bir değişme göremezsin.

94 - Yani, onları yerinden yurdundan eden insanlar helak edilerek cezalandırılmışlardı.

78. GÜNEŞİN doruğu aşmasından gecenin çöküşüne kadar(ki süre içinde) namazı[nı] gereği üzere yerine getir; sabah [namazı] okumasını (95) da [tam bir dikkat ve duyarlık içinde gerçekleştir]; çünkü sabah okuması(nda insan) gerçekten de [ulvî olan her şeye] açıktır. (96)

95 - Hz. Peygamber'in uygulamasıyla da (sünnet) sabit olduğu gibi, bu ayet, yetişkin erkek, kadın her müslüman için farz kılınan günlük beş vakit namazı vakit bakımından tam olarak çerçevelemektedir: Sabah namazı (fecr), güneşin doruğu -zevâl- aştıktan kısa bir süre sonra öğle namazı (zuhr), ikindi namazı (‘asr), gün batımından hemen sonra akşam namazı (mağrib) ve gecenin bütünüyle çöküşünden sonra da yatsı namazı (‘işâ'). Gerçi her namazda Kur'an okumak zorunludur, fakat özellikle sabah namazı deyimsel olarak "sabah okuması (kur'ân)" olarak anılmaktadır ki bunun sebebi Hz. Peygamber'in özellikle bu vaktin namazını kılarken, onun ehemmiyetini de vurgularcasına vahyin etki ve esinlemesi altında okumayı uzun tutmasıdır. (Bkz. bundan sonraki not.)

96 - Klasik müfessirlerin çoğu bu meşhûd terimine, fecrin geceyle gündüz arasında bir geçit olması nedeniyle, "hem gece meleklerinin hem de gündüz meleklerinin tanık olduğu" şeklinde bir anlam vermişlerdir. Buna karşılık Râzî, meşhûd deyimiyle, burada, Allah'ın bahşettiği aydınlığın insanın kendi ruhunda husule getirdiği ışımaya işaret edildiği görüşündedir; gerçekten de gecenin sükûnet ve karanlığının yerini gündüzün diriltici ışığına terk ettiği bu saatlerde, insan ruhu dua, tefekkür, anma (zikr) eylemlerinin bir bileşimi olarak salât yoluyla manevî/ruhanî gerçekler alanına derin ve dolaysız bir nüfûz sağlayabileceği, ulvî olan her şeyle ilgi ve temas kurabileceği yüksek bir algı ve duyarlık düzeyinde bulunmaktadır ki, ayette ifade edilmek istenen de, Râzî'ye göre, insan ruhunun o vakitler ulaştığı bu açıklık, duruluk ve ulvî olana yatkınlık durumudur.

79. Ve gecenin bir vaktinde kalkıp, kendi isteğinle yaptığın ilave bir eylem olarak namaz kıl: (97) ki böylece Rabbin seni belki [ahirette] övgüye değer bir konuma yükseltir.

97 - Lafzen, "sana farz kılınanın dışında" yahut "senin için ilave/fazladan olmak üzere" (nâfileten leke) -yani, beş vakit namaza ilave olarak. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber gecenin büyük bir kısmını değişmez biçimde namaz kılarak geçirdiği halde, yukarıdaki ifade bir yükümlülük değil, bir tavsiye bildirmektedir.

80. Ve [dua ederken] de ki: "Ey Rabbim, [girişeceğim her işe] doğruluk ve içtenlik üzere girmemi; [bırakacağım her işten de] doğruluk ve içtenlik göstererek çıkmamı sağla; ve bana katından destekleyici bir güç, bir tutamak bahşet!"
81. Ve yine de ki: "Değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti; zaten sahte ve tutarsız olan er geç yıkılıp gitmek zorundadır!"
82. BİZ, işte böyle böyle, Kur'an'dan müminler için [ruhen] sağaltıcı, rahmet bahşedici olan ve zalimlerin de yalnızca yıkımını artıran (98) şeyler indiriyoruz:

98 - "Zalimler" tabiriyle, kendi kendilerini aldatıp oyalayarak, "dünyevî haz ve zenginliklere" aşırı bağlılık, aşırı düşkünlük göstererek vahyin gösterdiği doğru yolu bulma şansını elden kaçıran; mutlak gerçeklerin, değişmeyen manevî/ahlakî değerlerin varlığına inanmayan ve sonuç olarak, ayetin devamında ifade edildiği gibi, manevî/ruhanî bir nihilizmin tutsağı olanlar kasdedilmektedir.

83. çünkü, Biz insana ne zaman nimet bahşetsek yüz çevirir, [Bizi düşünmekten] küstahça yan çizer; ve kendisine bir kötülük, bir darlık dokunsa hemen mutsuzluğa düşer. (99)

99 - Karş. 11:9-10 ve ilgili notlar.

84. De ki: "Herkes kendi yapısına göre davranmaktadır; ve bunun içindir ki Rabbiniz kimin en iyi yolu seçtiğini (100) çok iyi bilmektedir".

100 - Lafzen, "yola en iyi biçimde yöneltilenleri".

85. BİR DE, sana ilahî esinlenme (101) [nin mahiyeti] hakkında soru soruyorlar. De ki: "Bu esinlenme Rabbimin buyruğuyla [cereyan etmekte]dir; ve [ey insanlar, siz bunun mahiyetini anlıyamazsınız, çünkü] bu konuda size pek az bilgi verilmiştir".

101 - Rûh teriminin bu yolda yorumu hk. bkz. 16. sure, 2. not. Bazı müfessirler burada ruh sözcüğünden kastın "vahiy" olgusu, özellikle de Kur'an'ın vahyi olduğu görüşündedirler; bazıları ise, sözcüğü "ruh," yani "insan ruhu" olarak anlamışlardır. Ne var ki, bu son yorum, önceki ve sonraki ayetlerin açıkça Kur'an'a işaret ettikleri gözönünde tutulursa, bölümün anlam örgüsü içinde pek inandırıcı gözükmemektedir; bunun içindir ki, bizce "rûh"dan kasıt, vahiy olgusudur.

86. Ve eğer dileseydik, sana ne ki vahyettiysek (hepsini) giderirdik; ve o zaman sen de seni Bize karşı kayıracak kimse bulamazdın. (102)

102 - Lafzen, "Bize karşı [yahut "Bizim yanımızda"] seni koruyacak" -yani, "sana doğru yolu bulman için başka vasıtalar temin edecek": vahyî hidayetin, kelimenin mutlak anlamıyla, ahlakın tek kaynağı olduğunu işaret eden bir ifade. "Vahyin giderilmesi" yahut geri alınması, onun insanların kalbinden ve belleğinden silinmesi, keza yazılı bir metin olarak da ortadan kalkması anlamına geliyor.

87. [Böyle bir şey olmuyorsa bu] yalnızca Rabbinden bir rahmet nedeniyledir: gerçekten de O'nun senin üzerindeki lütfu çok büyüktür!
88. De ki: "Bütün insanlar ve görünmeyen varlıklar (103) bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelselerdi ve, birbirlerine (bu konuda) destek olmak için ellerinden gelen her şeyi yapsalardı, yine de onun benzerini ortaya koyamazlardı!

103 - Bkz. Ek III.

89. Çünkü, gerçekten de Biz bu Kur'an'da her konuyu insanlığın [yararı için] değişik açılardan örneklerle açıklamış bulunuyoruz! (104) Hal böyleyken, yine de insanların çoğu inkarcı bir tavırdan başkasını benimsemekten inatla kaçınmaktadır. (105)

104 - Râğıb'a göre mesel ismi (lafzen, "benzer", "örnek" ya da "timsâl") burada aşağı yukarı vasf ("mukayese yoluyla açıklama", yani "tanımlama") sözcüğüyle eş anlamlıdır. Sözcük burada, en geniş anlamıyla, "bir konuyu örneklerle açıklayan anlatım tarzı" anlamında kullanılmıştır.

105 - Yani, kendi günahkarca eğilimlerine ters düşen düşünceleri kabulde isteksizdirler.

90. Nitekim, "Ey Muhammed, bize yerden gözeler fışkırtmadıkça (106) sana inanmayacağız" diyorlar,

106 - Yani, Hz. Musa gibi (karş. 2:60).

91. "yahut hurma ağaçlarıyla, asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça; ve onların arasında çağıl çağıl dereler akıtmadıkça; (107)

107 - Bu, öyle görünüyor ki, Kur'an'da hakkında o kadar sık söz edilen cennet temsîline ilişkin alaycı bir îma.

92. yahut, tehdit edip durduğun gibi, (108) göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüzyüze getirmedikçe;

108 - Lafzen, "iddia ettiğin gibi": bunun, bu sureden bir süre önce vahyolunan 34:9'da ifade edilen tehdide ilişkin bir atıf olması mümkündür.

93. yahut altından [yapılmış] bir evin olmadıkça; yahut göğe yükselmedikçe -kaldı ki göğe yükselmene dahî, bize (oradan, kendi gözlerimizle) okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız ya!" (109) [Ey peygamber] de ki: "Kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Rabbimdir! (110) Ben ölümlü bir elçiden başka biri miyim ki?"

109 - İnanmayanların bu talebine, Suyûtî'ye göre, bu sureden kısa bir süre sonra vahyedilen En‘âm suresinin 7. ayetinde de bir karşılık bulunmaktadır. Fakat bu talep ve bunu hazırlayan "şartlar" yalnızca belli bir tarihsel döneme, belli bir toplumsal-kültürel çevreye has olmayıp, son derece yaygın, aykırı bir ruh durumunu, yani, yalınkat (prima-facie) bir şüphecilik ile vahyî mesajın sıhhatini vahiy taşıyıcısının "mucizeler gösterebilme becerisine" bağlayan ilkel safdillik karışımı menfî bir zihinsel tutumu yansıtmaktadır (karş. 6:37 ve 109; 7:203). Muhammed (s)'e Allah tarafından bahşedilen tek mucize Kur'an'ın kendisi olduğu için (bkz. bu surenin 59. ayetinin ilk kısmı ve yukarıda 71. not), sonraki pasajda Hz. Peygamber'e, bu tür taleplerin anlamsız ve tutarsız olduğunu bildirmesi emredilmektedir.

110 - Yani, "mucizeler yalnızca Allah'ın kudretindedir" (karş. 6:109 ve ilgili 94. not).

94. (İşte bunun gibi,) insanlara [bir peygamber eliyle] doğru yol bilgisi geldiği zaman onları [ona] inanmaktan alıkoyan, onların: "Allah ölümlü bir insanı mı elçi olarak gönderdi?" diye itiraz etmelerinden başka bir şey değildir. (111)

111 - Lafzen, "... demelerinden başka ... değildir". Kâle fiili (kavl ismi gibi) çoğu zaman bir görüş ya da fikir ileri sürmek ya da bir fikri tutmak anlamına mecaz olarak kullanılır; yukarıdaki ifadede de bu fiilin zihinsel, kavramsal bir itirazı işaret ettiği açıktır.

95. Onlara (şu sözümüzü) ilet: "Eğer yeryüzünde yurt tutup dolaşan melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik!"
96. De ki: "Benimle sizin aranızda Allah'tan başkası tanıklık edemez; kullarından [onların kalplerinde olanı bütün açıklığıyla] görerek haberdar olan O'dur".
97. Allah'ın yol gösterdiği kimsedir doğru yola erişen; O'nun saptırdığı kimselere gelince, böylelerini O'na karşı koruyacak kimse bulamazsın: Biz onları Kıyamet Günü, varacakları yer cehennem olmak üzere, yüzleri yerde, körler, dilsizler ve sağırlar olarak toplayacağız; [ve] ne zaman [ateş] yatışır gibi olsa, [onu hemen] harlı alevlerle onlar için canlandıracağız. (112)

112 - "Onlar için" ifadesi, bizce, Kur'an'da "harlı alev" (sa‘îr) tabiriyle mecazen ifade edilen azabın bireysel niteliğini vurgulamak içindir. Bu terim ve felsefî anlam alanı için bkz. Ek I.

98. Bu, onların mesajlarımızı inkar ederek ve "Demek, biz kemiğe, toza-toprağa dönüştükten sonra gerçekten yepyeni bir yaratma eylemiyle diriltileceğiz, öyle mi?" (113) diyerek hak ettikleri bir karşılık olacak.

113 - İnkarcıların ağzından nakledilen (ve bu surenin 49. ayetinde de tam bu şekliyle zikredilen) bu söz, Allah'ın ölüyü diriltmeye kâdir olduğunu inkar etmenin O'nun varlığını inkar etmekle aynı anlama geldiğini işaret etmek içindir. Bu zincirleme inkar tuzağına düşen kimseler önceki ayette "körler, sağırlar ve dilsizler" olarak nitelendirilmektedir.

99. Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onları kendi eşkalleri üzere yeniden yaratacak (114) güce sahip olduğunu ve onları yeniden diriltmek için, sonu geleceğinden şüphe olmayan bir süre (115) belirlemiş bulunduğunu kavrayamıyorlar mı? Ama şu var ki, zalimler küfürden başka her şeye karşı çekimser davranırlar! (116)

114 - Lafzen, "onların benzerini yaratacak güce" -yani, onların her birini bireysel olarak, ölümden önce hangi yapı ve kimliğe sahipseler o yapı ve kimlik üzere diriltecek güce...

115 - Lafzen, "onlar için ... bir süre (ecel)". Ecel terimi öncelikle, "[yok olması ya da ortadan kalkması mukadder olan bir şey için] belirlenmiş süre" anlamına geldiğine göre, burada açıktır ki, kıyametin kaçınılmazlığını ifade etmektedir.

116 - Bkz. yukarıda 98 ve 105. notlar.

100. De ki: "Rabbimin bağış ve bolluk (117) hazinelerine eğer siz sahip olsaydınız, o zaman [onlara], harcayıp tüketme korkusuyla, mutlaka sımsıkı sarılırdınız: çünkü insan gerçekten çok tamahkardır, [sınırsız cömert olan ise sadece Allah'tır]". (118)

117 - Lafzen, rahmet .

118 - Yani, insan, tabiatı icabı, maddî/dünyevî meta ve imkanlara bağımlı olduğundan, insiyakî olarak onlara sıkı sıkı sarılma eğilimi gösterir; buna karşılık Allah bütünüyle Kendine yeterlidir ve dolayısıyla cömertliğine herhangi bir sınır koymak ihtiyacından uzaktır (parantez içindeki ilave açıklama da bu mülahazaya dayanıyor). Allah'ın rahmet ve cömertliğine işaret eden bu dolaylı atıf, gerek önceki pasajlarda, gerekse sonraki pasajlarda geçen ve Allah'ın, peyamberleri eliyle insana iyi ve doğru bir yaşama tarzı için yol göstermekten hiçbir zaman geri kalmadığını belirten ifadelerin bir gereğidir.

101. VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz Musa'ya dokuz açık mesaj verdik. (119)Nitekim, sor İsrailoğulları'na, (120) [Musa] onlara geldiğinde [ve Firavun'a başvurduğunda (121) neler olduğunu sana anlatsınlar]. Firavun ona: "Ey Musa!" demişti, "Gerçek şu ki, ben senin büyüyle donanmış olduğunu düşünüyorum!" (122)

119 - Bazı müfessirler bu "dokuz ayet"in Hz. Musa'nın eliyle gerçekleştirilen mucizelere işaret ettiğini; ötekiler ise (Neseî, İbni Hanbel, Beyhakî, İbni Mâce ve Taberânî gibi muhaddislerin derlemelerinde kayıtlı bir Hadis'e dayanarak) bunun, başta tevhid ilkesi olmak üzere, Hz. Musa'ya yöneltilen dokuz özel emre ya da ahlakî prensibe delalet ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte, bize kalırsa, bu "dokuz" sayısı, tıpkı klasik Arapça'da "çokluk" ya da "taaddüd" bildirmek için kullanılan "yedi" ve "yetmiş" sayıları gibi "çokluk" bildiren deyimsel bir ifadeden başka bir şey değildir.

120 - Yani, bugünkü İsrailoğulları'na. Bu ifadenin tam olarak anlamı şudur: "Kur'an'ın bu konuda anlattıklarını onlara sor; kendi kitaplarına bakacak olurlarsa, bu anlatılanları doğrulamak zorunda kalacaklardır". Bu "doğrulama", öyle görünüyor ki, bu anlatım akışı içinde Hz. Musa ile Firavun kıssasından bahsedilmesinin sebebini de ortaya koyacak şekilde, 104. ayette söylenenlerle alakalıdır. (Sözkonusu kıssa, 7:103-137 ve 20:49-79'da daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır.)

121 - Karş. 7:105 -"bırak, İsrailoğulları benimle gelsinler!"

122 - Yahut: "Senin büyülenmiş olduğunu düşünüyorum!" Ne var ki, bizim çeviri metninde, edilgen yapıdaki meshûr sözcüğü için -Allah'ın Hz. Musa'ya mucizevî belirtiler verdiğine ilişkin sonraki ayetteki atfı da gözönünde bulundurursak- tercih ettiğimiz karşılık Taberî'nin bu konudaki açıklamasına dayanmaktadır.

102. [Musa] da ona: "Bu [mucizevî olguları, sana] uyarıcı-aydınlatıcı belirtiler olarak (123) göklerin ve yerin (gerçek) sahibinden başkasının indiremeyeceğini pekala biliyorsun!" diye karşılık verdi, "Ve ey Firavun, [onları doğru değerlendirme yolunu seçmediğin için] ben de senin bütünüyle ziyan içinde olduğunu düşünüyorum!"

123 - Bkz. 6. sure, 94. not.

103. Ve sonunda Firavun onları yeryüzünden söküp atmaya karar verdi; bunun üzerine Biz de onu ve onunla beraber olan herkesi [denizde] boğduk. (124)

124 - Bkz. 7. sure, 100. not.

104. Ve sonra İsrailoğulları'na: "Şimdi artık yeryüzünde güvenlik içinde yerleşin" dedik, "fakat, [unutmayın ki,] Son Gün'e ilişkin söz gerçekleştiği zaman, karışık bir bütün[ün parçaları] olarak hepinizi bir araya getireceğiz!" (125)

125 - Râzî'ye göre lefîf terimi, iyinin ve kötünün, güçlünün ve zayıfın, mutlu olanın, mutsuz olanın hep bir arada bulunduğu, birbirinden farklı sayısız unsurdan terekküb etmiş insan kalabalığını, kısacası bütün çeşitliliği içinde insanlığı ifade etmektedir. Terim, açıkça anlaşılmaktadır ki, burada, yine İsrailoğulları'nın Hz. İbrahim soyundan gelmiş olmalarından ötürü "seçilmiş kavim" oldukları ve dolayısıyla peşinen ve ister istemez Allah'ın kayrasına layık oldukları yolundaki asılsız iddiayı çürütmek için kullanılmıştır. Kur'an, Kıyamet Günü'nde bütün insanlığın yargılanacağını ve kimsenin bu bakımdan bağışık tutulmayacağını bildirerek bu iddiayı reddetmektedir.

105. VE BİZ bu [vahyi] değişmeyen gerçeğe işaret olarak (126) indirdik ve o da [sana, ey Peygamber] hak olarak ulaştı; (127) çünkü Biz seni yalnızca bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik;

126 - Lafzen, "hakla" yahut "hak üzere".

127 - Yani, Hz. Peygamber eliyle, herhangi bir değişikliğe/tahrifata uğratılmaksızın, bir şey eklenip çıkarılmaksızın insana ulaştırıldı.

106. ve ayrıca onu, insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bir Kur'an, temel bir okuma metni olarak bölüm bölüm açıkladık, (128) ayet ayet indirdik. (129)

128 - Lafzen, "[Birbirini tamamlayan] bölümlere ayırdık", yahut, (Râzî'nin kaydettiği) bazı müfessirlere göre, "açık/tefrik edilebilir bir mesaj olarak ortaya koyduk". Çeviride her iki anlamı da vermeye çalıştık.

129 - Yukarıdaki ayet, hem Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in yirmiüç yılı bulan risalet (elçilik görevi) süresince tedrîcen vahyedilmiş olmasındaki tarihsel gerçeği, hem de buna rağmen kendi içinde tutarlı bir bütün olduğunu ve dolayısıyla ancak bir bütün olarak da ele alınırsa -yani, her bölümü, diğer bütün bölümler gözönünde bulundurularak okunursa- tam olarak anlaşılabileceğini ifade etmektedir. (Ayrıca bkz. 20:114 ve ilgili 101. not.)

107. De ki: "Ona ister inanın, ister inanmayın".Kendilerine önceden (130) doğru bilgi ve kavrayış yeteneği verilmiş olanlara bu (ilahî metin) okunduğu zaman, hemen yüzleri üzerine yere kapanır,

130 - Lafzen, "ondan önce" -yani, bu nitelikleriyle Kur'an onlara ulaşmadan önce.

108. ve şöyle derler: "Sınırsız kudretiyle ne yücedir Rabbimiz! İşte Rabbimizin vaadi apaçık gerçekleşti!" (131)

131 - Bu ifadenin, Kitâb-ı Mukaddes'de Muhammed (s)'in peygamber olarak zuhurunu haber veren bölümlere ve özellikle Tesniye xviii, 15 ve 18'e ilişkin bir îma olması mümkündür (karş. 2. sure, 33. not). Yine de "Allah'ın vaadinin gerçekleşmesi" ifadesi, en geniş anlamıyla, O'nun belli bir vahiy indirmesiyle, yani Kur'an'ı vahyetmesiyle ve dolayısıyla insanoğluna, manevî, kültürel ve toplumsal gelişim çizgisinin her adımında yol gösterecek olan bir rehber bahşetmiş olmasıyla ilgili olsa gerektir.

109. İşte [böyle deyip] ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar ve [Allah'tan yana gösterdikleri] bu [bilinç ve duyarlık] onların saygı ve sakınmasını artırır.
110. De ki: "İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye: O'nu hangi isimle çağırırsanız çağırın, [O hep Birdir; ve] bütün güzel ve üstün nitelikler O'nundur". (132) [O'na dua et, ama] duanda sesini fazla yükseltme, çok fazla alçaltma da, ikisinin ortası bir yol tut;

132 - el-Esmâu'l-husnâ (lafzen, "en yetkin" ya da "en güzel isimler") ifadesine ilişkin bir açıklama için bkz. 7. sure, 145. not. Rahmân sıfatı, hiçbir şarta bağlı olmaksızın her şeyi/herkesi kucaklayan kayra, bağış, acıma ve esirgeme keyfiyet ve gücünü ifade eden son derece geniş bir anlama sahiptir ve özellikle, "Rahmeti kendisine ilke edinen" (6:12 ve 54) Allah için kullanılır.

111. Ve de ki: "Bütün övgüler, döl edinmeyen, (133) egemenliğinde ortağı bulunmayan, güçsüzlükten, düşkünlükten ötürü herhangi bir yardıma-yardımcıya gereksinme duymayan (134) Allah'a yakışır". İşte, O'nu [hep böyle] yücelterek an.

133 - Lafzen, "Kendi için bir oğul edinmemiş olan" -yani, kendi varlığının uzantısı olarak bir çocuk edinmek gibi eksiklik, yetersizlik ifade eden niteliklerden mutlak surette uzaktır. Ayette geçen ifade, sadece, Hz. İsa'nın "Allah'ın oğlu" olduğu yolundaki Hristiyan öğretisini çürütmekle kalmayıp bunu da aşarak, "oğul", "çocuk", "döl" gibi kavramlarla Allah arasında bağlantı kurmanın mantıken imkansızlığını ortaya koyduğu için, ibarenin geniş zaman kipiyle ve veled sözcüğünün, hem erkek, hem de kız çocuğunu ifade eden birincil anlamıyla yani, "döl" sözcüğüyle aktarılması, kanaatimizce daha yerinde olacaktır.

134 - Lafzen, "herhangi bir güçüzlükten [ya da "düşkünlük"ten] ötürü bir koruyucuya [yahut "bir yardımcıya"] ihtiyacı olmayan".

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: