Meal Seç / Sure Seç

Bakara Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

2 - Bakara
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin başlığı, 67-73. ayetlerinde anlatılan kıssadan alınmıştır. Bakara, büyük kısmı hicretin ilk iki yıllık döneminde olmak üzere, tamamı Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra vahyedilen ilk suredir. Ancak 275-281. ayetler, Hz. Peygamber'in vefatından önceki son aylara aittir (281. ayet, Hz. Peygamber'in aldığı en son vahiy olarak kabul edilmektedir). Bir bütün olarak Kur'an vahyinin temel amacının ilanıyla -yani, insana bütün manevî/ruhî ve dünyevî işlerinde rehberlik (duyurusu) ile- başlayan Bakara suresi, Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olmanın gereğini sürekli vurgulamanın yanısıra, geçmiş vahiylerin mensuplarının, özellikle de İsrailoğulları'nın işlemiş oldukları cürümlere de sık sık atıflarda bulunmaktadır. 106. ayette Peygamber Muhammed (s)'e indirilen vahiy ile daha önceki tüm mesajların ilga edildiğine işaret edilmesi, bu surenin -gerçekte Kur'an'ın tümünün- doğru anlaşılmasında büyük bir önemi haizdir. Burada, özellikle surenin son kısmında vaz‘edilen -ahlak, sosyal ilişkiler, savaş vb. sorunlara değinen- hukukî kuralların çoğu, sözkonusu kilit ifadenin doğrudan bir sonucudur. Defalarca gösterilmiştir ki Kur'an'ın düzenlemeleri, insan tabiatının gerçek ihtiyaçlarına tekabül etmektedir ve bu, yalnızca, insanlık tarihinin başından beri Allah tarafından insana bahşedilen ahlakî yol-göstericiliğin bir devamıdır. Burada, üç büyük tek-tanrılı dinin temelinde yatan Allah'ın birliği ilkesine ve zihni bu mesele ile yoğun bir şekilde meşgul olan peygamberlerin atası Hz. İbrahim'e özel olarak dikkat çekilmiştir. Ve Hz. İbrahim Mâbedi'nin, yani Kâbe'nin "Allah'a tam teslim olanlar" (ki bu, müslimûn kelimesinin karşılığıdır, tekili müslim) için kıble olarak belirlenmesi, bütün gerçek müminlerin kendilerini İbrahim akidesi ile bilinçli olarak özdeşleştirmelerinin adeta bir tasdikidir. Bu sure boyunca şu beş Kur'ânî akidenin işlendiğini görürüz: Allah, bütün varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır (el-Kayyûm); Ardarda gönderilen peygamberler aracılığıyla vurgulanan Allah'ın varlığı olgusu, insan tefekkürü ile kavranabilir niteliktedir; Sadece inanmak değil, dürüst ve erdemli yaşamak da bu zihinsel idrakin ve tefekkürün zorunlu bir sonucudur; Bedenî ölümü yeniden dirilme ve hesaba çekilme takip edecektir; Allah'a karşı sorumluluklarının gerçekten bilincinde olan bir kimse "ne korku, ne de üzüntü duyacaktır".
1. Elif-Lâm-Mîm. (1)

1 - Bazı Kur'an surelerinin başında bulunan ve mukatta‘ât adı verilen harflerin muhtemel anlamları ile ilgili olarak, bu konuya ilişkin çeşitli yaklaşımların tartışıldığı Ek II'ye bakınız.

2. BU İLAHÎKELÂM–ki üzerinde hiçbir şüpheye yer yoktur– Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara (2) bir rehber [olarak indirilmiş]tir,

2 - Muttakî'nin "Allah'tan korkan" şeklindeki alışılagelen çevirisi, bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz -yani, O'nun her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu... Öte yandan, bazı çevirmenlerce benimsenen "kötülükten sakınan" veya "sorumluluğu konusunda dikkatli olan" şeklindeki çeviri ise, İlahî sorumluluk bilinci kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.

3. onlar ki, insan idrakini aşa[n olguların varlığı]na (3) inanırlar ve namazlarında dikkatli ve devamlıdırlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan (4) başkaları için harcarlar;

3 - Ğayb (genellikle ve hatalı olarak "görünmeyen" şeklinde çevrilir), Kur'an'da insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle isbatı veya reddi sözkonusu olamaz veya hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz. Örneğin, Allah'ın varlığı, evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki hayat, zamanın gerçek mahiyeti, ruhsal güçlerin varlığı ve birbirleriyle ilişkileri vb. gibi... Ancak asıl hakikatin gözlemlenebilen çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, Allah'a imana ve böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin ancak "insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber" olduğuna işaret etmek suretiyle Kur'an, aslında, zihinleri bu temel öncülü kabullenemeyenler için kapısının -zorunlu olarak- kapalı olacağını söylemektedir.

4 - Rızk ("geçim aracı"), insan için yararlı olan bütün maddî (gıda, mal, çocuk gibi) veya manevî (bilgi, erdem gibi) şeyleri ifade eder. "Başkaları için harcamak", burada, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak ve namaz ile birlikte zikredilmiştir; çünkü gerçek erdemlilik, ancak böyle özverili davranışlar yoluyla tam semeresini verir. Unutulmamalıdır ki enfaka (lafzî karşılığıyla, "harcadı") fiili, Kur'an'da her ne saikle olursa olsun, daima başkası için sınırsızca harcamayı veya ikramda bulunmayı ifade etmek için kullanılmıştır.

4. ve onlar (ey Peygamber), sana indirilene de senden önce indirilmiş olana (5) da iman ederler: çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.

5 - Bu, Kur'an'ın temel akidelerinden biri olan, ilahî vahyin tarihsel sürekliliği akidesine bir işarettir. Hayat -Kur'an'ın bize öğrettiği üzere- birbiriyle bağlantısız sıçramalar zinciri değil, tersine devamlı ve organik bir süreçtir. Bu kanun, insanın dinî tecrübesini (birikimini) içine alan zihin hayatı için de geçerlidir. Böylece Kur'an'ın vaz‘ettiği din, ancak kendisinden önce gelen ve İslam inancına göre en son ve en mükemmel şekline İslam'da ulaşan büyük tek-tanrılı itikatlar çerçevesinde ele alınması halinde doğru şekilde anlaşılabilir.

5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyen kimseler onlardır, mutluluğa erişecek kimseler de onlardır!
6. UNUTMA Kİ hakikati inkara şartlanmış olanlar (6) için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez: onlar inanmazlar.

6 - Çok sık karşılaşılan el-kâfirûn ("hakikati inkar edenler") terimine karşılık, ellezîne keferû ifadesinde geçmiş zaman kipinin kullanılması, bilinçli bir niyetin varlığını gösterir. Bu sebeple, en uygun karşılık olarak, "hakikati inkara şartlanmış olanlar" şeklinde çevrildi. Bu çeviri, birçok müfessir, özellikle de Zemahşerî tarafından (ki bu ayeti yorumlarken, "küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edenler" ifadesini kullanır) desteklenmektedir. Kur'an'ın başka bir yerinde bu insanlar, "kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen"ler (7:179) olarak anılırlar. -Küfr ("hakikatin inkarı") ve kâfir ("hakikati inkar eden kimse") gibi terimlerin bir açıklaması için bkz. Kur'an vahyinde bu kavramın ilk defa kullanıldığı 74:10 ile ilgili 4. not.

7. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir perde (7) vardır; dehşet verici bir azap beklemektedir onları.

7 - Bâtıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği ve "böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı" (Râğıb) şeklindeki ilahî kanuna bir atıf. Bütün tabiat kanunları Allah tarafından vaz‘edildiğinden -ki bunlara bir bütün olarak sünnetullâh ("Allah'ın kanunu") adı verilir- bu "mühürleme" Allah'a izafe edilmektedir; oysa bu, insanın hür tercihinin sonucudur, bir "önceden takdir edilme" değildir. Aynı şekilde, bu dünyadaki hayatları sırasında hakikate karşı bilerek kör ve sağır kalmış olanlar için öteki dünyada hazırlanmış olan azap da, onların hür tercihlerinin tabii bir sonucudur; tıpkı öteki dünyadaki mutluluğun, insanın dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi... Kur'an'da Allah'ın "mükafat"ına ve "ceza"sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır.

8. Ve öyle kimseler var ki gerçekte inanmadıkları halde "Biz Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyoruz" derler.
9. (Aslında) onlar, (böylece) Allah'ı ve imana ermiş olanları kandırmak isterler. Halbuki kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar; ve bunu da fark etmezler.
10. Kalpleri hastalıklıdır, Allah hastalıklarını daha da arttırmıştır ve ısrarlı yalanlarından dolayı (8) onları şiddetli bir azap beklemektedir.

8 - Yani, Allah'ın ve insanın huzurundaki yalanları ile kendilerine karşı yalanlarından dolayı... Genel olarak kabul edilen görüş, ilk bakışta bu pasajın atıfta bulunduğu kişilerin, Hicret'ten sonraki ilk yıllarda zahiren İslam'a bağlılıklarını ikrar eden, oysa kalben Muhammed (s)'in mesajının gerçekliğine ikna olmamış bulunan Medine münafıkları olduğudur. Ancak, Kur'an'ın hem nüzulü dönemindeki, hem de daha önceki dönemde vuku bulan olaylara yaptığı işaretlerde her zaman görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet ve ondan sonra gelen ayetler de genel ve zaman-üstü bir muhtevaya sahiptirler, çünkü manevî sorumluluktan kaçınmak için kendi kendilerini kandırmaya yönelen bütün insanlara atıfta bulunmaktadırlar.

11. Onlara "Yeryüzünde fesat yaymayın!" denildiğinde "Biz sadece ıslah edicileriz!" diye cevap verirler.
12. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler. (9)

9 - Bu, dinî mülahazaların pratik hayata "müdahale"sine karşı olan ve böylece, -çoğu zaman farkında olmadan, "sadece işleri düzelttiği"ne (ıslah) inanarak- daha sonraki ayette işaret edilen sosyal ve ahlakî şaşkınlığa katkıda bulunan insanlara bir atıftır.

13. Onlara: "Diğer insanların inandığı gibi inanın!" denildiğinde, "(Şu) dar kafalıların inandığı gibi mi?" diye cevap verirler. Gerçekte onlardır dar kafalılar, ama bunu bilmezler!
14. Ve imana ermiş olanlarla karşılaştıklarında, "Biz de [sizin gibi] inanıyoruz!" derler; ama şeytanî dürtüleriyle (10) O başbaşa kaldıklarında, "Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz" derler.

10 - Lafzen, "Şeytanlarıyla" (şeyâtîn, şeytân'ın çoğulu). Kadîm Arapça'daki kullanımına uygun olarak bu terim, çoğunlukla, "kötülükteki şiddetli ısrarları (temerrüd) nedeniyle şeytanlara benzeyen" insanları ifade eder (Zemahşerî): Bu, yukarıdaki ayet ile ilgili olarak müfessirlerin çoğunluğu tarafından kabul edilen bir yorumdur. Ancak şeytân terimi -ki şetane fiilinden türetilmiştir: "o (doğru ve güzel olan her şeyden) uzaklaştı" (veya "uzaktı") (Lisânu'l-‘Arab, Tâcu'l-‘Arûs)- Kur'an'da çoğunlukla insanın ruhundaki "şeytanî" (yani, son derece kötü) eğilimleri ve özellikle, hakikate ve maneviyata düşman olan bütün dürtüleri tanımlamak için kullanılmıştır (Râğıb).

15. Allah da bu alaycı tavırlarından dolayı onlara hak ettikleri karşılığı verecek (11) ve onları küstahlıkları ile başbaşa şaşkınca bocalamaya terk edecektir.

11 - Lafzen, "Allah onlarla eğlenecek". Benim çevirim, bu ifadenin genel kabul gören yorumu ile paraleldir.

16. (Çünkü) onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlar, ama ne (bu) ticaretleri onlara fayda sağlamış, ne de [başka bir şekilde] hidayet bulmuşlardır.
17. Onların hali, ateş yakan öyle kimselerin haline benzer ki, o (ateş), çevrelerini aydınlatır aydınlatmaz Allah, göremesinler diye onların ışığını alıp onları zifiri karanlığa gömer;
18. onlar, sağır, dilsiz, kördürler; ve (artık) geriye dönemezler.
19. Ya da [onların durumu,] gökten zifiri karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle gelen şiddetli bir sağanağ(a benzer): Ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar, ama Allah hakikati inkar edenleri [kudreti ile] kuşatır.
20. Çakan şimşekler neredeyse gözlerini alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar. Şayet Allah dileseydi, onların işitme ve görme [kabiliyet]lerini ellerinden alabilirdi: (12) Çünkü Allah her şeye kâdirdir.

12 - Bunun bariz anlamı şudur: "Ama O, bunu dilemez". Yani Allah, "hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar"ın günün birinde hakikati anlayıp yollarını düzeltebilecekleri ihtimalini dışlamaz. "İşitme ve görme (kabiliyet)leri" ifadesi, insanın fıtrî olarak iyi ile kötüyü ayırd etme yeteneğini ve dolayısıyla, ahlakî sorumluluğunu ifade eden bir mecazdır. Bana göre, "ateş yakan kişiler" kıssasında, bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca "bilimsel yaklaşım" adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta, insan aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur'an'ın tanımladığı gibi, sahiplerini -ve hakim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak "neredeyse gözlerini alıveren" hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır, yani, ahlakî kavrayışlarını daha da zayıflatır ve "ölümün dehşeti"ni derinleştirir.

21. EY İNSANLAR! Sizi ve sizden önce yaşamış olanları yaratan Rabbinize kulluk edin ki O'na karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.
22. O ki, yeryüzünü size bir dinlenme yeri, gökyüzünü bir çardak yapmış, gökten su indirmiş ve onunla size rızık olarak meyveler çıkarmıştır: o halde [Bir ve Tek İlah olduğunu] bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. (13)

13 - Lafzen, "Allah'a eşler koşmayın" (endâd, nidd'in çoğulu). Bütün müfessirler, "ortak/eş" teriminin, ister "bizâtihî kendi başına" bir tanrı, isterse sözümona bazı ilahî veya yarı-ilahî güçlere sahip bir azîz olarak telakki edilsin, Allah'ın sıfatlarından tümünün veya bir kısmının izafe edildiği herhangi bir tapınma objesini ifade ettiğinde hemfikirdirler. Bu anlamı da ancak ibarenin yukarıdaki serbest çevirisi verebilirdi.

23. Eğer kulumuz [Muhammed]'e katımızdan safha safha indirdiğimiz vahyin (14) bir kısmından şüphe ediyorsanız o zaman aynı değerde bir sure getirin (de görelim) ve -eğer dediğiniz doğruysa- Allah'tan başkalarını da size şahitlik etmeleri için çağırın. (15)

14 - Yani, odak noktasını Allah'ın birliği ve tekliği öğretisinin oluşturduğu mesajın... Bu pasaj, "şüphe" (rayb) kelimesinin kullanılmasıyla, bu surenin başlangıç cümlesini ("Üzerinde hiçbir şüpheye yer olmayan bu ilahî kelâm") hatırlatmayı amaçlar. Vahyin tedricîliği, nezzelnâ gramatik kalıbı ile yansıtılmıştır -ki tedricîlik, bu bağlamda büyük bir önem taşır. Çünkü Hz. Peygamber'in muhalifleri, Kur'an'ın, bir defada değil de tedrîcen nazil olmasından dolayı ilahî kaynaklı olamayacağını ileri sürmekteydiler (Zemahşerî).

15 - Lafzen, "ona benzer bir sure ile gelin ve Allah'tan başka şahitlerinizi de getirin" -yani, "sözde edebî gücünüzün Kur'an'ın herhangi bir parçasına eşit olabileceğini isbat etmek için..." Kur'an'ın başka iki yerinde daha aynı meydan okumayı görürüz (10:38 ve 11:13, ki bu ikinci ayette inançsızlara, aynı değerde on ayet getirmeleri çağrısında bulunulmaktadır); ayrıca bkz. 17:88.

24. Eğer bunu yapamıyorsanız -ki kesinlikle yapamayacaksınız- o zaman yakıtı insanlar ve taşlar (16) olan, hakikati inkar edenler için hazırlanmış ateşi bekleyin!

16 - Bu, insanın Allah'ı bırakarak yöneldiği bütün tapınma objelerini gösterir; onların güçsüzlüğü ve etkisizliği, taşların cansızlığı ile sembolize edilmektedir; "insanlar" ibaresi ise, burada hakikat çizgisinden sapan insan eylemlerini temsil eder (karş. Menâr I, 197): öteki dünyada, Kur'an'da "cehennem" olarak adlandırılan, inkarcıların şiddetli bir azaba çarptırıldıkları ortamı hatırlatan bir ifade...

25. Ama imana ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan hasbahçelerin kendilerine ait olacağını müjdele! Onlara ne zaman rızık olarak oradan bazı ürünler bahşedilse, "Bunlar, bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış" diyecekler. Çünkü onlara o [geçmişte tadılanlar]ı hatırlatacak şeyler (17) verilecek. Onlar, orada tertemiz eşler bulacaklar ve orayı mesken edinecekler.

17 - Lafzen, "ona benzeyen bazı şeyler". Bu pasaj için, bazısı oldukça spekülatif ve batınî mahiyette birçok yorum yapılmıştır. Bu çeviri tarzını, "bu, daha önce de bize rızık olarak verilen şeyin aynısıdır" cümlesini, "yeryüzündeki hayatımız sırasında iman edip doğru ve yararlı işler yapmamızın karşılığı olarak bize vaad edilen budur" anlamında tefsir eden Muhammed Abduh'a borçluyum (Menâr I, 232 vd.). Diğer bir ifadeyle, insanın bu dünyadaki eylem ve davranışları, onların öteki dünyadaki "meyveleri"ne ya da ürünlerine yansıyacaktır. -Kur'an'ın başka ayetlerinde ifade edildiği gibi "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görecek ve kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görecektir" (99:7-8). Bir sonraki cümlede "eşler"e yapılan atıflara gelince, zevc (çoğulu ezvâc) teriminin bir çiftin her iki tarafını -yani, hem dişiyi hem de erkeği- ifade ettiğini belirtmek gerekir.

26. Bakın, Allah, bir sivrisineği [hatta] ondan daha küçük bir şeyi (18) örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, "Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?" derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fasıklardan başkasını saptırmaz,

18 - Lafzen, "onun fevkinde bir şeyi"; burada vurgulanan, küçüklük vasfının üst derecesidir. Örneğin, birisinin, "filan şahıs insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla" demesi gibi (Zemahşerî). Öteki dünyadaki cennet nimetlerinin ve cehennem azabının anılmasının hemen ardından "Allah'ın verdiği örnekler"den bahsedilmesi, bu tasvirin temsîlî karakterini ortaya koymaktadır.

27. onlar ki, [fıtratlarına] yerleştirildikten sonra Allah'a karşı taahhütlerini (19) bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar ve yeryüzünü fesada verirler: İşte bunlardır hüsrana uğrayanlar.

19 - "Allah'a karşı taahhüt" (ki geleneksel olarak "Allah'ın ahdi" diye çevrilir), burada, açıkça, insanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah'ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlakî sorumluluğuna işaret eder. Bu sorumluluğun "üstlenilme"si, akıl melekesinden kaynaklanır; ki bu meleke, doğru kullanıldığında, insanı kendi davranışları ile ilgili olarak Allah'ın iradesini tedrîcen kavramaya yöneltir. "Allah'a karşı taahhüt"ün bu şekildeki yorumunu, incelenmekte olan bölümden ne önce ve ne de sonraki ayetlerde herhangi bir özel "ahit"e değinilmemiş olması gerçeği de teyid etmektedir. Bu bağlamda herhangi bir açıklayıcı referansın kasıtlı olarak ihmal edilmiş olması, "Allah'a karşı taahhüt" ifadesinin, bu beşerî durumun temelindeki bir şeyi ifade ettiğini ve bu nedenle, hem bilinçli tecrübe yoluyla hem de içgüdüsel olarak algılanabileceğini gösterir: yani, Allah ile yaratılıştan kurulan ve O'nu "insana şahdamarından daha yakın" (50:16) yapan bir ilişki. Daha sonra "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şey"e yapılan atfın bir açıklaması için bkz. Sure 13, not 43.

28. Cansız iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren, sonra tekrar hayata kavuşturan ve (sonunda) Kendisine döndürüleceğiniz Allah'ı nasıl inkar edersiniz?
29. Ve dünya üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök (20) şeklinde düzenleyen O'dur; ve yalnızca O'dur her şeyin tam bilgisine sahip olan.

20 - Semâ terimi, başka bir şey üzerine çadır gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere "semâ" adı verilir. Ve terimin Kur'an'daki asıl anlamı da budur. Daha geniş anlamda ise "kozmik sistem" çağrışımına sahiptir. "Yedi gök" ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer Semitik dillerde de olduğu gibi- "yedi"nin çoğu kez "birkaç/birçok" kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır (bkz. Lisân'ul-‘Arab). Tıpkı, "yetmiş" veya "yediyüz"ün de, genellikle, "çok" yahut "pek çok" anlamına geldiği gibi (Tâcu'l-‘Arûs). "Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâ'dır" (Râğıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, "yedi gök" ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır. Bu cümlenin başındaki sümme'yi neden "ve" diye çevirdiğimin izahı için bkz. Sure 7, not 43'ün ilk kısmı.

30. İŞTE O ZAMAN (21) Rabbin meleklere: "Bakın, Ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini yaratacağım!" (22) demişti. Onlar: "Seni övgüyle yüceltip takdîs eden bizler dururken, orada, bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler. [Allah:] "Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!" diye cevapladı.

21 - Genellikle -Arapça'nın yapısı içindeki değişik kullanımlarına yeterince dikkat edilmeden- "vaktiyle" diye çevrilen iz edatının bu bağlamda tek uygun karşılığı, "İşte/ve o zaman" ifadesi olarak görülmektedir. İlk karşılık çoğu zaman doğru görünmesine rağmen, iz edatı, aynı zamanda "âni veya beklenmedik bir şeyin vukuu"nu (karş. Lane I, 39), ya da "söylemdeki âni bir dönüşü/değişikliği" ifade etmek için de kullanılır. Bundan sonraki temsîlî anlatım, insana fıtraten verilmiş muhakeme yeteneği ile ilgili olduğu kadar önceki paragraflarla da mantıken irtibatlıdır.

22 - Lafzen, "dünyada bir vâris" ya da "bir halife yaratacağım." Halîfe terimi -"(başkasının) yerini aldı" anlamındaki halefe fiilinden türemiştir- bu temsîlde de, insanın yeryüzündeki meşru hakimiyetini göstermek için kullanılmıştır; ki bu da, en uygun olarak "yeryüzünde ona sahip çıkacak" şeklinde (mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması anlamında) çevrilebilir. Bkz. bütün insanlardan yeryüzünün halîfeleri olarak söz edilen6:165, 27:62 ve 35:39.

31. Ve O, Âdem'e her şeyin ismini (23) öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve "Dedikleriniz doğruysa (24) haydi bu [şey]lerin isimlerini bana söyleyin bakalım!" dedi.

23 - Lafzen, "bütün isimleri". Bütün dilbilimcilere göre isim terimi, "bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsîl eden ayırd edici ifadeler"e (Lane IV, 1435); felsefe terminolojisinde ise "kavram"a işaret eder. Buradan hareketle, "tüm isimlerin bilgisi"nin, bu anlam örgüsü içinde, mantıkî tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada "Âdem" ile bütün bir insan soyunun kasdedilmiş olması, daha önce geçen, meleklerin "orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak birini mi" şeklindeki itirazlarıyla ve ayrıca 7:11 ile iyice pekiştirilmiştir.

24 - Yani, safiyetinizden dolayı kendinizi "yeryüzüne sahip çıkma"ya daha layık gördüğünüz iddiasında haklıysanız.

32. Onlar: "Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!" diye cevap verdiler.
33. O: "Ey Âdem, bu [şey]lerin isimlerini onlara bildir!" buyurdu. [Âdem] isimleri onlara bildirince [Allah]: "Size, ‘göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?" dedi.
34. Sonra Meleklere "(Haydi!) Â-dem'in önünde yere kapanın!" dediğimizde (25) İblis dışında hepsi yere kapandı, o ise reddetti ve (üstelik) küstahça böbürlendi: böylece hakkı inkar edenlerden oldu. (26)

25 - İnsanın, kavramsal düşünme yeteneğinden dolayı, bu konuda meleklerden bile üstün olduğunu göstermek için.

26 - Kovulan Meleğin (the Fallen Angel) ismi ile ilgili bir açıklama için bkz. Sure 7, not 10. Kur'an'da sıkça vurgulanan bu "isyan" olayı, bazı müfessirleri, İblis'in bir melek olamayacağı, çünkü meleklerin günah işleme özelliğine sahip olmadıkları kanaatine vardırmıştır: "Onlar kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmazlar... ve kendilerine ne buyurmuşsa onu yaparlar" (16:49-50). Buna karşılık öteki müfessirler, Allah'ın meleklere emri ve İblis'in itaati reddetmesi ile ilgili Kur'ânî beyana işaretle bunun, sözkonusu emir sırasında İblis'in cennet sakinlerinden biri olduğunu kesinlikle gösterdiğini iddia ederler. O halde, İblis'in "isyan"ının tamamiyle sembolik bir anlama sahip bulunduğunu ve aslında Allah tarafından kendisine verilen özel bir fonksiyonun sonucu olduğunu söyleyebiliriz (bkz. 15:41, not 31).

35. Ve (sonra,) "Ey Âdem," dedik: "Sen ve eşin bu bahçeye (27) yerleşin ve orada dilediğinizden serbestçe yiyin; ancak bir tek şu ağaca (28) yaklaşmayın ki zalimlerden olmayasınız".

27 - Lafzen, "bahçede". Burada "bahçe" ile neyin kasdedildiği üzerinde müfessirler arasında kayda değer bir görüş farklılığı vardır: dünyevî anlamda bir bahçe mi, öteki dünyada salih insanları bekleyen bir cennet mi, yoksa cennet içindeki bazı özel bahçeler mi? Bazı ilk dönem müfessirlerine göre (bkz. Menâr I, 277) burada dünyevî bir ikamet yeri kasdedilmiştir, yani mutlak bir rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamı. Ancak her ne olursa olsun, bu Âdem kıssası,3:7'de gönderme yapılan temsîllerden biridir.

28 - Bu ağaç, Kur'an'ın başka bir yerinde (20:120) "ebedî hayat ağacı" olarak ve Kitâb-ı Mukaddes'de (Tekvîn ii, 9) "hayat ağacı" ve "iyilik ve kötülük bilgisinin ağacı" diye zikredilmiştir. Bu temsîlin muhtemel bir izahı için bkz. 20:120, not 106.

36. Ama Şeytan orada ikisini de yoldan çıkardı ve böylece sahip oldukları konumu yitirmelerine sebep oldu. (29) Bu yüzden Biz: "Buradan çıkıp gidin, (bundan sonra) birbirinize düşman olarak yaşayın ve yeryüzünü bir müddet için mesken edinip orada geçiminizi sağlayın!" (30) dedik.

29 - Lafzen, "içinde bulundukları durumdan çıkardı": yani, onları yasaklanmış ağacın meyvesini yemeye teşvik ederek.

30 - Bu cümle ile, şimdiye kadar gözlenen ikili hitap şekli çoğula döner; bu da, kıssanın ahlakî tarafının bir bütün olarak insan soyunu ilgilendirdiğinin yeni bir belirtisidir. Keza bkz. Sure 7, not 16.

37. Derken Âdem Rabbinden [yol gösterici] sözler aldı. Ve (Allah) o'nun tevbesini kabul etti: çünkü yalnız O'dur tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan.
38. Biz, "Hepiniz buradan çıkıp gidin!" dedikse de size yol göstericiliğimiz devam edecektir: ve Benim yol gösterici mesajlarıma uyanlar için artık ne korku vardır, ne de üzüntü;
39. ama hakikati inkara şartlanmış olanlara ve mesajlarımızı yalanlayanlara gelince -işte onlar içinde yaşayıp kalmak üzere, ateşe mahkum olan kimselerdir.
40. EY İSRAİLOĞULLARI! (31) Size bağışladığım o nimetleri hatırlayın ve Bana verdiğiniz sözü tutun (ki) Ben de sözümü tutayım; ve Benden, yalnız Benden sakının!

31 - Bu pasaj, ilahî vahiy yoluyla insana lütfedilen kesintisiz hidayete atıfta bulunan önceki pasajlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada İsrailoğulları'na yapılan gönderme, Kur'an'ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, onların dinî inançlarının Kur'an vahyinde doruğa ulaşan tek tanrıcılık kavramının daha önceki safhasını temsîl ettiği gerçeğinden dolayıdır.

41. Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca (32) değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!

32 - Tüm milletler arasında yalnız kendilerinin ilahî vahiy ile şereflendirildiklerine dair ısrarlı Yahudi inancına bir atıf. "Küçük bir kazanç", onların "Allah'ın seçilmiş halkı" oldukları şeklindeki kanaatleridir: bu da, Kur'an'ın müteaddit yerlerde reddettiği bir iddiadır.

42. Hakkı bâtıl ile örtüp bile bile gizlemeyin. (33)

33 - "Hakkı bâtıl ile örtmek"le, Kur'an'ın sık sık Yahudileri ithamına sebep olan, Kitâb-ı Mukaddes'in metnini tahrif etmeleri kasdedilmiştir -ki bu tahrifat, objektif metin tetkikleri yoluyla da isbatlanmıştır. Öte yandan, "hakikatin gizlenmesi", Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes'deki Hz. Musa'nın "Tanrın Rab, sizin için aranızdan, kardeşleriniz içinden tıpkı benim gibi bir peygamber çıkaracak, siz o'nu dinleyeceksiniz" (Tesniye xviii, 15) şeklindeki sözlerini ve bizzat Allah'a izafe edilen: "Kardeşlerin arasından onlara senin gibi bir peygamber göndereceğim ve o'nun ağzına kendi sözlerimi koyacağım" (Tesniye xviii, 18) şeklindeki sözleri gözardı etmelerine veya kasden yanlış yorumlamalarına işaret eder. Açıktır ki İsrailoğulları'nın "kardeş"leri, Araplardır ve özellikle onların musta‘ribe ("Araplaşmış") gurubudur ki kökleri Hz. İsmail'e ve Hz. İbrahim'e kadar uzanır: ve Arap Peygamberi'nin kendi kabîlesi "Kureyş" de bu guruba mensup olduğundan, yukarıdaki Kitâb-ı Mukaddes ifadeleri o'nun ortaya çıkacağına işaret olarak kabul edilmelidir.

43. Namazda dikkatli ve devamlı olun, karşılıksız yardımda (34) bulunun ve namazda rükû edenlerle birlikte rükû edin.

34 - İslam Hukuku'nda zekât, kişinin sermayesini ve gelirini (dolayısıyla nefsini) bencillik kirinden temizlemesi anlamına gelen, müslümanlara farz kılınmış zorunlu bir vergiyi ifade eder. Bu verginin hasılatı, esas olarak fakirlere harcanır, ama yalnızca onlara değil. Bu nedenle, ne zaman bu terim belirttiğimiz bu hukukî anlamda kullanılmışsa ben onu "arındırıcı (malî) yükümlülükler" olarak çeviriyorum. Ancak, bu ayet İsrailoğulları'na atıfta bulunduğundan ve yalnızca fakirlere yönelik hayır faaliyetlerini içerdiğinden, onu "sadaka" veya "karşılıksız yardım" olarak çevirmek daha uygun olur. Keza, zekât teriminin, müslümanlarla ilgili olarak kullanılmasına rağmen özel olarak zorunlu vergiyi kasdetmediği bütün örneklerde (vahiy kronolojisinde bu terimin ilk defa geçtiği 73:20 örneğinde olduğu gibi) bu ikinci çeviriyi benimsedim.

44. Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz- hem de ilahî kelâmı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
45. (Ey müminler!) Sabır ve namazla yardım dileyin: Bu, tam bir sığınma duygusu içinde yürekten Allah'a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir,
46. onlar ise (sonunda) Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini kesinlikle bilirler.
47. Ey İsrailoğulları! Size bağışladığım nimetleri ve sizin diğer kavimlere karşı üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlasanıza!
48. Ve hiçbir insanın ötekine en ufak bir yararının dokunamayacağı, hiç kimseden şefaatin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı (35) ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği Gün[ün mutlaka gelip çatacağı] bilinciyle yaşasanıza!

35 - "Fidye almak" (‘adl), hem vekaleten kefaret (vicarious redemption) olarak adlandırılan Hristiyan doktrinine, hem de Yahudiler'in, "seçilmiş toplum"un -ki onlar kendilerini öyle görürler- Hesap Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu her iki düşünce de Kur'an'da kesin olarak reddedilmektedir.

49. Ve oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakarak sizi azapların en kötüsüne uğratan (36) Firavun hanedanının elinden sizi kurtardığımız günleri [hatırlayın]- (o günler) ki Rabbinizden büyük bir imtihan vardı sizin için.

36 - Bkz. Çıkış i, 15-16, 22.

50. Ve önünüzdeki denizi yarıp sizi (nasıl) kurtardığımız, gözlerinizin önünde Firavun'un adamlarını (nasıl) boğduğumuz,
51. (ve nasıl) Musa'yı [Sina Dağı'nda] kırk gece tuttuğumuz ve o'nun yokluğunda [altın] buzağıya tapmaya başladığınız ve böylece zalimlerden olduğunuz,
52. dahası, (bütün) bunlardan sonra, belki şükredenlerden olursunuz diye bu günahınızı affettiğimiz günleri (hatırlayın). (37)

37 - Altın Buzağı Kıssası, 7:148 vd. Ve 20:85 vd.'da daha geniş olarak ele alınmıştır. Yukarıda 50. ayetin atıfta bulunduğu Kızıl Deniz'in geçilmesi olayı konusunda ise bkz. 20:77-78 ile 26:63-66 ve ilgili dipnotları. Hz. Musa'nın Sina Dağı'nda geçirdiği kırk gece (ve gündüz), 7:142'de yeniden zikredilmektedir.

53. Ve [hatırlayın,] Musa'ya ilahî kelâmı -[böylece] doğruyu yanlıştan ayırd etmek için [kullanacağı] ölçüyü (38) - vermiştik ki doğruya yönelesiniz;

38 - Muhammed Abduh, el-furkân'ın, aynı zamanda, "doğruyu yanlıştan ayırd etmemizi sağlayan insan aklı" için de kullanıldığını (Menâr III, 160) söyleyerek ve bu kapsamı geniş yorumunu Bedir Savaşı'nın yevmu'l-furkân ("doğrunun yanlıştan ayrıldığı gün") olarak tanımlandığı 8:41. ayete dayandırarak el-furkân'ın yukarıdaki anlamını (Taberî, Zemahşerî ve diğer büyük müfessirlerce kabul edilen anlam) desteklemiştir. Furkân terimi, Kur'an'da, çoğunlukla vahyedilmiş metinlerden herhangi birini ve özellikle de Kur'an'ı tanımlamak için kullanıldığından, Abduh tarafından işaret edilen muhtevayı taşıdığı da kuşkusuzdur: mesela, 8:29'da bu terim, Allah'a karşı sorumluluklarının tam olarak bilincinde olan insanları (ötekilerden) ayıran ahlakî değerlendirme melekesine işaret etmektedir.

54. Ve Musa, halkına (dönüp) "Ey halkım!" demişti, "Doğrusu buzağıya taparak kendinize karşı suç işlediniz, o halde tevbe ederek (tekrar) Yaratıcınıza yönelin ve nefsinizi yok edin; (39) bu, sizin için Yaratıcınızın katında en hayırlısı olacaktır." Bunun üzerine O, tevbenizi kabul etmişti: Çünkü yalnız O'dur tevbeleri kabul eden, Rahmet Dağıtan.

39 - Lafzen, "kendinizi öldürün" veya, bazı müfessirlere göre, "birbirinizi öldürün". Ancak, muhtemelen Tevrat, Çıkış xxxii, 26-28'deki hikaye üzerine bina edilen bu lafzî yorum, hemen akabindeki tevbeye çağrı ve peşinden bu tevbenin Allah tarafından kabul edildiği ifadesi karşısında ikna edici görünmemektedir. Ben, bu nedenle, Abdülcebbâr tarafından verilen anlamı (bu ayet ile ilgili yorumunda Râzî tarafından nakledilen anlamı) tercih ettim: "Kendinizi öldürün" ifadesi, burada mecazî anlamda, yani, "nefsinizi yok edin" anlamında kullanılmıştır.

55. Ve [hatırlayın] (hani,) "Ey Musa, doğrusu Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!" dediğinizde, (işte o an) siz daha (ne oluyor diye) çevrenize bakınıp dururken ceza yıldırımı (40) sizi yakalamıştı.

40 - Kur'an, bu "ceza yıldırımı"nın (sâika) ne şekilde olduğunu anlatmaz. Lugat alimleri bu kelimeye çeşitli anlamlar verirler, ancak hepsi de, taşıdığı ‘âni oluş' ve şiddet boyutu üzerinde hemfikirdirler (bkz. Lane IV, 1690).

56. Ama ölü (bir toplum) haline geldikten sonra (41) belki şükredenlerden olursunuz diye sizi tekrar dirilttik.

41 - Lafzen, "ölümünüzden sonra". Mevt kelimesi, her zaman maddî ölümü ifade etmez. Arap dilbilimcileri -mesela Râğıb- mâte (kelime anlamı ile "öldü") fiilinin, bazı bağlamlarda, "hislerini kaybetti", "hisleri öldü" ve bazan da, "akıl melekesinden yoksun kaldı", "aklen öldü" ve hatta bazan da, "uyudu" anlamlarına geldiğini belirtmişlerdir (bkz. Lane VII, 2741).

57. Ve bulutların sizi gölgeleri ile ferahlatmasını sağladık, ayrıca "Size rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yararlanın" [diyerek] kudret helvası ve bıldırcın gönderdik. O soydaşlarınız [işledikleri bu günahlarla] bize hiçbir zarar vermediler, fakat [sadece] kendilerine zulmettiler.
58. Ve yine [hatırlayın o günleri,] Biz, "Bu beldeye (42) girin ve yiyeceklerinden dilediğiniz kadar bol bol yiyin; fakat kapıdan (tevazu içinde,) boyun eğerek girin ve ‘Günahlarımızın yükünü üzerimizden kaldır!' (43) deyin ki günahlarınızı bağışlayayım ve iyilik yapanlara sınırsız mükafat vereyim" demiştik.

42 - Karye kelimesi, öncelikle "köy" veya "kasaba" demektir. Ama "belde" anlamında da kullanılır. Burada açıkça Filistin'e işaret edilmektedir.

43 - Hitta kelimesinin bu karşılığı, Hz. Peygamber'in birçok Ashâbı'nın bu konuda söylediklerini esas alan Lugat alimlerinin çoğunluğu (karş. Lane II, 592) tarafından kaydedilmiştir (bu konudaki nakiller için bkz. İbni Kesîr'in bu ayet ile ilgili yorumu). Böylece İsrailoğulları'na, vaad edilen toprakları mütevazî bir ruhla sahiplenmeleri (lafzen, "kapısından secde ederek girin") ve bunu kendileri için bir "hak" olarak telakki etmemeleri tenbih edilmiştir.

59. Ama o zulmetmeye şartlanmış olanlar kendilerine tevdî edilmiş olan (söz)ü başka bir sözle değiştirdiler (44) : Bunun üzerine Biz de yoldan çıkmalarından ötürü o zalimlerin üzerine gökten bir bela indirdik.

44 - Çoğunlukla İbni Kesîr tarafından nakledilen bazı Hadislere göre, onlar (İsrailoğulları), aşağılama amacıyla, karşılığında ilgisiz ve anlamsız şeyler uydurarak hitta kelimesi ile oynadılar. Ancak Muhammed Abduh, 58. ayette geçen "deyin" emrinin, sadece onlardan beklenen zihinsel bir tavrın mecazı olduğu ve bu sebeple, buradaki "değiştirme"nin, Allah'ın emrini gözardı etmek suretiyle yapılan bilinçli bir kibir gösterisine işaret ettiği kanaatindedir (bkz. Menâr I, 324 vd.).

60. Ve yine bir keresinde Musa, kavminin su ihtiyacı için (Bize) yalvarmıştı ve Biz de kendisine: "Asânla kayaya vur" demiştik. Bunun üzerine oradan oniki kaynak (birden) fışkırmıştı ki halkın tümü nereden (hangi kaynaktan) içeceğini bilsin. (45) [Ve Musa demişti:] "Allah tarafından verilen rızıktan yiyip için, ama yeryüzünün yozlaşmasına ve çürümesine yol açarak bozgunculuk yapmayın."

45 - Yani, kabilevî gruplara göre.

61. Ve bir zamanlar yine siz: "Ey Musa, doğrusu biz bir tek çeşit yiyecekle yetinemeyiz, öyleyse Rabbine dua et de bize topraktan yetişen ürünler, sebze, salatalık, sarımsak, mercimek, soğan (gibi ürünler) çıkarsın" demiştiniz. [Musa]: "Daha hayırlı [ve onurlu] olan durumu daha aşağılık olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? (46) O halde utanç içinde Mısır'a dönün; (47) orada istediğiniz şeylere kavuşabilirsiniz!" demişti. Böylece, onlara yoksulluk, düşkünlük damgası vuruldu ve Allah'ın gazabına uğradılar. Bütün bunlar, Allah'ın mesajının gerçekliğini inkar etmedeki ısrarları ve haksız şekilde Peygamberleri öldürmeleri yüzündendir: Bütün bunlar, [Allah'a] isyan etmeleri ve hakkın sınırlarını ihlal etmedeki ısrarlarından dolayıdır. (48)

46 - Yani, "Özgürlüğünüzü, Mısır'daki esaretiniz sırasında yaşadığınız anlamsız rahatlığa değişir miydiniz?". Sina çölünde dolaşıp durdukları sıralarda pek çok Yahudi, Tevrat'ta açıkça ifade edildiği üzere (Sayılar, xi), Mısır'daki hayatlarının nisbî güvenliğini özlemle anıyorlardı. Ve zaten yukarıdaki Kur'an pasajının bir sonraki cümlesinde Hz. Musa'nın ona îmada bulunmasından da bu anlaşılmaktadır.

47 - Habeta fiili, lafzî olarak, "yokuş aşağı indi" anlamına gelir; keza mecazî olarak, onurunu yitirmek ve düşkün, sefil hale gelmek anlamında kullanılır. (Karş Lane VIII, 2876.) Hz. Musa'nın bu acı hitabı lafzî anlamda alınamayacağından, fiilin sözünü ettiğimiz her iki anlamı bu bağlamda birleştirilerek "utanç içinde Mısır'a dönün" diye çevrilebilir.

48 - Bu pasaj, açıkça, Yahudi tarihinin daha sonraki dönemine atıfta bulunuyor. Gerçekten de, Yahudilerin bazı peygamberlerini öldürdükleri, hem Peygamber Yahya (Vaftizci Yahya) kıssasında, hem de İncil'de kaydedildiğine göre, Hz. İsa'nın yönelttiği şu daha genel ithamda açıkça görülmektedir: "Ey Kudüs! Sen, sana gönderilen peygamberleri öldüren, onları taşlayan Kudüs!" (Matta xxiii, 37.) Keza, her ikisi de Hz. Zekeriya'nın öldürülüşüne atıfta bulunan Matta (xxiii, 34-35) ve Luka (xi, 51) İncilleri'ne ve Selaniklilere Mektup I'e (ii, 15) bakınız. Bu bağlamda, zulüm işlemeye devam etmeleri veya zulmü ısrarla tekrarlamaları, kânû yardımcı fiilinin kullanılışından anlaşılmaktadır.

62. KUŞKUSUZ, [bu ilahî kelâma] i-man edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden (49) Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükafatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir. (50)

49 - Sâbiîler, Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki tek-tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, "kendini (suya) daldırdı" anlamındaki Ârâmîce tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahya'nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir -ki bu durumda, bugün hâlâ Irak'ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslam'ın ilk çağlarında mevcut olan ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir ‘bilinemezci' (gnostic) mezhep olan "Harran Sâbiîleri" ile karıştırmamalıyız.

50 - Kur'an'da birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, İslam'ın temel bir doktrinini inşa etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, "kurtuluş" fikri, burada sadece üç şarta bağlanmıştır: Allah'a iman, Hesap Günü'ne iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak. Bu kritik noktada -yani, İsrailoğulları'na yönelik bir davetin tam ortasında- bu doktrinin ifade edilmiş olması, Yahudilerin, Hz. İbrahim soyundan gelmelerinin kendilerine "Allah'ın seçilmiş halkı" olarak kabul edilme imtiyazını verdiği bâtıl inancı nedeniyledir.

63. İŞTE O ZAMAN, Sina Dağı'nı üzerinize yükselterek (51) ciddî ve samimî (görünen) taahhüdünüzü kabul etmiş ve "Size bahşettiğimiz şeye [bütün] gücünüzle sımsıkı sarılın ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız!" [demiştik].

51 - Lafzen, "ve dağı (Tûr) üzerinize yükselttik": yani yüksek dağın, aşağıda 83. ayette dile getirilen ciddî ve samimî taahhütlerinize şahitlik yapmasını sağladık. Bütün çevirim boyunca et-Tûr ibaresini "Sina Dağı" olarak çevirdim, çünkü (Kur'an'da) daima bu anlamda kullanılmıştır.

64. Ama siz ondan sonra sözünüzden döndünüz! Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı kendinizi muhakkak ziyana uğrayanlar arasında bulurdunuz;
65. nitekim, içinizde Sebt Günü'nün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu davranışlarından ötürü onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun!" dedik;
66. ve onları hem kendi zamanları, hem de bütün gelecek zamanlar için uyarıcı bir örnek kıldık, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara da ibret alınacak bir ders. (52)

52 - Sebt Günü'nü ihlal edenlerin kıssasının tamamı ile "maymunlar"a yapılan mecazî atıf için bkz. 7:163-166. Burada "kendi zamanları" diye tercüme edilen mâ beyne yedeyhi ifadesi sure 3, not 3'de izah edilmiştir.

67. HANİ, O ZAMAN Musa, halkına: "Dinleyin! Allah bir sığır kurban etmenizi emrediyor" (53) demişti. Onlar: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. O: "Bu kadar cahil olmaktan (54) Allah'a sığınırım!" diye cevap verdi.

53 - Ayet 72'den anlaşılmaktadır ki, bu ve takib eden ayetlerle ilgili kıssa, hemen hemen kesin bir şekilde, çözümlenmemiş bazı öldürme olaylarında bir inek kurban edilmesini ve öldürme olayına en yakın köy veya kasaba yaşlılarının ellerini kurban edilen inek üzerinde yıkayıp "bu kanı ne ellerimiz döktü, ne de gözlerimiz onu gördü" diye beyanda bulunmalarını emreden Hz. Musa'nın yasasına işaret eder. Bu yolla toplum, müşterek sorumluluktan muaf kılınmış oluyordu. Bu Tevrat kuralının detayı için bkz. Tesniye xxi, 1-9.

54 - Lafzen, "cahillerden olmayayım diye". Alay edilme suçlaması, Hz. Musa'nın yukarıdaki kuralı çok genel terimlerle, herhangi bir detay vermeden bildirmesinden dolayıdır.

68. Onlar: "(Madem öyle,) Rabbine bizim için dua et de bunun nasıl bir kurban olacağını bize açıklasın" dediler. [Musa] "Bakın!" dedi, "O, ne yaşlı ne körpe, ama ikisi arasında orta yaşta bir sığır olmasını istiyor. O halde size verilen emri yerine getirin!"
69. Onlar: "Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olacağını bize açıklasın" dediler. [Musa'nın] cevabı şu oldu: "O, kurbanın sarı renkte, parlak tonda, görenlere zevk veren bir sığır olmasını istiyor".
70. Onlar: "Rabbine bizim için dua et de onun nasıl olacağını bize (daha açık) bildirsin, (çünkü) bize göre tüm sığırlar birbirlerine benzer; ve sonra, Allah arzu ederse biz elbette doğru yola yöneliriz!" dediler.
71. [Musa'nın] cevabı şu oldu: "O, bu kurbanın ekinleri sulamak veya toprağı sürmek için hiç koşulmamış, kusursuz, alacasız bir sığır olmasını istiyor". Onlar: "İşte, sonunda gerçeği bildirdin!" dediler; ve hemen (onu) kurban ettiler, halbuki neredeyse hiçbir şey yapmadan kalacaklardı. (55)

55 - Yani, Hz. Musa vasıtasıyla kendilerine vahyedilen basit bir emrin daha net bir tanımını elde etmeye yönelik inatçılıkları, neredeyse emri yerine getirmelerini imkansız kılacaktı. Bu paragrafla ilgili yorumunda Taberî, İbni ‘Abbâs'ın aşağıdaki görüşünü aktarır: "Eğer [ilk anda] seçtikleri herhangi bir sığırı kurban etseydiler görevlerini yerine getirmiş olacaklardı; ama onu kendileri için karmaşık hale getirdiler ve Allah da onu onlar için zorlaştırdı." Benzer bir görüş, aynı bağlamda, Zemahşerî tarafından da ifade edilmiştir. Bu kıssanın ahlakî yönünün, bütün dinsel hukukların (dolayısıyla İslam Hukuku'nun) önemli bir problemine işaret ettiği görülmektedir: yani, başlangıçta genel ifadelerle verilen herhangi bir dinî kanunla ilgili ilave detaylar istemenin hoş görülmemesi -çünkü bu tür detaylar, sayı ve şekil olarak ne kadar çok olursa, kanun da o kadar katı ve karmaşık hale gelir. Bu noktayı çok iyi kavrayan Reşid Rıza, yukarıdaki Kur'an pasajı üzerindeki yorumunda aşağıdaki görüşleri serdeder (bkz. Menâr I, 345 vd.): "Bundan alınacak ders, kişinin kanunları daha karmaşık hale getirecek olan (hukukî) taleplerde bulunmaması gerektiğidir. İşte ilk Müslüman nesiller meseleyi böyle görmüşlerdir. Onlar meseleleri kendi içinde giriftleştirmediler ve böylece onlar için, şeriat (dîn), tabii, kolay ve müsamahakar idi. Ama sonradan gelenler, kendi kıyaslamaları (ictihâdları) yoluyla çıkardıkları (bazı) buyrukları dine ilave ettiler; ve bu (ilave) buyruk ve yasakları o kadar çoğalttılar ki şeriat, toplum için ağır bir yük haline gelmeye başladı." İslam Hukuku'nun gerçek emir ve buyruklarının, yani, Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in öğretilerinde açık ve kesin olarak vaz‘edilmiş olanların -neden detaylardan adeta tamamen uzak olduğunun sosyolojik sebepleri konusunda State and Government in Islam adlı kitabımı (s.11 vd. ve muhtelif bölümleri) salık veririm. (Türkçe çevirisi, İslâm'da Yönetim Biçimi -T.ç.n.) Yukarıdaki sığır kıssasında tasvir edilen ve Hz. Peygamber'in Ashâbı tarafından doğru şekilde kavranan bu problemin önemi, sureye neden "Bakara" (sığır) adı verildiğini izah eder. (Keza bkz. 5:101 ve ilgili notlar 120-123.)

72. Çünkü ey İsrailoğulları, siz bir adam öldürmüştünüz ve sonra da bu [suç]un sorumluluğunu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, sizin örtbas ettiğiniz her şeyi (56) açığa çıkarmaya kâdirdir.

56 - Bkz. yukarıda not 53. Burada çoğul "siz"in kullanımı, Hz. Musa'nın Şeriatı'nda, meçhul bir şahsın veya şahısların işlediği cinayetlerde öngörülen kollektif, toplumsal sorumluluk prensibine işaret eder. Allah'ın suçları açığa çıkarması, açıkça Hesap Günü'ne bir işarettir.

73. Biz dedik ki: "Bu [prensib]i bu gibi [çözümlenmemiş cinayet olay]larının bazılarına da uygulayın: (57) Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir (58) ki (bunu görüp) muhakemenizi kullan[mayı öğren]ebilesiniz."

57 - İdribûhu bi-ba‘dihâ tabiri, kelime anlamıyla: "onun bir kısmı ile ona vur" diye çevrilebilir -ve bu karşılık, İsrailoğulları'na, kurban edilen sığırın etinden bir parça ile öldürülen adamın cesedine vurmaları emrinin verildiği, bunun üzerine adamın mucizevî olarak canlanıp katili gösterdiği gibi gülünç bir iddianın pek çok müfessir tarafından ileri sürülmesine neden olmuştur. Ne Kur'an, ne Hz. Peygamber'in herhangi bir sözü, hatta ne de Kitâb-ı Mukaddes, bu son derece hayalî izaha en ufak bir ruhsat vermez. Bu nedenle, sözkonusu iddia kabul edilemez. İdribûhu'daki hû zamiri müzekker (eril) iken nefs ismi (ki burada "adam" diye çevrilmiştir) hakikatte müennes (dişil) isimdir: Buradan, idribûhu emrinin muhtemelen nefs'e işaret etmediği sonucu çıkar. Diğer yandan, darabe fiili (kelime anlamı "vurdu") çok sık sembolik veya mecazî anlamda kullanılan bir fiildir. Mesela, darabe fi'l-ard ("yeryüzünde seyahat etti"), veya darabe'ş-şey' bi'ş-şey' ("bir şeyi diğer bir şey ile karıştırdı"), ya da darabe meselen ("benzetme yaptı" veya "bir kıssa anlattı" yahut "bir tasvir yaptı") veya ‘alâ darbin vâhidin ("aynen uygulandı" veya "aynı şekilde") veya duribet aleyhim ez-zilleh ("onlar aşağılanmaya uğradılar" veya "onlara aşağılanma uygulandı") ve diğerleri gibi. Bütün bunları gözönüne alarak, yukarıdaki Kur'an paragrafında görülen idribûhu emrinin "ona" veya "buna uygula" diye çevrilmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim (bu şekildeki bir kullanım ile toplumsal sorumluluk prensibine atıf yapılmaktadır). Ba‘dihâ'daki ("onun bir kısmı") hâ müennes zamiri ise, öncesindeki en yakın müennes isim ile ilgilidir -yani, öldürülen nefis (kişi) ile veya üzerinde (fîhâ) toplumun anlaşmazlığa düştüğü cinayet olayının kendisi ile. Böylece, idribûhu bi-ba‘dihâ tabirinin en uygun karşılığı, "bu [prensib]i bu gibi [çözümlenmemiş cinayet olay]larından bazısına uygulayın" olmalıdır: Çünkü, açıktır ki, bilinmeyen şahıs veya şahıslar tarafından işlenen cinayetteki toplumsal sorumluluk prensibi, bu tür bütün durumlara değil, yalnızca bazılarına tatbik edilebilir.

58 - Lafzen, "Allah ölüye hayat verir ve size ayetlerini gösterir" (yani, O, iradesini bu tür mesajlar veya emirler vasıtasıyla gösterir). "O ölüye hayat verir" sembolik ifadesi, hayatların korunmasına işaret eder ve 5:32'dekine benzer bir muhteva taşır. Bu bağlamda, ister ferdî intikam olayları sonucu olsun, isterse yalnızca belirsiz bir şüpheye ve belki de haksızlığa yol açan ikinci dereceden delillere dayalı hatalı bir hukukî sürecin sonucu olsun, kan dökülmesine ve masum kişilerin öldürülmesine mani olmaya işaret eder (Menâr I, 351).

74. Ama, bütün bunlardan sonra kalpleriniz katılaştı; kaya gibi hatta daha da sert oldu: Çünkü, unutmayın, öyle kayalar var ki içinden ırmaklar fışkırır; ve öylesi de var ki yarıldığında içinden su çıkar; bazısı da Allah korkusuyla (yerinden kopup) aşağı yuvarlanır. (59) Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir!

59 - Bu atfın izahı için bkz. 7:143. "Kayalardan ırmakların fışkırması" veya "suyun çıkması" benzetmesi, tam aksini, yani, kuraklığı ve cansızlığı tasvir eder ve böylece, Kur'an'ın İsrailoğulları'na yönelttiği ruhsal çoraklık ithamına bir atıfta bulunur.

75. ŞİMDİ, onların tebliğ ettiğiniz şeye inanacaklarını bekliyor musunuz? (60) Aksine, birçoğu Allah'ın kelâmını dinler ama onu anladıktan sonra bile bile çarpıtırlar. (61)

60 - Burada Müslümanlara hitap edilmektedir. İslam'ın ilk döneminde özellikle o zamanlar çok sayıda Yahudinin yaşadığı Medine'ye hicretten sonra Müslümanlar, Yahudilerin, tevhidî inançlarından dolayı Kur'an mesajına ilk koşacaklar arasında bulunacaklarını bekliyorlardı. Bu, hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir beklenti oldu. Çünkü Yahudiler, kendi dinlerini sadece İsrailoğullarına adanmış bir çeşit ulusal miras olarak kabul ediyorlar ve yeni bir vahyin gereğine -veya olabilirliğine- inanmıyorlardı.

61 - Karş. Yeremya xxxiii, 26 -"Yaşayan Tanrının sözlerini değiştirdiniz".

76. Nitekim, imana ermiş olanlarla buluştuklarında, "[Sizin inandığınız gibi] inanıyoruz!" derler; ama birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, "Rabbinizin kelâmını (62) size karşı koz olarak kullansınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı şeyleri onlara haber veriyorsunuz? Aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?" derler.

62 - Lafzen, "Rabbinizin önünde" (veya "katında"). Müfessirlerin çoğuna (örneğin, Zemahşerî, Beğavî ve Râzî) göre, "Rabbiniz" ibaresi burada "Rabbinizin vahyettiği", yani İsrailoğulları'nın "kardeşleri arasından" bir peygamber geleceği şeklindeki Kitâb-ı Mukaddes'in haberi karşılığında kullanılmıştır ve bundan dolayı yukarıdaki ifade, Yahudilerin kendi kitaplarına dayanarak ilzam edilebileceklerine işaret etmektedir. (Bkz. aynı zamanda yukarıda 33. not.)

77. Bilmezler mi ki Allah, açığa vurdukları şeylerden de, gizlediklerinden de haberdardır?
78. Onlar arasında ilahî kelâmın (63) gerçek bilgisine sahip olmayan, kitap ile ilgisiz insanlar var; [ki bunlar] sadece birtakım kuruntular[a tâbi olurlar] ve zanna dayanırlar.

63 - Burada Tevrat'ın.

79. O halde, yazıklar olsun onlara ki, kendi elleriyle, ilahî kelâm[dan olduğunu iddia ettikleri hususlar]ı kaydettikten sonra, az bir kazanç elde etmek için, "Bu Allah'tandır!" derler. (Böyle diyerek) kendi elleriyle kaydettiklerinden ötürü yazıklar olsan onlara! Ve yine bütün o kazandıklarından ötürü yazıklar olsun böylelerine! (64)

64 - Burada Kitâb-ı Mukaddes'in metnini tahrif etmekten ve böylece onların cahil izleyicilerini yanıltmaktan sorumlu tutulan alimler kasdedilmektedir. "Az kazanç", onların sözde "seçilmiş toplum" olarak kapıldıkları üstünlük duygusudur.

80. Ve onlar: "Ateş, bize birkaç günden fazla dokunmaz" derler. (65) De ki [onlara]: "Allah'tan bir söz mü aldınız -çünkü Allah hiçbir zaman sözünden caymaz- yoksa asla bilemeyeceğiniz bir şeyi mi Allah'a isnad ediyorsunuz?"

65 - Yaygın Yahudi inancına göre, İsrailoğulları'ndan günahkarlar bile öteki dünyada sadece çok sınırlı bir ceza görecekler ve "seçilmiş toplum"a mensup olmaları sebebiyle cezaları çabucak kaldırılacaktır: Bu, Kur'an'ın reddettiği bir inançtır.

81. Evet! işte [böylesine] büyük bir kötülük işleyen ve [bunun] günahıyla çepeçevre kuşatılan kimseler var ya, işte böyleleridir içinde kalmak üzere ateşe mahkum olanlar!
82. İmana ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, sürekli içinde kalmak üzere cenneti hak edenler de işte bunlardır.
83. VE BİR ZAMAN, [ey] İsrailoğulları, [sizden] şu (konularda) kesin taahhüt almıştık: (66) "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz; akraba ve ebeveyninize, yetimlere ve fakirlere iyilik yapacaksınız; bütün insanlarla güzellikle konuşacaksınız; namazlarınızda dikkatli ve devamlı olacaksınız ve karşılıksız yardımda bulunacaksınız." (67) Ama, birkaçınız dışında bu sözünüzden döndünüz: zaten siz, inatçı, isyankar bir toplumsunuz! (68)

66 - Bundan önceki pasajlarda İsrailoğulları'na, kendilerine bahşedilen üstünlükler hatırlatılmıştı. Şimdi ise Kur'an onlara, doğruluk ve dürüstlük yolunun apaçık sosyal ve ahlakî emirler vasıtasıyla kendilerine gösterildiği gerçeğini hatırlatmaktadır: ve bu uyarı, doğrudan doğruya, insanın öteki dünyadaki durumunun, hangi soydan geldiğine değil, sadece bu dünyada nasıl bir hayat sürdürdüğüne bağlı olduğu yargısından çıkarılmaktadır.

67 - Bkz. yukarıdaki34. not.

68 - Tevrat, İsrailoğulları'nın dikbaşlılığına ve inatçı isyankarlığına dair birçok atıflar içermektedir Mesela, Çıkış xxxii, 9; xxxiii, 3; xxxiv, 9; Tesniye ix, 6-8, 23-24, 27.

84. O zaman, birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceğinize dair kesin söz almıştık sizden, siz de kabul etmiştiniz; ve [şimdi de] buna şahitlik yapıyorsunuz.
85. Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! (69) Böyle yaparak, ilahî kelâmın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bu dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

69 - Bu, Hz. Peygamber'in hicreti sırasında Medine'de var olan şartlara bir atıftır. İslam'dan önceki dönemde Medine'nin iki Arap kabilesi -Evs ve Hazrec- sürekli birbirleriyle savaş halindeydiler; ve orada yaşayan üç Yahudi kabilesinden -Benî Kaynukâ‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza- ilk ikisi Hazrec'in müttefiki olduğu halde üçüncüsü Evs'in müttefiki idi. Böylece, yaptıkları savaşlarda Yahudiler, müşrikler ile ittifak halinde öteki Yahudileri öldürüyorlardı ("birbirleriyle günah ve nefrette yardımlaşarak"): Bu, Hz. Musa'nın Şeriatı'na göre iki misli ağır suç idi. Ancak yine de o şeriata uyarak birbirlerinden aldıkları esirleri sonradan fidye karşılığı serbest bırakıyorlardı. Kur'an'ın sonraki cümlede işaret ettiği açık tutarsızlık işte budur.

86. Ahiret hayatı karşılığında bu dünya hayatını satın alanlar var ya, işte böylelerinin azabı hafifletilmeyecek ve onlara yardım edilmeyecektir.
87. Biz Musa'ya ilahî kelâmı bahşettik ve birbiri ardınca o'nu izleyen elçiler gönderdik: (70) Meryem oğlu İsa'ya da hakikatin tüm kanıtlarını vahyettik ve o'nu kutsal ilham (71) ile güçlendirdik. [Ama] ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir şey getirdiyse küstahlıkta haddi aşarak bir kısmını öldürdüğünüz (72) ve diğerlerini yalanladığınız doğru değil mi?

70 - Lafzen, "ve ondan sonra öteki [bütün] peygamberlerin onu takib etmesini sağladık": Yahudilere ardarda sürekli olarak peygamber gönderildiği gerçeğine (bkz. Taberî, Zemahşerî, Râzî, İbni Kesîr) bir gönderme ki, bu gerçek onların elinden bilgisizlik mazeretini de almaktadır.

71 - Rûhu'l-Kudüs'ün (kelime anlamıyla, "kutsallık ruhu") bu karşılığı, rûh teriminin Kur'an'da sık sık "ilahî ilham" anlamında kullanılmasına dayanmaktadır. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in, ashâbdan şair Hassân b. Sâbit'e Rûhu'l-Kudüs nimeti bahşedilmesi için duada bulunduğu rivayet edilmiştir (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî). Aynı şekilde Kur'an da, bütün müminlerin O'ndan (gelen) bir "ilham (rûh) ile güçlendirildikleri"nden söz eder (58:22).

72 - Lafzen, "Ve bir kısmını öldürüyorsunuz". Bu ayet boyunca gözlenen geçmiş zaman kipinin taktulûn ("siz öldürüyorsunuz") fiili ile şimdiki zaman kipine dönüşmesiyle bu konudaki bilinçli bir niyetin ve böylece, Ahd-i Cedîd'in de (Matta xxiii, 34-35, 37 ve I Selaniklilere Mektup ii, 15) işaret ettiği Yahudi tarihinin sürekli tekrarlanan bir özelliğinin vurgulanması amaçlanmaktadır (Menâr I, 377).

88. Ama onlar: "Kalplerimiz zaten bilgi ile dolu!" (73) derler. Hayır, bilakis Allah, onları hakikati kabullenmeyi reddettikleri için gözden çıkarmıştır: Zira onlar, sadece basmakalıp birkaç şeye inanırlar. (74)

73 - Lafzen, "kalplerimiz (bilgi) mahfazalarıdır". Yahudilerin, zaten sahip oldukları dinsel bilgiden dolayı başka ilave bir öğretiye ihtiyaçları olmadığı şeklindeki böbürlenmelerine bir işaret (İbni ‘Abbâs'dan naklen İbni Kesîr; benzer bir açıklama Taberî ve Zemahşerî tarafından da zikredilmiştir).

74 - Yani, onların bütün inançları bizâtihî kendileri ve Allah katında sahip olduklarını iddia ettikleri sözde "imtiyazlı" statü üzerinde odaklanmıştır.

89. Ve ne zaman Allah katından onlara, halen sahip oldukları hakikati tasdik eden bir [yeni] vahiy geldiyse, daha önce, hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı üstün gelmek için yalvarıp yakardı[klarını çarçabuk unutarak] daha önce tanıdıkları [hakikati] bu defa inkara kalkıştılar. Ve Allah'ın lâneti, hakikati inkar eden herkesin üzerinedir.
90. Allah'ın lütfunu dilediği kuluna bahşetmesini kıskanarak (75) Allah'ın indirdiği hakikati inkar etmeleri ve böylece kendilerini kaptırdıkları şu [boş gurur] ne kötü! Onlar böylece Allah'ın gazabını tekrar tekrar hak ettiler. Ve o hakikati inkar edenler için hazırlanmış utanç verici bir azap vardır.

75 - Yani, Allah'ın vahyini İsrail soyundan olmayan birine, bu özel durumda, Arap bir Peygamber olan Muhammed (s)'e indirmesini kıskanarak.

91. Nitekim onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın!" denildiğinde, "Biz [yalnızca] bize indirilene inanırız!" diye cevap verirler; ve zaten bildikleri bir gerçeği tasdik ve teyid eden bir hakikat bile olsa, sonra gelen her haberi inkar ederler. De ki: "Madem [gerçek] müminler idiniz de neden Allah'ın önceki peygamberlerini öldürdünüz?" (76)

76 - Onların bizzat kendilerine vahyedilmiş olana, yani, Hz. Musa Şeriatı'na iman ettikleri şeklindeki iddialarına bir atıf; ki o şeriatta, değil peygamberlerin, herhangi bir suçsuz insanın bile öldürülmesi yasaklanmıştır. Ayrıca bkz. 61 ve 87. ayetlerin bitiş cümleleri ve ilgili dipnotlar.

92. Gerçekten Musa size hakikatin tüm kanıtları ile gelmişti (ama) o'nun yokluğunda hemen [altın] buzağıya tapmaya başlamış ve böylece haince bir davranış içine girmiştiniz.
93. Biz o zaman, Sina Dağı'nı üzerinize kaldırıp, "Size emanet ettiğimiz şeye [bütün] gücünüzle sarılın ve ona kulak verin!" [diyerek] sizden kesin bir taahhüt almıştık.[Bütün bu hatırlatmalara rağmen] onlar: "Dinledik, ama itaat etmiyoruz!" derler. (77) Zira, hakikati reddetmeleri yüzünden bunların kalplerini [altın] buzağı sevgisi kaplamıştır. (78) De ki: "Ne kötü (şu) inancınızın sizi yönelttiği [şey]! Eğer gerçekten bir şeylere inanıyorsanız."

77 - Onların bu sözleri fiilen telaffuz etmedikleri açıktır; ancak sonraki davranışları yukarıdaki mecazî ifadeyi teyid etmektedir.

78 - Lafzen, "hakikati inkar etmelerinden dolayı kalplerine buzağı yerleştirilmiştir": Yani, öncekiler Hz. Musa'nın teklif ettiği hakiki mesajdan uzaklaştıktan sonra "altın buzağı" ile sembolize edilen maddî nesnelere tapınmaya başladılar.

94. De ki: "Eğer Allah katındaki ahiret hayatı, başka hiç kimseye değil de yalnız size mahsus ise (79) ve bu kanaatinizde samimi iseniz o zaman ölümü arzulamanız gerekmez mi?"

79 - Cennetin yalnızca İsrailoğullarına özgü olduğu şeklindeki Yahudi inancına bir atıf (karş. bu surenin 111. ayeti).

95. Ama kendi elleriyle yapıp-ettikleri ortadayken bunu hiçbir zaman temenni etmeyecekler: Allah zalimleri her halleriyle bilmektedir.
96. Ve sen onları başkalarından daha ihtirasla hayata sarılmış göreceksin, hatta Allah'tan başkasına ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlardan bile daha çok: onların her biri binlerce yıl yaşamak ister; halbuki uzun yaşaması, böyle birini [ahirette] azaptan kurtarmaz: zira Allah onun bütün yapıp-ettiklerini görmektedir.
97. [EY PEYGAMBER, onlara] şunu anlat: Kim ki, Allah'ın izniyle senin kalbine, önceki çağlarda indirilenleri doğrulayan, inananlara bir muştu ve rehber olan bu [ilahî kelâm]ı indirdiği için Cebrail'e düşmanlık besliyorsa;
98. kim ki Allah'a, O'nun meleklerine, Cebrail ve Mikail de dahil O'nun elçilerine düşmanlık besliyorsa, bilsin ki Allah da hakikati inkar eden herkese düşmanlık beslemektedir. (80)

80 - Birçok sahih Hadise göre, Medine Yahudilerinden bazı bilginler Cebrail'i "Yahudilerin düşmanı" olarak tanımlıyorlardı. Bunun üç sebebi vardı: birincisi, Yahudi tarihinin ilk dönemi boyunca başlarına gelen bütün felaket haberlerinin Cebrail tarafından kendilerine aktarıldığını düşünüyorlardı, böylece Cebrail onların gözünde bir "kara haberci" oldu (güzel haberlerin taşıyıcısı ve bu nedenle kendilerinin "dost"u olarak gördükleri Mikail'in tersine); ikincisi, Muhammed (s)'e mesajı getirenin Cebrail olduğunun Kur'an'da defalarca tekrarlanmasıydı, halbuki Yahudiler yalnızca İsrail soyundan gelen birinin ilahî vahye mazhar olabileceğini düşünüyorlardı; ve üçüncü olarak, Cebrail aracılığıyla vahyedilmiş olan Kur'an'ın bazı Yahudi inanç ve davranışlarının şiddetli eleştirileriyle dolu olması ve onları Hz. Musa'nın hakiki mesajına karşı olmakla itham etmesiydi. (Bu Hadislerin ayrıntıları için bkz. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî, Beydâvî, İbni Kesîr.) Ayet 97'deki mâ beyne yedeyhi ifadesini "önceki çağlarda indirilenler/geçmiş vahiylerden bugüne kalmış olanlar" şeklinde çevirmem hakkında bkz. Sure 3, not 3.

99. Gerçekten Biz sana apaçık mesajlar indirdik ve onların gerçekliğini yoldan çıkmış olanlardan başkası inkar etmez.
100. Ne zaman [Allah'a] söz verdilerse bazıları sözlerini (çiğneyip) bir kenara atmadı mı? Gerçek şu ki, aslında onların çoğu inanmıyor.
101. Ve [şimdi bile], ne zaman Allah'tan onlara halen sahip oldukları hakikati tasdik eden bir elçi gelse, kendilerini önceki çağlarda vahyedilen kelâma bağlı sayanlardan bazısı, [o'nun dediklerinin] farkında değilmiş gibi ilahî kelâma arkalarını dönerler, (81)

81 - Burada işaret edilen ilahî kelâm Tevrat'tır. Yahudiler, Tesniye xviii, 15, 18'de yer alan Arap Peygamber'in geleceği haberini (bkz. yukarıda not 33) gözardı etmek suretiyle Hz. Musa'ya bahşedilen vahyin tümünü reddetmiş oldular (Zemahşerî; ayrıca Menâr I, 397'de Abduh).

102. ve [onun yerine] Süleyman'ın hükümdarlığı sırasında şeytanca niyetler taşıyan kimselerin telkin edegeldiklerine uyarlar. Hakikati inkar eden Süleyman değildi, ama o şeytanca niyetler taşıyan kişiler halka sihir öğreterek hakikati inkar ettiler; (82) -ve onlar, Babil'deki iki melek Hârût ve Mârût vasıtasıyla ihdas edilene [uyarlar]- gerçi bu ikili, öncelikle, "Biz sadece ayartıcılarız: sakın [Allah'ın vahyettiği] hakikati inkara yeltenmeyin!" şeklinde uyarıda bulunmadan (83) hiç kimseye onu öğretmediler. Ve onlar, bu ikiliden, karı koca arasında nasıl huzursuzluk çıkarılacağını öğreniyorlardı; ancak Allah'ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremedikleri gibi sadece kendilerine zarar veren ve hiçbir faydası olmayan bir bilgi ediniyorlardı; oysa onlar, bu [bilgiyi] edinenin ahiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını iyi biliyorlardı. (84) Doğrusu, karşılığında ruhlarını elden çıkardıkları o [sanat] ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi!

82 - Burada "şeytanca niyetler taşıyan kimseler" olarak çevrilen eş-şeyâtîn ibaresi, Taberî, Râzî vb. tarafından belirtildiği gibi, insanlara işaret etmektedir; ama aynı zamanda insanın kalbindeki şeytanî ve gayriahlakî dürtülere de işaret ediyor olabilir (bkz. bu surenin 14. ayeti ile ilgili not 10). Yukarıda tire içindeki ifade, Kitâb-ı Mukaddes'deki Hz. Süleyman'ın puta tapma suçu işlediği ifadesinin (bkz. I Krallar xi, 1-10) ve o'nun halk arasında kendi adıyla özdeşleşen sihirbazlık sanatının mucidi olduğu efsanesinin Kur'an tarafından reddedildiğini göstermektedir.

83 - Bu "beyan", mecazî olarak, insanın her türlü sihir teşebbüsünü reddetme ahlakî yükümlülüğü altında olduğunu dile getirir; çünkü sihir -ister başarılı isterse başarısız olsun- Allah tarafından konulan tabii düzeni değiştirmeyi amaçlar. Hârût ve Mârût isimlerine gelince, Kur'an'ın çoğu kıraatı onu melekeyn ("iki melek") olarak telaffuz eder; ama sahih rivayetlere göre (bkz. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî vb.) Hz. Peygamber'in seçkin dostlarından İbni ‘Abbâs ve sonraki kuşaktan birçok alim -mesela, Hasan Basrî, Ebu'l-Esved ve Dehhâk- onu melikeyn ("iki kral") olarak kıraat etmişlerdir. Ben de şahsen bu ikinci kıraati tercih ederim. Ama diğeri çoğunluk tarafından kabul edildiğinden burada onu esas aldım. Bazı müfessirler, iki kıraatin hangisi kabul edilirse edilsin, onun mecazî anlamıyla, yani, "iki muktedir kişi", yahut "iki ruhanî kişi" şeklinde anlaşılması gerektiği görüşündedirler: onlar bu görüşlerinde, İbni ‘Abbâs'ın, Hârût ve Mârût'un "Babil'de sihirbazlıkla uğraşan iki kişi" oldukları şeklindeki kanaatine dayanıyorlardı (bkz. Beğavî, ayrıca Menâr I, 402). Her ne olursa olsun şurası kesindir ki, Babil, eski zamanlardan beri efsanevî Hârût ve Mârût kişilikleri -belki krallar- ile sembolize edilen sihir sanatının ana yurdu olarak ünlenmişti; işte Kur'an'ın her türlü sihir ve göz boyama teşebbüsünü ve genel olarak her türlü esrarengiz ilimlerle uğraşmayı kınamak amacıyla işaret ettiği efsane budur.

84 - Yukarıdaki pasaj, kabaca "sihir" olarak tanımlanan esrarengiz olguda objektif bir gerçeklik olup olmadığını veya buna başvuranların kendi kendini kandırma (self-deception) içinde bulunup bulunmadıklarını sorgulamaz. Burada maksat, olayların seyrini -en azından buna teşebbüs eden kişinin zihninde- "tabiat-üstü" bir mahiyet taşıyan araçlarla etkilemeye çalışmanın manevî bir suç olduğu ve bunu yapanların ruhsal konumlarında çok ciddî zararlar ile sonuçlanacağı konusunda insanı uyarmaktan başka bir şey değildir.

103. Eğer inansalar ve O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olsalardı, doğrusu, Allah'ın mükafatı onlara iyilik getirecekti; keşke bunu bilselerdi!
104. SİZ EY imana ermiş olanlar! [Peygamber'e] "Bizi dinle!" demeyin; onun yerine, "Bize karşı tahammüllü ol!" demeyi tercih edin. Ve [o'na] kulak verin. Çünkü, hakikati inkar edenleri şiddetli azap bekliyor. (85)

85 - İlk bakışta Hz. Peygamber'in çağdaşlarına yönelik olan bu tavsiye, Kur'an'da çok sık rastlandığı gibi, aslında ona yol açan tarihsel şartların ötesine uzanan bir muhteva taşımaktadır. Ashâb'a, Hz. Peygamber'e saygı ile yaklaşmaları ve kişisel istek ve beklentilerini o'nun aracılığıyla vahyedilen iman esaslarına tâbi kılmaları emredilmiştir: ve bu talimat, her mümin için ve her dönemde geçerliliğini korumaktadır.

105. Ne önceki vahyin takipçilerinden hakikati inkara yeltenenler, ne de Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştıranlar, Rabbin tarafından sana indirilen bir hayrı (86) görmekten hoşlanırlar; ancak Allah dilediğini rahmetine ulaştırır; zira Allah, sınırsız lütuf Sahibidir.

86 - Yani, vahyi, ki o en büyük hayırdır. Burada işaret edilen, Yahudilerin ve Hristiyanların vahyin kendileri dışında herhangi bir topluma bahşedilebileceğini kabul etmekteki isteksizlikleridir.

106. Biz yürürlükten kaldırdığımız veya unutturduğumuz herhangi bir mesajı mutlaka daha iyisi veya benzeri ile değiştiririz. (87) Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?

87 - Bu pasajda ortaya konulan prensip -Kitâb-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur'an'ın getirdiği öğretiye bırakması- birçok Müslüman alimin yanlış yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan âyet ("mesaj") kelimesi, aynı zamanda Kur'an'ın bir "hükmü"nü ifade etmek için de kullanılmaktadır (çünkü bu hükümlerin her biri bir mesaj taşır). Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan bazı alimler, yukarıdaki pasajdan, Kur'an'ın bazı ayetlerinin vahiy tamamlanmadan önce Allah'ın talimatı ile "nesh" edildiği (yürürlükten kaldırıldığı) sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu iddianın -ki, yazdıklarını tashih için ikinci defa okurken bazı bölümleri atan veya başkaları ile değiştiren herhangi bir yazarı akla getirmektedir- saçmalığının yanısıra, Kur'an'ın herhangi bir ayetinin "nesh" edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih Hadis bile bulunmamaktadır. Sözde "nesh doktrini"nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur'an'ın bir pasajını diğeri ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu ayetlerden birinin "neshedildiği" yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bir yetersizlik. Bu keyfî değerlendirme, "nesh doktrini"nin taraftarları arasında kaç Kur'an ayetinin ve hangilerinin neshedildiği, ayrıca bu sözde nesih ile, sözkonusu ayetin Kur'an'ın tertîbinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o ayet ile konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını da açıklamaktadır. Kısacası, "nesh doktrini" hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedilmelidir. Diğer taraftan, yukarıdaki Kur'an pasajını yorumlamadaki zahirî güçlük, âyet teriminin "mesaj" olarak anlaşılması ve bu ayetin, Yahudilerin ve Hristiyanların Kitâb-ı Mukaddes'in yerini alan herhangi bir vahyi kabul etmediklerini ifade eden önceki pasaj ile bağlantılı olarak okunması halinde derhal ortadan kalkar: çünkü onu bu şekilde okumamız halinde, neshin, bizzat Kur'an'ın herhangi bir bölümü ile değil, sadece geçmiş ilahî mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz.

107. Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır ve Allah'tan başka sizi koruyacak ve yardım edecek hiç kimse yoktur?
108. Yoksa, size gönderilmiş olan Elçi'den, daha önce Musa'dan istenilenleri mi istiyorsunuz? Ama her kim, hakikate inanmak yerine onu inkar etmeyi tercih ederse (88) doğru yoldan sapmış olur.

88 - Lafzen, "her kim imanı, hakikati inkarla değiştirirse" -yani, her kim Kur'an mesajının gerçekliğinin derunî kanıtını kabul etmez ve bunun yerine, onun ilahî kaynaklı oluşunun somut şekilde isbatını taleb ederse (Menâr I, 416). -"Daha önce Hz. Musa'dan istenilen şey", İsrailoğulları'nın "Allah'ı yüzyüze görme/Allah ile karşı karşıya gelme" istekleriydi (karş. 2:55). Burada tarafımdan "size gönderilmiş olan elçi" olarak çevrilen ifade, lafzen, "sizin elçiniz" şeklindedir ve açık olarak, getirdiği mesaj önceki vahiylerin yerine geçen Peygamber Muhammed (s)'e işaret etmektedir.

109. Kendilerini önceki vahye bağlı sayanların çoğu, kıskançlıklarından dolayı, sizi, iman ettikten sonra yeniden hakikati inkara döndürmek isterler; [hatta] hakikat kendileri için apaçık ortaya çıktıktan sonra bile. Buna karşılık, siz (ey imana erişenler) Allah'ın iradesini ortaya koyacağı vakte kadar onları hoşgörün ve dayanın: Unutmayın, Allah her şeye kâdirdir.
110. Namazınızda dikkatli ve devamlı olun, arındırıcı (malî) yükümlülüğünüzü yerine getirin, çünkü kendiniz için önceden yaptığınız her iyiliği Allah katında mutlaka bulacaksınız: Unutmayın, Allah bütün yaptıklarınızı görür.
111. ONLAR: "Yahudi veya Hristiyan olmadıkça hiç kimse cennete giremez!" diye iddia ederler. (89) Bu onların kuruntusudur! De ki: "Eğer söylediklerinizde samimi iseniz, iddianızı kanıtlayın!" (90)

89 - Bu, yukarıdaki 109. ayet ile ilişkilidir: "Kendilerini önceki vahye bağlı sayanların çoğu ... sizi yeniden hakikati inkara döndürmek isterler" vd.

90 - Lafzen, "delilinizi getirin" -yani, "kendi kitaplarınızdan".

112. Evet, gerçekten her kim tüm benliğini Allah'a teslim eder (91) ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında mükafatını görecektir; ve böyleleri ne korkacak, ne de üzülecekler. (92)

91 - Lafzen, "kim yüzünü Allah'a teslim eder". Kişinin yüzü, bedeninin en anlamlı parçası olduğundan klasik Arapça'da insanın bütün kişiliğini yahut bütün benliğini göstermek için kullanılırdı. Kur'an'da defalarca tekrarlanan bu ifade, İslâm'ın mükemmel bir tanımını vermektedir -ki, esleme ("kendini teslim etti") kök-fiilinden türetilmiş olan bu kelime "kendini (Allah'a) teslim etmek" anlamına gelir: ve Kur'an'ın tümünde islâm ve müslim terimleri bu anlamda kullanılmışlardır. (Bu kavramın geniş bir tartışması için, bkz. müslim ifadesinin vahiy kronolojisinde ilk defa kullanıldığı yer olan 68:35 ile ilgili dipnot.)

92 - Böylece Kur'an'a göre kurtuluş, herhangi bir özel "zümre"ye tahsis edilmiş olmayıp Allah'ın birliğini kavrayan, kendini O'nun iradesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.

113. Ayrıca Yahudiler, "Hristiyanlar geçerli, tutarlı bir inanç temelinden yoksunlar" iddiasında bulunurken Hristiyanlar da (aynı şekilde,) "Yahudiler, geçerli, tutarlı bir inanca sahip değiller" diye iddia ederler; ve her iki taraf da (bu iddialarında) ilahî kelâma atıfta bulunurlar! Hatta bilgiden yoksun bulunanlar, onların söylediklerini aynen tekrarlayıp dururlar; (93) ama anlaşamadıkları şeyler konusunda Kıyamet Günü aralarında hüküm verecek olan Allah'tır. (94)

93 - Bu ifade, yalnız kendi zümrelerine mensup olanların öteki dünyada Allah'ın rahmetine mazhar olacaklarını iddia eden herkese işaret etmektedir.

94 - Başka bir deyişle, "Allah, (onların inançlarındaki) doğruları tasdik edecek ve (ondaki) yanlışların yanlışlığını da gösterecektir" (Muhammed Abduh, Menâr I, 428'de). Kur'an, sürekli olarak, ilahî vahye dayanan bütün inançlarda büyük bir hakikat payı bulunduğunu ve sonraki farklılıkların onların "kuruntu"larının (2:111) ve asıl öğretilerin zamanla tahrif edilmiş olmasının eseri olduğunu ifade eder. (Bkz. Ayrıca 22:67-69.)

114. Allah'ın adının O'nun mescidlerinde anılmasına mani olan ve onları tahrip etmek için çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? İşte böylelerinin bu yerlere [Allah] korkusu dışında bir sâikle girmeye hakları yoktur? (95) Onlar için bu dünyada zillet, ahirette ise korkunç bir azap vardır.

95 - Bazı özel düzenlemeleri ile ne kadar çok uyuşmazlık içinde olunsa da Allah inancını temel eksen olarak kabul eden her dine tam saygı gösterilmesi zarureti, İslam'ın temel prensiplerinden biridir. O halde Müslümanlar, ister cami, isterse kilise ya da havra olsun, Allah'a adanmış bütün ibadet mahallerini korumak ve onlara saygı göstermekle yükümlüdürler (karş. 22:40'ın ikinci paragrafı); ve başka bir inancın mensuplarını kendi inançlarına göre Allah'a ibadet etmekten alıkoyma teşebbüsleri Kur'an tarafından kutsallığa tecavüz fiili olarak nitelenmiş ve lânetlenmiştir. Bu prensibin çarpıcı bir tasviri, Hz. Peygamber'in H. 10. yılda Necran'lı bir Hristiyan heyetine karşı davranışında örneklenmiştir. Her ne kadar Hz. İsa'yı "Allah'ın oğlu" ve Hz. Meryem'i "Allah'ın annesi" olarak kabul etmeleri İslamî inançlarla temelden çatışıyor idiyse de onlara Hz. Peygamber'in mescidine serbestçe girme izni verilmişti ve o'nun kesin rızası ile orada kendi dinî ayinlerini ifa etmişlerdi (bkz. İbni Sa‘d I/1,84 vd.).

115. Doğu da Batı da Allah'ındır: Nereye dönerseniz dönün Allah'ın yönü orasıdır. Unutmayın ki Allah rahmet ve kudretinde sınırsızdır, her şeyi bilendir.
116. Bir kısım insanlar da, "Allah kendine bir oğul edindi!" iddiasında bulunurlar. (Asla!) O, yaratılmışlara özgü böyle vasıflardan kesinlikle uzaktır. (96) Göklerde ve yerde ne varsa yalnız O'nundur; her şey bütün varlığıyla O'nun iradesine tâbidir.

96 - Yani, Allah, lafzî veya mecazî anlamda "çocuk" sahibi olma gerekliliğinde (veya mantıkî olabilirliğinde) ifadesini bulan benzeri her türlü eksiklikten münezzehtir. Sübhâne ifadesi -özellikle Allah için kullanılmaktadır- O'nun herhangi bir noksanlıktan ve ne kadar hafif olursa olsun, yaratılmış bir varlık veya nesne ile herhangi bir benzerlikten mutlak uzaklığını ifade eder.

117. Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur: bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der -ve o (şey hemen) oluverir.
118. [YALNIZ] bilgiden yoksun olanlar: "Allah neden bizimle konuşmaz ve neden bize [mucizevî] bir işaret göstermez?" derler. Onlardan önce yaşamış olanlar da (97) tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi: kalpleri hep birbirine benziyor. Gerçekte Biz, bütün işaretleri, yürekten inanıp tasdik etmeye niyetli olanlar için açık ve anlaşılır kıldık.

97 - Yani, kendilerine peygamberler tarafından iletilen mesajlarda mündemiç olan hakikati idrak edemeyen, ama bu mesajların gerçekten Allah'tan geldiğini teyid edecek mucizevî bir "tezahür" üzerinde ısrar eden ve böylece o mesajlardan nasiplenmeyi başaramayan insanlar. Bu ayet, açık bir şekilde yukarıdaki108. ayet ile ve dolayısıyla Yahudi ve Hristiyanların Kur'an'ın mesajına karşı yaptıkları itirazlar ile ilişkilidir. (Bkz. ayrıca74:52, not29.)

119. Doğrusu Biz seni [ey Peygamber,] hakikat ile gönderdik: bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak; yakıcı ateşe mahkum olanlardan sen sorumlu değilsin.
120. Sen onların inanç sistemine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden memnun olmayacaklar. De ki: "Dinleyin! Allah'ın rehberliği tek doğru rehberliktir". Ve doğrusu, sana ilim geldikten sonra onların sapık görüşlerini takip etmeye devam edersen ne seni Allah'ın elinden alacak bir kimse bulursun, ne de bir yardımcı.
121. Kendilerine ilahî kelâmı emanet ettiklerimiz [ve] ona gereği gibi uyanlar; (98) işte onlardır [gerçekten] iman edenler; hakikati inkara kalkışanlara gelince, onlar, asıl kaybedenlerdir!

98 - Yahut; "onu tam anlamıyla bizzat uygulayanlar" -yani, onun anlamına nüfûz etmeye ve manevî yapısını anlamaya çalışanlar.

122. EY İSRAİLOĞULLARI! Size lütfettiğim o nimetleri ve sizin diğer kavimlere üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlayın;
123. ve hiçbir insanın diğerine bir yararının olmayacağı, hiç birinden fidye kabul edilmeyeceği; şefaatin fayda etmeyeceği ve hiç kimseye yardım edilmeyeceği bir Gün'ü[n gelip çatacağını] aklınızdan çıkarmayın. (99)

99 - Bkz.2:48. Bu tenbih, yukarıdaki bağlamda, özellikle Yahudilerin, Hz. İbrahim soyundan gelmelerinin Hesap Günü kendilerini "kurtaracağı" yolundaki inançlarına işaret etmektedir -müteakip ayetle reddedilen bir inanç.

124. Ve [şunu hatırlayın:] Rabbi, İbrahim'i buyrukları ile sınadığında ve İbrahim de bunları yerine getirdiğinde (100) ona "Seni insanlara önder yapacağım!" demişti. İbrahim de sormuştu: "Benim neslimden de mi [önderler çıkaracaksın]?" [Allah] cevap vermişti: "Benim ahdim zalimleri kapsamaz."(101)

100 - Klasik müfessirler, bu buyrukların (kelimât, lafzî anlamı "kelimeler") neler oldukları konusunda birçok spekülasyona başvurmuşlardır. Ancak Kur'an onları belirlemediği için, burada kasdedilenin, sadece Hz. İbrahim'in Allah'tan aldığı her buyruğa tam bir teslimiyet içinde uyması olduğunu kabul etmek zorundayız.

101 - Bu pasaj, önceki iki ayet ile bağlantılı olarak okunduğunda, Allah tarafından "insanların önderi" kılınan Hz. İbrahim'in soyundan gelmeleri sebebiyle "Allah'ın seçilmiş halkı" olduklarına inanan İsrailoğulları'nın bu iddiasını reddeder. Kur'an, Hz. İbrahim'in yüce konumunun, fiziksel olarak o'nun soyundan gelenlere ve hele onların içindeki günahkarlara kendiliğinden benzer bir konum kazandırmayacağını açıklığa kavuşturur.

125. O ZAMAN Biz Mâbed'i insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık: (102) Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin. (103) Nitekim Biz, İbrahim ve İsmail'e emrettik: "Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, (104) onun yakınında tefekküre dalacaklar için ve [namazda] rukû ve secde edecekler için temiz tutun."

102 - Burada kasdedilen Mâbed (el-beyt) -kelime anlamıyla, "[İbadet] Ev(i)"- Mekke'de bulunan Kâbe'dir. Kur'an'ın başka yerlerinde ondan "Eski Mâbed" (el-beytu'l-‘atîk) ve sık sık da "Dokunulmaz/Kutsal İbadet Evi" (el-mescidu'l-harâm) olarak söz edilmiştir. Kâbe'nin prototipinin Hz. İbrahim tarafından Tek Allah'a adanan ilk Mâbed olarak (bkz.3:96) inşa edilmiş olduğu ve bu nedenle bütün Müslümanlar için bir kıble ve yıllık olarak tekrarlanan hacc'ın hedefi olarak seçildiği rivayet edilir. Ayrıca İslam öncesi dönemlerde bile Kâbe'nin, kişiliği ile her zaman Arap düşüncesinin ön saflarında yer almış olan Hz. İbrahim'in hatırası ile özdeşleşmiş olduğu kaydedilmektedir. Çok eski Arap geleneklerine göre, Hz. İbrahim'in Sâra'yı teskin etmek için Mısırlı cariyesi Hâcer'i ve ondan olan çocuğu Hz. İsmail'i Kenan'dan getirdikten sonra bıraktığı yer, işte sonradan Mekke olarak bilinen bu yerdi. Deve sırtındaki bir bedevî için (ki Hz. İbrahim de onlardan biri idi) yirmi veya hatta otuz günlük bir yolculuğun hiçbir zaman olağan dışı bir şey olmadığı gözönüne alınırsa bu imkansız değildir. Tevrat'ta (Tekvîn xii, 14) Hz. İbrahim'in Hâcer'i ve Hz. İsmail'i terk ettiği yerin "Birşebe kırları" (yani, Filistin'in en güney ucu) olduğu şeklindeki ifade, ilk bakışta Kur'an'daki bilgi ile çelişmektedir. Ancak, eski kentli Yahudiler için "Birşebe kırları" teriminin Filistin'in güneyindeki Hicaz da dahil bütün çöl alanlarını kapsadığını gözönüne alırsak bu zahirî çelişki ortadan kalkar. Hâcer ve Hz. İsmail, terk edildikleri yerde şimdi Zemzem Kuyusu olarak bilinen su kaynağını keşfettikten sonra daimi olarak oraya yerleştiler. Güney Arabistan'ın (Kahtanî) Curhum kabilesine mensup bir bedevî aileler grubunun zamanla oraya yerleşmesini teşvik eden, belki de bu su kaynağı olmuştu. Hz. İsmail, sonradan bu kabileye mensup bir kızla evlendi ve böylece musta‘ribe ("Araplaşmış") kabilelerin atası oldu -onlar İbranî bir baba ile Kahtanî bir anneden gelmeleri sebebiyle böyle adlandırıldılar. Hz. İbrahim'e gelince, onun Hâcer'i ve Hz. İsmail'i sık sık ziyaret ettiği rivayet edilmiştir. İşte bu peryodik ziyaretlerinden birinde Hz. İsmail'in de yardımıyla Kâbe'nin ilk binasını inşa etmişti. (İbrahimî geleneğin daha detaylı açıklamaları için bkz. Sahîh-i Buhârî'nin Kitâbu'l-‘İlm'i, Taberî'nin Tarîhu'l-Ümem'i, İbni Sa‘d, İbni Hişâm, Mes‘ûdî'nin Murûcu'z-Zeheb'i, Yâkût'un Mu‘cemu'l-Buldân'ı ve diğer ilk dönem Müslüman tarihçiler.)

103 - Bu, Kâbe'nin yakın civarına veya, daha büyük ihtimalle, onun çevresindeki kutsal sahaya (haram) işaret ediyor olabilir (Menâr I, 461 vd.). Emn (kelime anlamıyla "emniyet") kelimesi, bu bağlamda, bütün canlı varlıklar için bir sığınak anlamına gelir.

104 - Kâbe'nin yedi defa tavâf edilmesi, Hacc'ın rükünlerinden biridir. Bu, sembolik olarak, bütün insan eylemleri ve davranışlarının Allah ve O'nun birliği fikrini merkez olarak almaları gerektiğini gösterir.

126. Ve İbrahim "Ey Rabbim!" diye yalvardı, "Burayı emin bir bölge yap ve halkından Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla." [Allah]: "Her kim hakikati inkar ederse, onun kısa bir süre zevk içinde yaşamasına izin veririm -ama sonunda onu ateşin azabına sürerim; ne kötü bir duraktır o!" diye cevap verdi.
127. İbrahim ve İsmail Mâbed'in temellerini yükseltirken yalvardılar: "Ey Rabbimiz! Bunu kabul et; Sensin her şeyi bilen, her şeyi duyan!"
128. "Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan (105) Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: şüphesiz yalnız Sensin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!"

105 - "Bizim soyumuzdan" ifadesi, Hz. İbrahim'in, ilk oğlu olan Hz. İsmail'e işaret eder ve bu işaret Hz. İsmail'in soyundan gelen Peygamber Muhammed (s)'e dolaylı bir atıftır.

129. "Ey Rabbimiz! Soyumuz içinden (106) onlara Senin mesajlarını iletecek, vahyi ve hikmeti öğretecek ve onları arındırıp tertemiz kılacak bir elçi çıkar: Çünkü yalnız Sensin kudret ve hikmet sahibi!"

106 - Lafzen, "Onların içinden".

130. Ve düşünme melekeleri dumura uğramış olanlar dışında kim, bu dünyada gerçekten yücelttiğimiz ve şüphesiz ahirette de dürüst ve erdemliler arasında yer alacak olan İbrahim'in inanç sistemini terk etmek ister?
131. Rabbi o'na "Bana teslim ol!" dediğinde; "[Sana], bütün âlemlerin Rabbine teslim oldum!" diye cevap verdi.
132. Yakup gibi İbrahim de çocuklarına şu vasiyette bulundu: "Evlatlarım! Bakın, Allah size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse O'na teslim olmadan ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin."
133. Evet, siz, [ey İsrailoğulları,] Yakub'un, son nefesini vermeye yaklaşırken oğullarına: "Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?" diye seslendiğine şahitsiniz. (107) Onlar: "Senin tanrına, ataların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tanrısına, (108) o Tek Tanrı'ya kulluk edecek ve O'na teslim olacağız!" diye cevap verdiler.

107 - Yani, "benimsediğiniz dinî rivayetlerde". Ayrıca hatırlatmalıyız ki, bu cümlenin başında yer alan em bağlacı, her zaman soru anlamında (... mıdır?) kullanılmaz: bazan -ve özellikle, burada olduğu gibi, sözdizimi yönünden önceki cümle ile bağlantısız ise- bel bağlacı ("daha çok" veya "evet, ama") ile benzerlik gösterir ve soru anlamı taşımaz.

108 - Klasik Arapça'da, eski İbranice kullanımında olduğu gibi, eb ("baba") terimi, sadece ebeveynden erkek olan için değil, aynı zamanda dedeler ve hatta daha uzak atalar ile amcalar için de kullanılır; ki bu da, Hz. Yakub'un amcası olan Hz. İsmail'in neden bu bağlamda zikredildiğini açıklar. O, Hz. İbrahim'in oğullarının en büyüğü olduğundan o'nun ismi Hz. İshâk'ınkinden önce gelmektedir.

134. Şimdi o toplumlar geçip gittiler; onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size; ve siz, onların yaptıklarından ötürü yargılanacak değilsiniz. (109)

109 - Lafzen, "siz onların yaptıkları hakkında sorgulanmayacaksınız". Bu ayet ve aşağıdaki 141. ayet, bireysel sorumlulukla ilgili temel İslamî prensibi vurgulamakta ve soylarından dolayı "seçilmiş halk" oldukları şeklindeki Yahudi düşüncesini ve -dolaylı olarak- Hristiyanların, Hz. Âdem'in kerem ve rahmetten mahrum kalışı nedeniyle bütün insanlığın yüklendiğine inandıkları "ilk günah" doktrinini reddetmektedir.

135. ONLAR: "Yahudi veya Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" derler. De ki: "Hayır, [bizimki,] bâtıl olan her şeyden yüz çeviren (110) ve Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıranlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemi(dir)."

110 - Hanîf ifadesi, lafzî olarak "(doğru bir yöne veya hedefe) yöneldi" anlamındaki hanefe fiilinden türetilmiştir (karş. Lane II, 658). İslam öncesinde bu terim kesinlikle tevhidî bir muhtevaya sahipti ve günahdan, dünyevî zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan uzak duran bir insanı tanımlamak için kullanılırdı. Tahannuf da, esas olarak İslam öncesindeki muvahhidlerin uzun tefekkür ve ibadet anlarını kapsayan vecd hallerini gösterirdi. Hanîf ve Tahannuf terimlerinin bu anlamları ile ilgili çok sayıda örneğe İslam öncesi şiirinde rastlanır, mesela Umeyye b. Ebî Salt ve Cîrânu'l-‘Avd'ın şiirleri (karş. Lisânu'l-‘Arab, hanefe maddesi).

136. Deyin ki: "Biz Allah'a inanırız; ve bize indirilene; ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve onların soyundan gelenlere (111) indirilene; ve Musa'ya, İsa'ya ve Rableri tarafından [diğer] tüm peygamberlere tevdî edilmiş olana [inanırız]; onların arasında hiçbir ayrım yapmayız. (112) Ve biz O'na teslim olanlarız."

111 - Lafzen, "torunlarına" (el-esbât, tekili sibt) -Kur'an'da öncelikle Hz. İbrahim'in, Hz. İshâk'ın ve Hz. Yakub'un yakın soylarını ve dolayısıyla, bu atalardan yayılan oniki kabileyi tanımlamak için kullanılan bir terim.

112 - Yani, "onların tümünü Allah'ın gerçek peygamberleri olarak görürüz".

137. Eğer [ötekiler de] sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar, ama Allah seni bundan korumaktadır. Zira yalnız O'dur her şeyi işiten, her şeyi bilen.
138. [De ki: "Hayatımız] Allah'ın rengi [ile renklenir]! Kim [hayata] Allah'tan daha güzel renk verebilir, eğer gerçekten O'na kulluk ediyorsak?"
139. [Yahudi ve Hristiyanlara] de ki: "Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? (113) Nasıl olur? O, bizim gibi sizin de Rabbinizdir; bizim işimiz bize, sizin işiniz de size aittir; ve biz kendimizi yalnızca O'na adamışızdır."

113 - Yani, peygamberliğin devamı ve insanın nihaî kurtuluşu konusundaki Allah'ın iradesi hakkında. Yahudiler, peygamberliğin yalnız İsrailoğulları'na bahşedilen bir imtiyaz olduğuna inanırken Hristiyanlar, Hz. İsa'nın -ki o da İsrailoğulları soyundan gelen biriydi- Allah'ın yeryüzündeki nihaî tezahürü olduğunu iddia ederlerdi ve bu iki zümreden her biri de kurtuluşun yalnızca kendi mensuplarına özgü olduğunu ileri sürerlerdi (bkz. 2:111 ve 135). Buna mukabil Kur'an, bir sonraki cümlede Allah'ın bütün insanlığın Rabbi olduğunu ve her ferdin yalnızca kendi inançlarına ve davranışlarına bakılarak yargılanacağını vurgulamak suretiyle bu fikirleri reddeder.

140. "İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın, Yakub'un ve onların soyundan gelenlerin ‘Yahudi' yahut ‘Hristiyan' olduklarını mı iddia ediyorsunuz?" (114) De ki: "Allah'tan iyi mi biliyorsunuz? Allah tarafından kendisine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir? (115) Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."

114 - Esbât (burada ve136. ayette "onların soyundan gelenler" olarak çevrilmiştir) terimi ile ilgili olarak bkz. yukarıdaki not 111. Yukarıdaki sözlerde Kur'an, "Yahudilik" kavramının ‘Büyük Atalar' (Patriarchs) döneminden yüzyıllar sonra, hatta Hz. Musa'nın zamanından çok sonraları ortaya çıktığı, "Hristiyanlık" ve "Hristiyan" kavramlarının da Hz. İsa zamanında bilinmediği ve daha sonraki gelişmelerin ürünleri olduğu gerçeğine işaret etmektedir.

115 - Kitâb-ı Mukaddes'de Peygamber Muhammed (s)'in zuhuru ile ilgili habere atıf (bkz. bu surenin 42. ayeti hakkındaki 33. not), ki bu haber, ‘Büyük Atalar'dan sonra gelen bütün gerçek peygamberlerin İsrailoğulları'na mensup olduğu şeklindeki Yahudi-Hristiyan iddiasını kesinlikle yalanlar.

141. "Şimdi o toplumlar gelip geçtiler; onların kazandıkları onlara yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size. Ve siz onların yaptıklarından ötürü yargılanacak değilsiniz."
142. İNSANLAR arasındaki dar kafalı düşüncesizler, "Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?" (116) diyecekler. De ki: "Doğu da Batı da Allah'ındır; O, dilediğini dosdoğru yola iletir." (117)

116 - Peygamberliğinden önce ve risaletinin Mekke döneminin başlangıç yıllarında Muhammed (s) -ve o'nunla birlikte olanlar- namazlarında Kâbe'ye doğru yönelirlerdi. Bu, belli bir vahiy tarafından tavsiye edilmiş değildi, ama açıkçası Kâbe'nin -o dönemde İslam öncesi Arapların taptıkları çeşitli putlarla dolu olmasına rağmen- o zamana kadar Tek Allah'a adanmış ilk Mâbed olarak görülmesinin bir sonucu idi (karş. 3:96). Hz. Peygamber, Kudüs'ün -tevhîd inancının öteki kutsal merkezi- yüceliğinin farkında olduğundan, kural olarak, Kâbe'nin güney duvarının önünde durup kuzeye doğru namaz kılardı ki hem Kabe'yi hem de Kudüs'ü karşısına alabilsin. Medine'ye hicretinden sonra kuzeye doğru, yalnız Kudüs'ü kıble edinerek namaz kılmaya devam etti. Ancak Medine'ye varışından yaklaşık onaltı ay sonra Kâbe'yi kesin şekilde Kur'an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin eden vahiy (bu surenin 142-150. ayetleri) geldi. Böylece Kudüs'ün "terk edilmesi", daha önce Müslümanların kendi kutsal şehirlerine doğru namaz kılmalarından dolayı sevinç duymuş olması gereken Medine Yahudilerini üzdü. İşte bu pasajın ilk cümlesi onlara atıf yapmaktadır. Ancak konuya tarihsel bakış açısından yaklaşılırsa ilahî buyruklarda kıble ile ilgili hiçbir değişiklik olmadığı görülür. Ve 142-150. ayetler vahyedilmeden önce bu konuda hiçbir talimat da mevcut değildi. Bu ayetlerin, esas olarak Hz. İbrahim'i ve o'nun akidesini konu alan önceki ayetlerle mantıksal bağlantısı, daha sonraları Kâbe olarak anılmaya başlanan Mâbedi ilk inşa edenin Hz. İbrahim olması gerçeğinde yatmaktadır.

117 - Yahut: "[Hidayet bulmak] isteyeni dosdoğru bir yola ulaştırır".

143. Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum (118) olmanızı istedik ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın. (119) Ve Elçi'ye uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisingeri dönenler arasında açık bir ayrım yapabilmek amacıyla senin, [ey Peygamber,] daha önce yöneldiğin hedefi [bu topluluk için] kıble olarak tayin ettik: Şüphesiz bu, Allah'ın doğru yola ulaştırdığı kişilerden (120) başka herkes için zor bir sınavdı. Allah sizin inancınızı kesinlikle gözardı etmeyecektir; zira, unutmayın ki Allah insana karşı en şefkatli olandır, rahmet kaynağıdır.

118 - Lafzen, "orta bir toplum" -yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahatı hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkanlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk. Kur'an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu "bedenî hayat" ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilahî iradenin eseri ve bu nedenle de meşru olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, "dengeli ve ölçülü bir toplum" ifadesinin insanın varoluş problemine İslamî yaklaşımı temsil ettiği söylenebilir: ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve ilahî bütünlüğün açık bir teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah'ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada "dengeli ve ölçülü toplum"dan söz edilmesi, Allah'ın birliğinin bir sembolü olarak Kâbe tema'sına uygun düşen bir giriştir.

119 - Yani, "Hz. Peygamber'in size örnek olması gibi sizin hayat tarzınızın da bütün insanlığa bir örnek olduğuna".

120Yani, "anlama ve kavrama (yeteneği) verdiklerinden" (Râzî). "Zor sınav" (kebîre) tanımlaması, Kur'an'da zikredilen önceki peygamberlerin büyük çoğunluğunun öğretilerini hatırlayarak Kudüs'e doğru namaz kılmaya alıştıkları halde Medine'ye hicretten sonra Müslümanlardan Kâbe'ye yönelmelerinin istenmesinden doğmaktaydı -ki Kâbe o zaman (H. 2. yılda) müşrik Kureyşliler tarafından hâlâ sayısız putlarını adadıkları bir Mâbed olarak kullanılmaktaydı. Buna karşılık Kur'an, gerçek müminlerin Kâbe'yi bir kez daha kıble olarak kabul etmekte zorlanmayacaklarını ifade eder: Müminler, Hz. İbrahim'in Mâbedini Allah'ın birliğinin bir sembolü ve İslam'ın ideolojik bütünlüğünün bir odak noktası olarak tesbit eden bu buyruğun gerisindeki ilahî hikmeti içgüdüsel olarak anlayabilirler. (Bkz. ayrıca yukarıda not 116.)

144. Biz, [ey Peygamber,] senin sık sık yüzünü [bir kılavuz arayışı içinde] göğe çevirdiğini görüyoruz: ve şimdi seni tam tatmin edecek bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir; ve siz, hepiniz, nerede olursanız olun, yüzünüzü [namaz esnasında] o yöne döndürün. Doğrusu, daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanlar, bu emrin Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu çok iyi bilirler; ve Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
145. Ama daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanların önüne bütün delilleri (121) koymuş olsaydın bile senin kıblene yönelmezlerdi; ne sen onların kıblelerine yönelirsin, ne de onlar birbirlerinin kıblelerine yönelirler. Ve eğer sana ilim geldikten sonra onların asılsız görüşlerine uysaydın muhakkak ki zalimlerden olurdun.

121 - Lafzen, "her bir işaret"i (âyet), yani, vahyedilmiş bir buyruk olarak her bir işareti.

146. Daha önce kendilerine vahiy verdiklerimiz, onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar: Ancak bilin ki, onların bazısı hakikati bile bile örtbas eder;
147. Rablerinden gelen hakikati! (122) O halde sen, şüphe edenlerden olma:

122 - Bu, ilk bakışta, hem Kâbe'nin Hz. İbrahim'in kıblesi olduğu gerçeğine, hem de içinden bir gün Hz. "Musa gibi" bir peygamberin çıkacağı bir "büyük millet"in atası olarak Hz. İsmail ile ilgili Kitâb-ı Mukaddes'deki habere (Tekvîn xxi,13 ve18) işaret etmektedir. Çünkü kıble ile ilgili buyruk, Hz. İsmail'in soyundan gelen Arap Peygamber vasıtasıyla vahyedilmişti. (İleride Peygamber Muhammed (s)'in geleceğine dair kilise tarafından resmen tanınmış İncillerde yer alan daha bariz ihbarlar için bkz. 61:6 ve ilgili dipnotları.)

148. Çünkü her topluluk, merkezinde O'nun, [Allah'ın] bulunduğu kendisine ait bir istikamete yönelir. (123) Öyleyse, iyi ve güzel işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi kendi katında toplayacaktır: çünkü, Allah her şeye kâdirdir.

123 - Lafzen, "herkesin... bir istikameti vardır". Hz. Peygamber'in Ashâbı ile sonraki dönemlerde yaşamış hemen hemen bütün klasik müfessirler bunu, çeşitli dinî topluluklara ve onların ibadetlerindeki farklı "Allah'a yöneliş" biçimlerine bir atıf olarak görürler. İbni Kesîr, bu ayet ile ilgili yorumunda, bunun, 5:48'de yer alan "her biriniz için [farklı] bir sistem ve [farklı] bir hayat tarzı tayin ettik" ibaresi ile içsel bağlantısını vurgular. "Her toplumun" Allah'a teslimiyetini ifade ederken "kendi istikametine doğru yöneleceği" ifadesi, ilk olarak, insanın namazda Allah'a yaklaşma niyetinin çeşitli zamanlarda ve çeşitli toplumlarda farklı biçimler aldığına (mesela, Hz. İbrahim'in kıble olarak Kâbe'yi seçmesi, Yahudilerin Kudüs'e öncelik vermeleri, ilk dönem Hristiyan kiliselerinin doğuya yönelmeleri ve Kur'an'ın Kâbe ile ilgili buyruğu); ikinci olarak, namazın hangi yöne doğru kılındığının -sembolik anlamı ne kadar önemli de olsa- inancın özünü teşkil etmediğine işaret eder; çünkü Kur'an, "gerçek erdemlilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir" (2:177) ve "Doğu da Batı da Allah'ındır" (2:115 ve 142) buyurmuştur. Sonuç olarak, Kâbe'yi Müslümanların kıblesi olarak tayin eden vahiy, ne öteki itikadların mensupları ile bir tartışmanın konusu yapılmalı, ne de onların Kur'an vahyinin gerçekliğine inanmamaları için bir sebep teşkil etmelidir (Menâr II, 21 vd.).

149. Böylece, nereden gelirseniz gelin, [namazda] yüzünüzü Mescid-i Harâm'a doğru çevirin. Bilin ki bu [emir] Rabbinizden gelen bir hakikattir; ve Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150. O halde, nereden gelirseniz gelin, [namazda] yüzünüzü Mescid-i Harâm'a çevirin ve nerede olursanız olun yüzünüzü ona çevirin ki, zulüm yapmaya şartlanmış olmadıkça (124) insanların size karşı hiçbir bahaneleri kalmasın. Onlardan korkmayın, Ben'den korkun. [Bana itaat edin] ki size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece siz de doğru yolu bulabilesiniz.

124 - Lafzen, "içlerinden zulme şartlanmış olanların dışında" (ellezîne zalemû yahut ellezîne keferû gibi ifadelerde geçmiş zaman kipinin kullanılmasındaki amaç konusunda bkz. bu surenin 6. ayeti ile ilgili not 6). Kur'an, Müslümanların Hz. İbrahim'in gerçek izleyicileri olduğunu defalarca vurgular. Ancak Müslümanlar Hz. İbrahim'in kıblesi olan Kâbe dışındaki bir yöne doğru namaz kıldıkları sürece bu iddia itiraza açık olurdu. Kâbe'nin Kur'an'ın izleyicileri için kıble olarak tayini, böyle bir itirazı geçersiz kılacak ve itirazcılar, yalnızca Kur'an mesajına bu bahanelerle karşı çıkarak "zulüm yapmaya (bu örnekte hakikati saptırmak suretiyle) şartlanmış olanlar"dan ibaret kalacaktı.

151. Nitekim size, mesajlarımı iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve bilmediklerinizi öğretmesi için içinizden bir elçi gönderdik:
152. Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkar etmeyin.
153. SİZ EY imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın: zira, unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir.
154. Allah yolunda öldürülenlere "ölü" demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.
155. Muhakkak ki ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünya malının, canın ve [alınteri] ürünlerinin kaybı ile (125) sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredenlere iyi haberler müjdele;

125 - Lafzen, "bir şeylerle".

156. ki, onların başına bir musibet gelince, "Doğrusu biz Allah'a aitiz ve muhakkak O'na döneceğiz!" derler.
157. İşte Rablerinin nimetleri ve lütfu onlar içindir ve doğru yol üzerinde olanlar işte onlardır!
158. [O halde,] unutmayın, Safâ ve Merve, Allah tarafından konulmuş sembollerdendir; (126) böylece, hac veya umre için Mâbede gelen birinin bu ikisi arasında gidip gelmesinde bir mahzur yoktur: (127) Zira, eğer kişi, yapması gerekenden daha çok iyilik yaparsa bilsin ki Allah, şükre bol karşılık verendir, her şeyi bilendir. (128)

126 - Lafzen, "Allah'ın sembolleridir". Mekke'de, Kâbe'nin hemen yakınında bulunan Safâ ve Merve adındaki iki alçak kayalık tepe arasındaki sahanın, Hz. İbrahim'in Allah'ın buyruğu ile Hâcer'i ve bebek yaştaki oğlu Hz. İsmail'i çölde terkettiği (bkz. Yukarıdaki 102. not) ve anne Hâcer'in bundan dolayı acı ve ızdırap çektiği mekan olduğu rivayet edilir. Susuzluktan kıvranan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hâcer, iki kaya arasında koşup duruyor ve yardım için Allah'a yalvarıyordu. Sonunda Hâcer'in Allah'a güveni ve sabrı, hem kendisini hem de çocuğunu susuzluktan ölmekten kurtaran bir su kaynağının -bugüne kadar gelen ve Zemzem Kuyusu diye bilinen suyun- keşfiyle mükafatlandırıldı. Hâcer'in bu şiddetli imtihanının ve Allah'a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslam öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmeye başlandı: ve bu özellik, Safâ ile Merve'nin neden sabır ve Allah'a güven erdemlerini konu alan ayetler içinde zikredildiğini de açıklamaktadır (Râzî).

127 - Hâcer'in Safâ ile Merve arasında endişe içinde koşuşturmasının anısına hacıların da bu iki tepecik arasında hızlı adımlarla yedi defa gidip gelmeleri istenir. İslam öncesi dönemlerde bazı putların orada dikilmiş olmasından dolayı, bazı ilk Müslümanlar, putperestliği andıran bu dinî vecîbeyi ifada isteksiz davrandılar (Râzî, İbni ‘Abbâs'dan naklen). Yukarıdaki ayet, bu sembolik anma eyleminin müşrik Kureyşlilerin putperestliğinden daha eski olduğuna işaret etmek suretiyle Müslümanları bu konuda rahatlatmayı amaçlamıştır.

128 - "Kişi yapması gerekenden daha çok iyilik yaparsa" ibaresinin "...bir mahzur yoktur" (yahut lafzî anlamıyla, "...ona bir günah yüklenmez") cümlesi ile birlikte zikredilmesinden, bazı büyük İslam alimleri -mesela İmâm Ebû Hanîfe- Safâ ile Merve arasında yürümenin haccın farzlarından biri olmadığı, belki emredilenin üstünde bir faziletli davranış olduğu sonucunu çıkarmışlardır (bkz. Zemahşerî ve Râzî). Bununla birlikte çoğu alim, onun haccın zorunlu bir rüknü olduğu görüşünü benimsemektedirler.

159. BAKIN, katımızdan indirdiğimiz hakikatin ve rehberliğin delilini ilahî kelâm aracılığıyla insanlığın önüne koyduktan sonra onu gizleyip örtbas edenlere gelince: işte onlardır Allah'ın lânet edeceği ve onlardır yargılama yeteneğine sahip herkesin de lânet yağdıracağı. (129)

129 - Lafzen, "bütün lânet edenlerin lânet edecekleri" -yani, ahlakî konularda hüküm verebilecek bütün dürüst ve erdemli insanların. Allah'ın la‘neti, "O'nun rahmetinden kovulma" anlamına gelir (Menâr II, 50). Klasik Arapça kullanımında lânetin ilk anlamı, ib‘âd ("dışlamak" veya "sürgün etmek") ile aynıdır: Kur'an terminolojisinde, "güzel olan her şeyden mahrum edilme"yi gösterir (Lisânu'l-‘Arab). İbni ‘Abbâs'a ve sonraki neslin önde gelen birçok alimine göre, burada kasdedilen ilahî kelâm, Kitâb-ı Mukaddes'tir; o halde yukarıdaki ayet Yahudilere ve Hristiyanlara atıfta bulunmaktadır.
160. Ancak, tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve (tebliğ edilen) hakikati duyuranlar bunun dışındadır: Onların tevbesini kabul edeceğim; zira yalnız Benim tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan.
161. Hakikati inkara şartlanmış olanlara ve hakikat inkarcıları olarak ölenlere gelince: onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve tüm [dürüst ve erdemli] insanların lânetine uğramalarıdır.
162. Onlar bu halde kalacaklar; [ve] ne azapları hafifletilecek, ne de soluk almalarına imkan verilecek.
163. VE SİZİN TANRINIZ, Tek Tanrı'dır; O'ndan başka tanrı yoktur; Rahmândır, Rahîmdir.
164. Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında; gece ile gündüzün birbirini takip edişinde; insanlara faydalı yüklerle denizlerde seyreden gemilerde; Allah'ın gökten indirerek o-nunla ölü toprağa can verdiği ve her çeşit canlının çoğalmasını sağladığı yağmurlarda; rüzgarların değişmesinde ve gökle yer arasında kendileri için tayin edilmiş belirli güzergahlarda akan bulutlarda: [bütün bunlarda] düşünüp akıllarını kullananlar için mesajlar vardır. (130 )

130 - Bu ayet, Kur'an'ın, "akıllarını kullananlar"a, kainatı kuşatan bilinçli, yaratıcı bir Gücün birçok tezahürü olarak tabiatın her gün gösterdiği olağanüstülükleri ve insanın kendi yeteneğinin ürünlerini ("denizlerde seyreden gemiler" gibi) gözetlemeleri için yaptığı çağrılardan biridir.

165. Ama hâlâ Allah'a rakip gördükleri varlıklara inanmayı tercih eden (131) ve onları [yalnızca] Allah'a özgü [olması gereken] bir sevgi ile seven insanlar var: halbuki imana ermiş olanlar, Allah'ı başka her şeyden daha çok severler. Zulüm yapmaya şartlanmış olanlar, [Kıyamet Günü] azaba uğratıldıkları zaman görecekleri gibi, (132) bütün kudretin yalnızca Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın cezalandırmada ne çetin olduğunu da keşke görselerdi!

131 - Lafzen, "insanlar arasında [ibadet için] Allah'tan başka ortaklar edinenler". Endâd terimi konusunda bkz. bu surenin 22. ayeti ile ilgili not 13.

132 - Lafzen, "azabı (veya "cezayı") görecekleri zaman".

166. [O Gün, haksız yere] kutsananlar, (133) kendilerine tâbi olanları tanımazlıktan gelecekler ve onlara tâbi olanlar, bütün ümitleri (134) paramparça olmuş bir şekilde [kendilerini bekleyen] azabı çekeceklerdir!

133 - Lafzen, "izlenenler" -yani azîz ve "kutsal şahsiyet" oldukları iddia edilenler.

134 - Esbâb (tekili sebeb), ilk anlamıyla "bağlar" veya "bağlantılar"ı ve mecazî anlamıyla da "(herhangi bir amaca yönelik) araçlar"ı ifade eder (karş. Lisânu'l-‘Arab; Lane IV, 1285). Yukarıdaki bağlamda esbâb, kurtuluşa ulaşmanın araçlarına işaret etmektedir ve bu nedenle "ümitler" olarak çevrilmiştir.

167. Ve sonra o tâbi olanlar, "[Hayatta] ikinci bir fırsat yakalasaydık da (135) onların bizi tanımazlıktan geldiği gibi biz de onları görmezden gelip reddetseydik!" diyecekler. Böylece, Allah yapıp-ettiklerini onlara acı bir pişmanlık [duygusu] tattırarak gösterecektir; ve onlar ateşten çıkarılmayacaklardır. (136)

135 - Lafzen, "bizim için bir geriye dönüş olsaydı".

136 - Zımnen, önlerine ikinci bir fırsat konularak bu dünyaya yeniden döndürülmeyeceklerdir (Menâr II, 81).

168. EY İNSANLAR! Yeryüzünde meşru ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın ve Şeytan'ın izinden gitmeyin: zira o sizin apaçık düşmanınızdır,
169. sizi yalnız kötülük işlemeye, iğrenç ve çirkin işler yapmaya ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri Allah'a isnad etmeye çağırır. (137)

137 - Bu, Allah tarafından açıkça bildirilenlerden daha fazla emir ve yasağın O'na keyfî olarak izafe edilmesine işaret etmektedir (Zemahşerî). Bazı müfessirler (mesela, Menâr II, 89 vd.'da Muhammed Abduh) bu ifadenin kapsamına, Kur'an'da veya sahih Hadislerde lafzen, açık olarak belirlenmediği halde bazı Müslüman alimlerin kendiliklerinden sübjektif kıyas yöntemleri ile çıkardıkları ve sonra "Allah'ın emirleri" diye ortaya koydukları sayısız farazî "hukukî" talimatı da dahil etmişlerdir. Bu pasaj ile öncekiler arasındaki bağlantı açıktır. 165-167. ayetlerde Kur'an "Allah'a ortak koşulan varlıklara inanmayı tercih edenler"den söz etmektedir: bu, aynı zamanda, bu kimselere dinî ve itikadî mahiyette buyruklar çıkarma hakkı izafe etmeye ve ayrıca, yalnızca geçmişten kaynaklanması dışında bir anlamı olmayan geleneklere dinî bir geçerlilik yüklemeye işaret eder (bkz. sonraki ayet).

170. Ama onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde bazıları: "Hayır, biz [yalnız] atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylemler]e uyarız!" diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasib almamış iseler?
171. Böylece, hakikati inkara şartlanmış olanların durumu, çobanın haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağrı şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer. (138) Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: zira akıllarını kullanmazlar.

138 - Bu, lafzen, şu şekilde ifade edilebilecek olan vecîz (elliptic) cümlenin biraz serbest bir çevirisidir: "Hakikati inkara şartlanmış olanların hali, çığlık ve bağırışdan başka birşey duymayan çığırtkanın haline benzer." Na‘ka fiili, çoğunlukla, çobanın sürüsünü güderken çıkardığı belli bir anlamı olmayan bağırtıları tasvir etmek için kullanılır.

172. Ey imana ermiş olanlar! Size rızık olarak sağladığımız iyi şeylerden nasiplenin ve Allah'a şükredin, eğer gerçekten O'na kulluk ediyorsanız.
173. O, size yalnız leşi, kanı, domuz etini ve üzerinde Allah'ın adından başka bir adın anıldığı şeyi (139) yasakladı. Ama kim onlara mecbur kalırsa -bir arzu ve iştah duymamak ve zaruri ihtiyacının üstüne çıkmamak şartıyla- günaha girmiş olmaz: çünkü, unutmayın, Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

139 - Yani, bir puta veya azîze veya "kutsal" olduğu var sayılan herhangi bir kimseye kurban edilmek üzere sunulan veya adanan her şeyi. Yasaklanmış et cinslerinin daha kapsamlı bir anlatımı için bkz. 5:3.

174. ALLAH'IN indirdiği vahiyden (140) bazı kısımları gizleyenler ve bunu az bir kazanç karşılığı değiştirenlere gelince: onlar karınlarını ateşle doldururlar. Ve Kıyamet Günü Allah onlarla ne konuşacak, ne de [günahlarından] onları arındıracaktır; şiddetli azap onları beklemektedir.

140 - Bu terim, burada hem Kur'an'ı hem de geçmiş vahiyleri kapsayacak şekilde cins ismi olarak kullanılmıştır.

175. İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı ve mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır: oysa ateşten ne kadar az korkar görünüyorlar!
176. İşte böyle: ilahî kelâmı, hakikati sergilemek için indiren (141) Allah olduğundan, ona karşı kendi görüşlerini dayatanlar (142) derin bir açmazdadırlar.

141 - Lafzen, "indirmekte olan". Nezzele formu, vahiy sürecindeki tedricîlik ve sürekliliği yansıttığından en doğru şekilde geniş zaman kipi ile çevrilebilir.

142 - Lafzen, "ilahî kelâm hakkında karşıt görüşler taşıyanlar" -yani, onun bazı bölümlerini gizleyerek veya reddederek yahut onun ilahî kaynaklı olduğunu tamamen inkar ederek (Râzî).

177. Gerçek erdemlilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; (143) ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, Ahiret Günü'ne, meleklere, vahye (144) ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (145) (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya (146) harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı [malî] yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve [gerçek erdem sahipleri] söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir: İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.

143 - Böylece Kur'an, yalnızca görünür/dış biçimlere uyum sağlamanın erdemliliğin gereklerini yerine getirmek için yeterli olmadığı ilkesini vurgulamaktadır. Kişinin namazda yüzünü şu veya bu yöne çevirmesine değinilmesi, biraz önce kıble konusunu ele alan ayetlerin devamıdır.

144 - Birçok müfessire göre "vahiy" (kitâb) terimi, bu anlam örgüsü içinde genel bir muhteva taşımakta: ve genel olarak ilahî vahiy gerçeğine işaret etmektedir. Meleklere imanın burada zikredilmesinin sebebi ise, Allah'ın iradesini peygamberlere ve dolayısıyla bütün insanlığa izhar etmesinin, ğayb âlemine, yani, insan idrakinin ötesindeki bir gerçeklik alanına ait olan bu ruhsal varlıklar veya güçler aracılığıyla gerçekleştirilmesindendir.

145 - İbnu's-sebîl (lafzen, "yolun oğlu") ifadesi, evinden uzakta olan herhangi bir kimseyi ve özellikle, bu durumdan dolayı geçim için yeterli imkana sahip bulunmayan kişiyi gösterir (karş. Lane IV, 1302). Daha geniş anlamda ise, herhangi bir sebepten dolayı geçici veya sürekli olarak evine dönemeyen kimseleri, mesela politik sürgün veya mültecileri ifade eder.

146 - Rakabe (çoğulu rikâb), lafzî olarak, kişinin "boyun"unu ifade eder ve aynı zamanda bir insanın bütün kişiliğini anlatır. Mecazî olarak fi'r-rikâb ifadesi, "insanları zincirlerinden kurtarmak yolunda" anlamına gelir ve hem esirleri fidye karşılığı bırakmayı hem de köleleri özgürlüklerine kavuşturmayı ifade eder. Kur'an, bu tür harcamaları erdemliliğin temel şartları arasına dahil etmek suretiyle insanları zincirlerinden kurtarmanın -ve böylece köleliği ilga etmenin- İslam'ın sosyal amaçlarından biri olduğuna işaret eder. Kur'an'ın nüzulü döneminde kölelik, bütün dünyada yerleşik bir kurum idi ve onun birdenbire ilga edilmesi ekonomik olarak imkansızdı. Bu zorluğu aşabilmek ve aynı zamanda köleliğin nihaî olarak tamamen ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla Kur'an, 8:67'de, artık yalnızca haklı bir savaşta (cihâd) alınan esirlerin köle olarak tutulabileceklerini emreder. Ama bu yolla veya -8:67'nin nüzulünden önce- başka herhangi bir şekilde köle edinilmiş kişiler için bile Kur'an, köleleri salıvermedeki büyük erdemi vurgular ve onu çeşitli günahlar için bir kefaret aracı kılar (bkz. mesela, 4:92, 5:89, 58:3). Ayrıca Hz. Peygamber, insanları kölelikten şartsız olarak kurtarmanın, Allah katında bir Müslümanın ifa edebileceği en övgüye değer fiil olduğunu çeşitli vesilelerle vurgulamıştır. (Bu sorunla ilgili bütün sahih Hadislerin kritik bir tartışması ve analizi için bkz. Neylu'l-Evtâr VI, 199 vd.)

178. SİZ EY imana ermiş olanlar! Öldürme [olayların]da adil karşılık (kısas) size farz kılındı: Hür için hür, köle için köle ve kadın için kadın. (147) Ve eğer kardeşi tarafından suçlu kimse[nin suçunun bir bölümü] bağışlanmışsa, (148) bu [bağış] uygun şekilde tatbik edilmeli ve kardeşine tazminatı güzellikle ödenmelidir. (149) Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Buna rağmen (150) hak ve adalet sınırlarını bilerek ve isteyerek ihlal eden için şiddetli bir azap vardır:

147 - Kur'an, gerçek erdemliliğin sadece görünür/dış biçimlere ve törenlere sarılmaktan geçmediğini vurguladıktan sonra burada insanın davranış problemi ile ilgili yeni bir sayfa açmaktadır. Nasıl ki erdemlilik, doğru ve yararlı eylemler olmaksızın bir anlam ifade etmezse, bireysel dürüstlük de, topluluk içinde bireylerin sosyal hakları ve sorumlulukları ile ilgili, başka bir deyişle, bireyin toplum içindeki davranışlarını ve toplumun bireye ve eylemlerine karşı tavrını yönlendirmesi gereken pratik yasalar ile ilgili bir anlaşma olmadıkça sosyal anlamda gerçek bir etkinlik kazanamaz. Yasal düzenlemelerin İslam öğretisinde bu kadar önemli bir rol oynamasının ve Kur'an'ın ahlakî ve ruhî öğütlerini sürekli olarak sosyal hayatın pratik alanlarına ilişkin buyruklarla örmesinin gerçek sebebi budur. Şimdi herhangi bir toplumun karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden biri, üyelerinin hayatını ve bireysel güvenliğini korumaktır; o halde öldürme ve bunun cezası ile ilgili yasaların burada ağırlıklı olarak ele alınması, anlaşılabilir bir sebebe dayanmaktadır. (Akıldan çıkarılmamalıdır ki "Bakara Suresi" Medine'de, yani Müslüman toplumun bağımsız bir sosyal birim olarak henüz yeni kurulduğu bir dönemde nazil olan ilk suredir.) Yukarıdaki ayetin başında geçen kısâs (adil karşılık) terimine gelince, işaret etmeliyiz ki bu terim -bütün klasik müfessirlere göre- musâvat ile hemen hemen eş anlamlıdır: yani, "bir şeyi (başka bir şeye) eşitlemek"; bu örnekte cezayı suça eşitlemek (veya uygun hale getirmek) -ki en doğrusu "adil karşılık" (İngilizcede "just retribution") olarak çevrilebilir, yoksa (sıkça ve yanlış bir şekilde çevrildiği gibi) "misilleme" (İngilizcede "retaliation") olarak değil. Kur'an'ın burada genel olarak "öldürme olayları"nı (fi'l-katlâ, lafzen, "öldürülme halinde") ele aldığını görerek ve bu ifadenin bütün muhtemel cinayet olaylarını -taammüden öldürme, aşırı tahrik altında öldürme, ihmal sonucu öldürme, kazaen öldürme vb.- kapsadığı gözönüne alındığında, bir hayata karşılık başka bir hayatı almak ("misilleme" teriminde ifadesini bulan olgu), her olayda adaletin gereklerine uygun düşmeyebilirdi. (Bu, mesela bir kasda dayanmayan öldürme olaylarında yasal tazminat konusunun ele alındığı4:92'de açıklığa kavuşturulmuştur.) Bu pasajın girişindeki "kısas" terimi ile bağlantılı olarak okunduğunda, "hür için hür, köle için köle, kadın için kadın" şartının sınırlı, lafzî anlamıyla alınamayacağı -ve bu niyeti taşımadığı- açıktır: çünkü bu, birçok öldürme olaylarını, mesela bir hürün bir köle tarafından veya bir kadının bir erkek tarafından öldürülmesini veya tersini dışarda bırakırdı. Böylece, yukarıdaki şart, Kur'an'da çok sık rastlanılan eksiltili ifade tarzının (îcâz) bir örneği olarak alınmalıdır ve onun sadece bir anlamı olabilir ki o da: "eğer hür bir adam cinayet işlerse, o hür adam cezasını görmelidir: eğer bir köle cinayet işlerse ..." vd. şeklinde olmalıdır - başka bir deyişle, statüsü ne olursa olsun, suçlu erkek veya kadın (ve sadece onlar) suça uygun düşen bir şekilde cezalandırılacaktır.

148 - Lafzen, "ve onun kardeşi tarafından [bir şey] bağışlanan kişiye". Bazı müfessirlerin yaptığı gibi, buradaki "onun" zamirini maktule izafe etmenin ve böylece "kardeşi" ifadesi ile maktulün ailesinin veya "kan akrabaları"nın kasdedildiğini var saymanın hiçbir dilbilimsel dayanağı yoktur. "Onun" zamiri, kesinlikle suçlu kişiye râcidir; ve "onun kardeşi" sözü ile gerçek kardeşin kasdedildiğini varsaymak için bir sebep bulunmadığından, burada suçlunun "din kardeşi"ne veya "dost"una işaret edildiği sonucuna varırız- ki her iki terim de bütün bir toplumu kapsamaktadır. Böylece, "eğer kardeşi (yani toplum veya onun yasal organları) tarafından suçlu kimse[nin suçundan bir bölümü] bağışlanmışsa" ifadesi, ya öldürme olayında hafifletici şartların tesbitine yahut muhakeme safhasında olayın ihmalden kaynaklanan ölüm veya darb sınıfına girdiği kanaatinin belirmesine işaret eder. Bu durumlarda ölüm cezasına karar verilemez ve maktulün akrabalarına diyet (bkz. 4:92) adı verilen bir fidyenin ödenmesi suretiyle tazmin işlemi yerine getirilir. Bağışlama ve sabretme yönündeki müteaddit Kur'ânî tavsiyeler gözönüne alındığında yukarıda zikredilen "bağışlama", aynı zamanda (ve özellikle kazaen meydana gelen durumlarda) fidye iddiasından kısmen veya tamamen feragat etmekle de bağlantılı olabilir.

149 - Lafzen, "ve ona tazminatı güzellikle..."; ileyhi'deki zamir, bu cümlede daha önce zikredilen "din-kardeşi"ne veya "dost"a işaret etmektedir. Edâ kelimesi (burada "tazminat ödemek" olarak çevrilmiştir) kişinin kendini bir görevden veya bir borçtan kurtarmasını (karş. Lane I, 38) ve burada suçlu kişiye yüklenen kanunî tazmin mükellefiyetinin yerine getirilmesini ifade eder. Bu tazmin veya ifa "güzellikle" yapılmalıdır - zanlının durumunun dikkate alınması ve onun da, kendi sorumluluğunu isteyerek ve samimî olarak yerine getirmesi suretiyle (karş. Menâr II, 129).

150 - Lafzen, "bundan sonra" -yani "adil karşılık"ın (kısâs) anlamı yukarıdaki buyrukla açıklığa kavuşturulduktan sonra (Râzî).

179. Çünkü, ey derin kavrayış sahipleri, adil karşılık [kuralın]da sizin için hayat vardır, böylece belki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursunuz. (151)

151 - Yani, "sizin için, toplum olarak, bir korunma vardır; böylece Allah'ın dilediği şekilde emniyet içinde yaşarsınız". O halde kısâs'ın amacı, "intikam" değil, toplumun korunmasıdır.

180. HERHANGİ birinize ölüm yaklaştığında, eğer arkasında yeterli bir servet bırakıyorsa, ebeveynine ve [diğer] yakın akrabalarına uygun şekilde vasiyette bulunmak size farz kılındı: (152) Bu, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar için bir yükümlülüktür.

152 - Bu cümlede geçen hayr kelimesi, sadece "servet"i değil, "yeterli bir zenginliği" gösterir: ve bu, arkasında yeterli bir zenginlik bırakan kimsenin, ailesinin özellikle bunu hak eden fertlerine 4:11-12'de zikredilen şeriat tarafından belirlenmiş/değişmez paylara ilaveten -ve onların dağıtımından önce- vasiyette bulunması gerektiği buyruğunu açıklamaktadır. Hayr'ın bu yorumu, özellikle bu ayete istinad eden Hz. Ayşe ve Ali b. Ebî Tâlib'in sözleriyle desteklenmektedir (karş. Zemahşerî ve Beydâvî).

181. Ve kim, öğrendikten sonra böyle bir hükmü değiştirirse, böyle davranmanın günahı, yalnızca onu değiştirenedir. (153) Doğrusu Allah, her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

153 - Lafzen, "kim onu duyduktan sonra değiştirirse" -yani vârisin ölümünün ardından- "günahı, onu değiştirenedir": yani, bu değişiklikten bir kasdı olmaksızın yarar görebilecek bir kimseye değil. Ayrıca kaydedilmelidir ki semi‘a (kelime anlamıyla, "işitti") fiili, aynı zamanda, "öğrendi" anlamına gelmektedir.

182. Ama her kim, vasiyet edenin bir hata yaptığından veya [bilerek] bir kusur işlediğinden endişe eder ve bunun üzerine mirasçılar arasında bir uzlaşma (154) sağlarsa [bu nedenle] kendisine bir günah terettüb etmez. Doğrusu Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

154 - Lafzen, "onlar arasında" -yani, ilgili bütün tarafların ortak kararı ile gayriadil sayılan vasiyetname hükümlerini iptal eden bir anlaşma.

183. SİZ EY imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız:
184. Sayılı günlerde [oruç]. (155) Ancak sizden kim, hasta veya seyahatte olursa diğer zamanlarda [aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır]; ve [bu gibi hallerde] gücü yetenlere bir muhtacı doyurarak fidye vermek, bir yükümlülüktür. (156) Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa (157) kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendinize iyilik yapmaktır -keşke bunu bilseydiniz.

155 - Yani, İslamî ay takviminin dokuzuncu ayı olan Ramazan'ın yirmidokuz veya otuz günü boyunca (bkz. bir sonraki ayet). Bu (ibadet), şafak vaktinden gün batımına kadar yeme, içme ve cinsel münasebetten tamamiyle uzak durmayı kapsar. Kur'an'ın işaret ettiği gibi oruç, insanlığın bütün dinî tarihi boyunca geniş biçimde uygulama alanı bulmuştur. İslamî orucun son derece ağır ve uzun süreli oluşu -ki, kadın-erkek, sağlıklı her yetişkine farz kılınmıştır- ruhsal arınma genel amacına ek olarak üç tür amacı gerçekleştirir: (1) Kur'an vahyinin başlamasını kutlamak, ki Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden yaklaşık onüç yıl önce Ramazan ayında vuku bulmuştu; (2) etkili bir nefs disiplini sağlamak; ve (3) herkese, bizzat kendi tecrübesi ile açlığı ve susuzluğu tattırmak, böylece yoksulların ihtiyaçlarının gerçek anlamını kavratmak.

156 - Bu ibare, birçok çelişkili ve bazan oldukça zorlama yorumlara maruz kalmıştır. Benim çevirim, ellezîne yutîkûnehû ifadesinin birincil anlamını esas almakta ("ona muktedir olanlar" veya "onu yapabilecek olanlar" yahut "ona gücü yetenler") ve hû zamirinin de "yoksul bir kişiyi besleme" fiiline râci olduğu varsayımına dayanmaktadır.

157 - Bazı müfessirler, bunun, gönüllü olarak birden fazla muhtacı doyurmaya yahut bir muhtacı yukarıdaki emirde istenenden daha fazla gün boyunca doyurmaya işaret ettiği görüşündedirler. Cümlenin geri kalan kısmı bu şekildeki orucun faziletlerinden söz ettiği için, "yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yapma"nın, bu bağlamda, Ramazan ayındaki farz orucun dışındaki nafile oruca (Hz. Peygamber'in de zaman zaman tuttuğu oruca) işaret etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

185. Kur'an, insanoğluna bir rehber, bu rehberliğin apaçık bir delili ve doğruyu yanlıştan ayırd edici bir ölçü olarak [ilk defa] bu Ramazan Ayında indirilmiştir. Bundan dolayı, sizden kim bu aya erişirse (158) onu baştan başa tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde [aynı sayıda oruç tutsun]. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez; ama [belirlenen günlerin] sayısını tamamlamanızı ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmenizi ve [O'na] şükretmenizi [ister].

158 - Lafzen, "idrak ederse" yahut "içinde bulunursa".

186. EĞER kullarım sana Benim hakkımda sorular sorarlarsa -(bilsinler ki) Ben çok yakınım; dua edenin yakarışına her zaman karşılık veririm: Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.
187. [GÜNDÜZ] tutulan oruçtan sonraki gece boyunca kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir: onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz. Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya sokacağınızı (159) bilir; bu yüzden O size mağfireti ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi öyleyse onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz (160) ve gecenin karanlığından tanyerinin aydınlığı fark edilinceye kadar (161) yiyip içebilirsiniz. Sonra gece çökünceye kadar oruca devam edersiniz. Ama mescidlerde itikafta iken kadınlara yaklaşmayın. (162) Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır: O halde bu sınırları ihlal etmeyin; [İşte] böylece Allah mesajlarını insanlara açıklıyor ki O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olabilsinler.

159 - Lafzen, "kendinizi [bu konuda] zaafa kaptırdığınızı" yahut "aldattığınızı": Bu ayetin nüzulünden önce ilk Müslümanlar arasında yaygın olan, bütün Ramazan ayı boyunca cinsî münasebetten, yemenin ve içmenin, helal olduğu gecelerde bile sakınılması gerektiği şeklindeki görüşe bir atıftır (Râzî). Yukarıdaki ayet bu yanlış anlayışı ortadan kaldırmaktadır.

160 - Lafzen, "Allah'ın sizin için emrettiğini arayın": cinsel hayatın Allah'ın muradına uygun tabiatına bir atıf.

161 - Lafzen, "şafağın beyaz çizgisi [gecenin] siyah çizgi(sin)den ayırd edilinceye kadar". Bütün Arap dilbilimcilerine göre, "siyah çizgi" (el -haytu'l-esved) ibaresi, "gecenin karanlığı"nı (Lane II, 831); el-haytân ("iki çizgi" veya "iki hat") ibaresi ise "gece ve gündüz"ü gösterir (Lisânu'l-‘Arab).

162 - Ramazan ayı içinde -ve bazan diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak bütün dünyevî faaliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibadete ve tefekküre hasretmek, Hz. Peygamber'in sünneti idi. Hz. Peygamber, Müslümanlara da zaman zaman bunu yapmayı tavsiye ettiğinden, i‘tikâf için mescide kapanmak, özellikle Ramazan'ın son on günü Müslümanlar arasında -ihtiyarî de olsa- kabul görmüş bir ibadet tarzı haline gelmiştir.

188. BİRBİRİNİZİN mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini (163) bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın. (164)

163 - Lafzen, "[diğer] insanların mallarından bir bölümünü".

164 - Lafzen, "onu hâkimlere aktarmayın" -yani, onların, haklı olanın aleyhine bir karar verecekleri beklentisiyle (Zemahşerî, Beydâvî).

189. SANA ayın evrelerini soruyorlar. De ki: "Onlar, haccın ve insanların [öteki faaliyetlerinin] vaktini gösterir." (165)Öte yandan erdemlilik, [zannedildiği gibi] evlere arkalarından girmeniz değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyandır. (166) O halde evlere kapılarından girin ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki gerçek mutluluğa erişebilesiniz.

165 - Bu safhada kamerî aylara atıfta bulunulması, İslam'ın öngördüğü birçok dinî vecîbenin yerine getirilmesinin -Ramazanda oruç tutulması yahut Mekke'ye hac yapılması (196-203. ayetlerde ele alınmıştır) gibi- ayların güneş yılının mevsimlerine bağlı olarak döndüğü kamerî takvime bağlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu dinî vecîbelerin bu şekilde kamerî takvime bağlanması, ifa edildikleri mevsim şartlarının (mesela, şafak vakti ile günbatımı arasında oruçlu kalınan sürenin uzunluğu, oruç veya hac vaktinin sıcağa veya soğuğa denk gelmesi gibi) sürekli olarak değişiklik göstermesine ve böylece, taşıdıkları zorluğun buna paralel olarak düzenli/devrî bir artış veya azalış göstermesine yol açar. Ayrıca, kamerî aylara göre hesap yapmanın, okyanusların med ve cezir hareketi ile ve aynı zamanda insan fizyolojisi (mesela, bu surenin daha sonraki bölümlerinde üzerinde durulan kadınların aybaşı halleri) ile de bir ilgisi vardır.

166 - Yani, gerçek erdemlilik, imanî meselelere "arka kapıdan" yaklaşmak, yani yalnızca çeşitli dinî vecîbelerin ifası için konulmuş şekil ve sürelere uymaktan ibaret değildir (karş. 2:177). Bu şekil ve süre sınırlamaları, kendi başlarına ne kadar önemli de olsalar, her eyleme onun ruhsal "giriş kapısı"ndan, yani Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyarak yaklaşılmadıkça, gerçek hedeflerine ulaşmış olamazlar. Bâb ("kapı") kelimesi, mecazî olarak "bir şeye nüfûz etmenin, yahut ona ulaşmanın yolları"nı gösterdiğinden (bkz. Lane I, 272), "bir eve (ön) kapısından girme" mecazı, klasik Arapça'da çoğunlukla bir probleme doğru yaklaşımı anlatmak için kullanılır (Râzî).

190. SİZE savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama (amacınızı aşıp) saldırganlık yapmayın; doğrusu Allah saldırganları sevmez. (167)

167 - Bu ve bundan sonraki ayetler, Müslümanlar için savaşın meşruiyetinin yalnızca (kelimenin en geniş anlamıyla) kendini savunma amacına bağlı olduğunu tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, lâ ta‘tedû ibaresinin, bu bağlamda "saldırganlık yapmayın" anlamına geldiği, mu‘tedîn ile de "saldırganlıkta bulunanlar"ın kasdedildiği konusunda hemfikirdirler. "Allah yolunda" -yani Allah tarafından konulmuş ahlakî ilkeler uğrunda- savaşmanın savunma amaçlı olma özelliği, ayrıca, "size savaş açanlar"a yapılan atıfta bariz bir şekilde ortaya konulmuş ve 22:39'da -"kendilerine haksız yere saldırılan kimselere [savaşma] izni verilmiştir"- daha da açık bir şekilde ifade edilmiştir. Eldeki bütün nakillere göre bu son ayet, cihâd yahut kutsal savaş meselesine en ilk (ve bu nedenle de en köklü) Kur'ânî atıftır (bkz. Taberî ve İbni Kesîr'in 22:39 ile ilgili yorumları). Savunmayı savaşın tek haklı gerekçesi olarak belirleyen bu ilk ve temel prensibin Kur'an'da, yukarıdaki ayetten sonraki bir döneme ait olan 60:8'de ve 4:91'in son cümlesinde de tekrarlandığı görülmektedir.

191. Onları karşılaştığınız her yerde öldürün ve sizi sürdükleri yerden siz de onları sürün; zaten zulüm ve baskı, öldürmekten daha kötüdür. (168) Onlar size savaş açmadıkça Mescid-i Harâm civarında onlarla savaşmayın; (169) ama eğer sizinle savaşırlarsa onları öldürün; hakikati inkar edenlerin cezası böyle verilecektir.

168 - Bir önceki emir açısından bakıldığında, ("Allah yolunda" yapılan bir kurtuluş savaşı olarak) "onları karşılaştığınız her yerde öldürün" buyruğu, yalnızca, "savaş açanlar"ın saldırganlar ve zalimler şeklinde anlaşılması halinde o anda devam etmekte olan düşmanlıklar bağlamında geçerlidir (Râzî); Fitne'nin bu bağlamda "baskı" olarak çevrilmesinin gerekçesi, bu terimin insanı sapıklığa götüren ve manevî değerlere inancını kaybetmesine yol açan her türlü müdahale için kullanılmasıdır (karş. Lisânu'l-‘Arab).

169 - Mekke sınırları içindeki savaşa yapılan bu atıf, bu ayetin nüzulü sırasında Kutsal Kentin hâlâ Müslümanların düşmanı olan putperest Kureyşlilerin elinde olmasından dolayı idi. Ancak -Kur'an'daki tarihsel referansların tümünde sıkça görüldüğü gibi- yukarıdaki buyruk genel bir muhteva taşımaktadır ve bütün zamanlar ve şartlar için geçerlidir.

192. Ancak vazgeçerlerse (siz de bırakın,) unutmayın ki Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.
193. O halde, artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve yalnızca Allah'a kulluk edilinceye kadar (170) onlarla savaşın; ancak vazgeçerlerse, [bilinçli olarak] zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir.

170 - Lafzen, "ve din [yalnız] Allah'ın oluncaya kadar" -yani, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar. (Bkz. Ayrıca 22:40.) Dîn teriminin bu bağlamda "kulluk" olarak çevrilmesi daha uygundur, çünkü bu karşılık, burada dînin hem akidevî hem de ahlakî yönlerini kapsamaktadır: yani insanın hem inancını, hem de bu inançtan doğan yükümlülüklerini.

194. Saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin: (171) zira saldırmazlık örfünün ihlali, adil karşılık [yasasın]a tâbidir. Böylece, eğer bir kimse size saldırıda bulunursa siz de onun saldırdığı gibi saldırın; ancak Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah'ın, kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yanında olduğunu bilin. (172)

171 - Bu, "Haram ayın karşılığı haram aydır" ifadesinin serbest bir çevirisidir -ki bu ifade, bütün müfessirler tarafından yukarıdaki anlamda yorumlanmıştır. Eski Arap geleneğine göre her türlü savaşın haksız sayıldığı "haram aylar", birinci, yedinci, onbirinci ve onikinci kamerî takvim aylarıdır.

172 - Böylece, müminlere ne zaman saldırıya uğrarlarsa savaşa girmeleri emredildiği halde yukarıdaki ayetin son bölümü, savaşı sürdürürken, savaşa girmeyenleri öldürmek de dahil, her türlü acımasızlıktan sakınmaları gerektiğini açıklamaktadır.

195. Ve Allah yolunda [sınırsızca] harcayın, kendi elinizle kendinizi mahvetmeyin (173) ve iyilik yapmaya azimle devam edin: unutmayın ki Allah iyilik yapanları sever.

173 - Yani, "bu ortak çabaya şahsî ve maddî katkınızı esirgemek suretiyle kendi yıkımınızı hazırlayabilirsiniz".

196. HACCI ve Umreyi (174) Allah için ifa edin; fakat yapmaktan alıkonursanız gücünüzün yeteceği bir kurban kesin ve kurban kesilinceye kadar (175) başlarınızı traş etmeyin; ama içinizden hasta olan yahut başında rahatsızlık olan kimse, oruç tutarak veya sadaka vererek veya [başka türlü] bir ibadet ile (vaktinden önce tıraş olma) özrünü karşılayacak bir şey yapmalıdır. Sağlıklı ve emniyette olduğunuzda, (176) hac [vaktin]den önce umre yapan, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin; (177) ama kurbana gücü yetmeyen, hac sırasında üç gün ve döndükten sonra yedi gün, yani tam on [gün] oruç tutsun. Bütün bunlar, Mescid-i Harâm civarında yaşamayanlar (178) içindir. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki Allah karşılık vermede şiddetlidir. (179)

174 - Hacc vecîbesi yılda bir defa Zilhicce ayında yapılırken ‘umre herhangi bir zamanda yerine getirilebilir. Hem hacc hem de ‘umre sırasında müminler Kâbe etrafında yedi defa dönmek ve Safâ ile Merve arasında da yedi defa yürümekle (bkz. Yukarıdaki 127 ve 128. not); ayrıca, hac sırasında Zilhicce'nin dokuzuncu günü Arafat meydanındaki toplantıya iştirak etmekle yükümlüdürler (bkz. aşağıdaki not 182). Müminler ister hacc yapsınlar ister ‘umre, ihrâma girdikleri andan haccın veya umrenin bittiği ana kadar saçlarını kesmekten ve hatta düzeltmekten kaçınmakla da yükümlüdürler. Ayetin devamında zikredildiği gibi, hasta olan veya saçlarını kesmesini veya traş etmesini gerektiren bir rahatsızlığı bulunan kimseler, bu yasaklamadan muaf bulunmaktadır.

175 - Lafzen, "kurban yerine varıncaya kadar" -yani, hem zaman hem de mekan olarak. Râzî'ye göre burada kurbanın zamanı kasdedilmiştir; yani, haccın sonunda hacıların -yeterli imkan sahibi olmaları kaydıyla- bir koyun, sığır veya benzeri bir hayvan kurban etmelerinin ve etini hayır için dağıtmalarının istendiği zaman.

176 - İzâ emintum (lafzen, "emniyette olduğunuz zaman") ifadesi, burada hem dış tehlikelerden (savaş gibi) hem de hastalıktan emin olmaya işaret etmektedir ve bu nedenle de en doğrusu "sağlıklı ve emniyette iseniz" şeklinde çevrilmiştir -bunun anlamı, kişinin hac yapacak durumda ve niyette olmasıdır.

177 - Bu, kişinin kendi rahatı için umrenin bittiği zaman ile haccın ifası zamanı arasındaki sürede ihrâm'dan çıkmasını anlatmaktadır (karş. Menâr II, 222). Bu kolaylıktan yararlanan hacı, haccın bitiminde bir kurban kesmek (bkz. Yukarıdaki 175. not) yahut bunun yerine on gün oruç tutmakla yükümlüdür.

178 - Lafzen, "ailesi Mescid-i Haram'da bulunmayanlar" -yani orada sürekli olarak ikamet etmeyenler: Çünkü, Mekke sakinleri sürekli olarak ihrâmlı halde bulunamazlar.

179 - Bu, yalnızca haccın kutsiyetinin muhtemel bir ihlaline değil, aynı zamanda, daha genel bir şekilde, Allah'ın buyruklarının kasıtlı olarak ihlal edildiği bütün durumlara ve ihtimallere işaret etmektedir.

197. Hac, belli aylarda (180) ifa edilecektir. Her kim o [aylar]da haccı ifa ederse, hac sırasında çirkin konuşmalardan, tüm yakışıksız davranışlardan ve kavgadan kaçınmalıdır. Her ne iyilik yaparsanız Allah onun farkındadır. Ve kendiniz için hazırlıkta bulunun -a-ma şüphesiz, tüm hazırlıkların en güzeli, Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olmaktır. Öyleyse Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, siz ey derin kavrayış sahipleri!

180 - Lafzen, "açıkça bilinen aylarda". Hac, belli bir ayda (yani Zilhicce ayında) yapıldığına göre buradaki çoğul kullanım, haccın her yıl tekrarlanmasına işaret etmektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, bazı yorumcular, bunun kamerî yılın son üç ayına işaret ettiğini savunmuşlardır.

198. [Bununla beraber], Rabbinizden [hac esnasında] bir lütuf elde etmek için çalışırsanız (181) günah işlemiş olmazsınız. Arafat'tan (182) kalabalıklar halinde dalga dalga indiğinizde kutsal mahalde Allah'ı anın; ve O'nu, yolunuzu gerçekten kaybetmişken size doğru yolu gösteren bir ilah olarak anın; (183)

181 - Yani, ihrâmda iken ticaret yaparak. Muhammed Abduh, "Rabbinizden bir lütuf elde etmek için" çaba gösterme (ifadesinin) Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymaya işaret ettiğine ve dolayısıyla, bir tür ibadet şekli olduğuna -elbette ki bu çabanın daha öncelikli başka dinî yükümlülüklerle çatışmaması şartıyla- dikkat çeker (Menâr II, 231).

182 - Bütün hacıların Mekke'nin doğusundaki Arafat düzlüğünde toplanmaları, Zilhicce'nin dokuzuncu günü gerçekleşir ve haccın zirve noktasını oluşturur. Hacılar, o düzlükte Cebelu'r-Rahmeh (Rahmet Dağı) olarak bilinen tepenin eteklerinde günbatımına kadar beklemek zorundadırlar. Bu bekleyiş, bütün ruhların Allah'ın yargısını bekledikleri Kıyamet Günü'ndeki toplanmayı akla getirmeyi amaçlayan sembolik bir eylemdir. Günbatımının hemen ardından hacılar, toplu olarak Mekke yönüne doğru yola koyulurlar ve bu cümlenin bir sonraki bölümünde zikredilen "kutsal yer" olan Müzdelife adlı yerde gecelerler.

183 - Lafzen, "önceden sapmışlar arasında bulunduğunuz halde sizi hidayete erdiren biri olarak anın O'nu".

199. Ve dalga dalga ilerleyen öteki kalabalıklarla birlikte siz de ilerleyin (184) ve Allah'tan günahlarınıza mağfiret dileyin: Doğrusu Allah, çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

184Lafzen, "halkın kalabalıklar halinde ilerlemesi sırasında siz de kalabalıklar halinde ilerleyin": Böylece hacılara, haccın o en coşkulu anında, Allah katında herkesin eşit olduğu ve ırk, sınıf veya sosyal statü farklarının hiçbir şekilde insanları birbirinden ayıramayacağı bir topluluğa mensub olma bilinci içinde bireyselliklerini aşma çağrısı yapılmaktadır.

200. İbadetlerinizi bitirdiğinizde, atalarınızı hatırladığınız gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı hatırla[maya devam ed]in! (185) Çünkü öyle insanlar var ki, (sadece), "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada ver." diye dua ederler -böyleleri, ahiretin nimetlerinden nasib almayacaklardır.

185 - Birçok müfessir, bu pasajda, İslam öncesi Arapların muhtelif toplantılarda atalarının büyüklüklerini ve sözde faziletlerini yüceltme adetlerine bir atıf görürler. Ancak bazı ilk dönem İslam bilginleri, -mesela, Dehhâk, Rabî‘ ve Ebû Müslim- burada kasdedilen ataların, çocukların gözünde genellikle her türlü iyiliğin/güzelliğin ve gücün sahibi olan gerçek babalar (yahut, ebeveynler) olduğu görüşünü benimsemişlerdir (bkz. Râzî'nin bu ayet ile ilgili görüşleri).

201. Ama içlerinde öyleleri de var ki: "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, ahirette de ve bizi ateşin azabından koru!" diye dua ederler:
202. İşte bunlar, kazandıklarına karşılık [mutluluktan] nasip alacak olanlardır. Ve Allah hesabı çok çabuk görendir.
203. Ve Allah'ı tayin edilmiş belli günlerde (186) hatırlayın; her kim iki gün içinde acele ederse günaha girmez, kim daha uzun kalırsa o da Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde oldukça günaha girmemiş olur. O halde Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve sonunda O'nun huzurunda toplanacağınızı bilin

186 - Bu günler, Zilhicce'nin onuncu gününe tesadüf eden "Kurban Bayramı'nı" (‘îdu'l-adhâ) takip eden günlerdir. Hacılar, bu günlerin en azından ikisini Arafat ile Mekke arasındaki yolun ortasında yer alan Minâ vadisinde geçirmekle yükümlüdürler.

204. İNSANLARDAN öylesi var ki, (187) bu dünya hayatı hakkındaki görüşleri senin hoşuna gider; (dahası), kalbindekilere Allah'ı şahit tutar, üstelik tartışmada son derece ustadır. (188)

187 - Lafzen, "insanlar arasında kimisi (veya "öylesi") vardır ki". Bazı müfessirlerin yaptığı gibi, bu ayetin belli bir kişiye -Hz. Peygamber'in bir çağdaşına- atıfta bulunduğunu farzetmek için geçerli bir sebep olmadığından, en güvenilir otoriteler yukarıdaki pasajın genel bir anlam taşıdığı görüşünü benimsemişlerdir (karş. Râzî). Sözün gelişinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu ifade, 2:200-201'de, çatışan iki davranış tarzına yapılan atfın daha ayrıntılı bir açıklamasıdır: Tek kaygısı bu dünya hayatı olan kişinin tavrı ile öteki dünyayı da düşünen, hatta onu mevcut hayatından daha fazla düşünen kişinin tavrı arasındaki farklılığın açıklaması.

188 - Lafzen, "bir çatışmadaki tarafların en yamanı". Zeccâc'a göre (Râzî'nin nakliyle) burada, bir tartışmada daima en parlak ve çoğu zaman yanıltıcı delillerle karşısındakini alt edebilen kişiye işaret edilmektedir. Açıktır ki bu pasaj, insan toplumunun ve insanın yeryüzündeki konumunun ıslahı konusunda dikkate ve hatta takdire şayan görüşlere sahip olan, ama aynı zamanda "batınî/gizemli" (esoteric) mülahazalar olarak gördükleri -ölümden sonraki hayata inanmak gibi- düşünce ve inançlar aracılığıyla doğruya ulaşmayı reddeden ve tamamen bu dünya meşgalesine kapılmalarını görünürde sağlam delillerle ve kendi ahlakî hedeflerinin değerini vurgulayarak ("kalbindekilere Allah'ı şahit tutarak") haklı çıkarmaya çalışan insanlara işaret etmektedir. Ayrıca, yukarıdaki pasajda tanımlanan zihniyet ile 2:8-12'de ele alınan tavır arasında kaçınılmaz yakınlık vardır.

205. Ancak hakimiyeti eline alır almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, [insanın] ürünü[nü] ve nesli[ni] yok etmeye çalışır: (189) Allah fesadı sevmez.

189 - Lafzen, "o, yeryüzünde fesat yaymak ve ürünü ve nesli yok etmek için orada koşturup durur [yahut "çaba gösterir"]. Birçok müfessir, bu cümlede, bu şekilde tanımlanan kişinin bilinçli bir niyet taşıdığına işaret edildiği kanısındadır; ama li yufside'deki (genel olarak "fesadı yayabilmek için" şeklinde anlaşılır) li edatının bu bağlamda gramercilerin lâmu'l-âkıbeh dedikleri, "sonuç belirtmek için kullanılan lâm [harfi]"nin fonksiyonunu görmesi de mümkündür -yani bilinçli bir niyetin varlığı veya yokluğu sözkonusu olmadan (fesat saçmakla uğraşır). (Benim benimsediğim şekilde çevrilmesi durumunda bu her iki ihtimal de gözetilmiş olmaktadır.) Hars ifadesine (tarafımdan "ürün" olarak çevrilmiştir) gelince, bunun asıl anlamı, emek yoluyla sağlanan "kazanç" yahut "gelir"dir; ve çoğunlukla "dünyevî mallar"ı (bkz. Lane II, 542) ve özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Eğer hars bu bağlamda "ürün" olarak anlaşılırsa, bu, mecazî olarak genelde insan davranışlarına ve özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Ancak bazı müfessirler -görüşlerini "kadınlarınız sizin tarlalarınızdır" (2:223) şeklindeki Kur'an ifadesine dayandırarak -hars'ın burada "eşler"i anlattığını iddia ederler (karş. Râzî ve Menâr II, 248: dilbilimci el-Ezherî'den naklen): Bu durumda "ürünün ve neslin yok edilmesi", aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eş anlamlı olur. Bu iki yorumun her ikisine göre de pasaj şu anlama gelmektedir: Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlakî çürüme ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır.

206. Kendisine ne zaman "Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!" dense, yersiz gururu onu günaha sevk eder: böylelerinin payına cehennem düşecektir; ne kötü bir konaklama yeridir orası!
207. Ama insanlar arasında öylesi de var ki Allah'ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder: (190) Allah ise, kullarına karşı daima şefkatlidir.

190 - Lafzen, "öyle kimse vardır ki Allah'ın rızasını dileyerek kendi nefsini satar": yani Allah'ın rızasına uygun davranma kararlılığı öyle gerektiriyorsa, bütün şahsî menfaatlerini terk eder.

208. Ey imana ermiş olanlar! Allah'a kendinizi tam olarak teslim edin (191) ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır.

191 - Lafzen, "hep birlikte teslim olun". Allah'a teslimiyet bütün hak dinlerin temeli olduğundan, bazı büyük müfessirler (mesela, Zemahşerî ve Râzî), buradaki "Ey imana ermiş olanlar" hitabının Müslümanlara -Kur'an'ın başından sonuna kadar lafzen, "kendilerini Allah'a teslim edenler" diye çevrilebilecek bir isim- yönelik olmadığı, tersine henüz böyle tam bir teslimiyete ulaşmamış olan insanlarla bağlantılı olduğu görüşündedirler: Bunlar, geçmiş vahiylerin büyük kısmına inanan ama Kur'an'ın mesajını hakikat olarak kabul etmeyen Yahudiler ve Hristiyanlardır. Müfessirlerin bu yorumu bir sonraki pasajdan çıkarılmış görünmektedir.

209. Ve eğer hakikatin bütün delilleri size geldikten sonra tökezlerseniz, bilin ki, Allah kudret ve hikmet sahibidir.
210. Bu insanlar, (192) Allah'ın, Kendisini bulutların gölgeleri arasından meleklerle birlikte onlara göstermesini mi bekliyorlar? Ama [o zaman] her şeye karar verilmiş ve her şey Allah'a döndürülmüş olurdu. (193)

192 - Lafzen, "onlar" -önceki iki ayette seslenilen insanlara işaret etmektedir.

193 - Yani, tevbe için çok geç (kalınmış) olacak. Bütün müfessirler, buradaki "karar"ın, "her şeyin Allah'a döndürüleceği zaman" sözleriyle işaret edilen Hesap Günü'nde Allah'ın iradesinin kesin tezahürü ile ilgili olduğunda hemfikirdirler. Bir sonraki ayette İsrailoğulları'na seslenildiğinden, bu belagat gereği sorunun, Hz. Musa döneminde onların "Allah'ı yüz yüze görmedikçe" ilahî mesaja inanmayı reddetmeleri ile bağlantılı olması muhtemeldir (karş. 2:55).

211. İsrailoğulları'na sor: Onlara nice açık mesajlar verdik! Kim Allah'ın kutlu mesajlarını (194) kendisine ulaştıktan sonra değiştirirse bilsin ki Allah karşılık vermede şiddetlidir!

194 - Lafzen, "Allah'ın nimetini".

212. Hakikati inkara şartlanmış olanlara [yalnız] bu dünya hayatı güzel görünür. (195) Bu nedenle, imana ermişlerle alay ederler; ama Kıyamet Günü Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar onlardan daha üstün (bir konumda) olacaklardır. Ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (196)

195 - Lafzen, "güzel kılınmıştır".

196 - Yani, bazan ahlaken hak edene bazan da günahkarlara bahşettiği dünyevî kazançların bölüştürülmesinden dolayı O'na hesap sorulamaz.

213. BÜTÜN İNSANLIK bir zamanlar bir tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verilebilsin. (197) Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu [vahy]in tevdî edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, inananları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, [ulaşmak] isteyeni doğru yola ulaştırır. (198)

197 - Kur'an, insanlığın başlangıçtaki durumunu tasvir etmek için ummeten vahideten (bir tek topluluk) ifadesini kullanırken, ilk bakışta sanılacağı gibi, insanlık tarihinin şafağındaki efsanevî "altın çağ" düşüncesini dile getirmemektedir. Bu ayette kasdedilen şey, insanın saf zihinsel durumunun ve o ilk çağlarda içinde yaşadığı basit sosyal düzenin karakteristiği olan, içgüdüsel kavrayışların ve eğilimlerin nisbî homojenliğinden başka bir şey değildir. Bu homojenlik, beşer toplumunun mensupları arasındaki bilinçli bir uzlaşmadan çok, zihinsel ve duyusal farklılaşmanın eksikliğine dayandığından, insanın daha sonra kaydettiği tekamül derecesi karşısında çözülmeye mahkum idi. İnsanın düşünce hayatı daha da karmaşık/zengin hale gelirken duyusal kapasitesi ve bireysel ihtiyaçları da daha fazla farklılaştı; düşünce ve menfaat çatışmaları öne çıkmaya başladı ve insanlık, hayat görüşü ve ahlakî değerleri açısından "bir tek topluluk" olmaktan çıktı: işte ilahî rehberlik bu aşamada zorunlu hale geldi. (Unutulmamalıdır ki el-kitâb, burada -Kur'an'ın başka birçok yerinde olduğu gibi- herhangi bir özel metni değil, bu şekildeki ilahî vahyi temsil etmektedir.) Yukarıdaki Kur'an pasajının bu şekilde yorumlanması, ünlü sahâbî Abdullah b. Mes‘ûd'un onu, "Bütün insanlık tek bir topluluktu, sonra farklılaşmaya başladılar (fe'htelefû) -bunun üzerine Allah... peygamberler gönderdi" şeklinde okuması gerçeğiyle de teyid edilmektedir. İbni Mes‘ûd'un burada vurguladığı fe'htelefû kelimesi Kur'an'ın genel olarak kabul edilen metninde yer almadığı halde, hemen hemen bütün müfessirler onun bu anlam akışı içinde mevcut olduğu görüşündedirler.

198 - Yahut; "Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir". Bu surenin 253. ayetinin ikinci kısmında tebarüz ettirildiği gibi, insanın zihnî ayrılıklara yatkınlığı, tarihin bir arızası/tesadüfü değil, tersine, insan tabiatının Allah'ın muradı gereği olan bütünleyici bir parçasıdır: "Kendi iradesiyle" sözleriyle kasdedilen de, bu tabii durumdur. "Aralarındaki kıskançlıktan dolayı" ifadesinin açıklaması için bkz. 23:53 ve ilgili not 30.

214. [Ama,] sizden önce gelip geçen [mümin]ler gibi sıkıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? (199) Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve kımıldatmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki müminlerle birlikte Elçi de "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" diye feryad ediyordu. (200) Gözünüzü açın, Allah'ın yardımı [daima] yakındır!

199 - Lafzen, "sizden önce gelip geçenlerin [başlarına gelenin] benzeri siz[in başınız]a gelmeden...". Bu pasaj, önceki ayetin sonundaki "Allah [isteyeni] doğru yola iletir" sözleriyle bağlantılıdır. Bunun anlamı şudur: Yalnızca hakikatin aklen kavranması, nihaî kurtuluşa ulaşmanın tek başına bir aracı olamaz: O [aklî kavrayış]ın fedakarlığa ve çile çekerek ruhsal arınmaya hazır olmakla desteklenmesi gerekir.

200 - Yukarıdaki "sizden önce gelip geçmiş olanlar"a yapılan atıf, "elçi" teriminin burada bütün elçileri kapsayan cins ismi anlamında kullanıldığını göstermektedir (Menâr II, 301).

215. BAŞKALARI için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: "İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir."
216. HOŞUNUZA gitmese de savaşmak size farz kılındı; mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir ve yine mümkündür ki hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz. (201)

201 - Bu ifade savaşla ilgili olduğundan bu ayetin 2:190-193 ve 22:39. ayetler ile bağlantılı olarak okunması gerekir: Ama bu, aynı zamanda birçok duruma uygulanabilen genel bir hakikati de ifade etmektedir.

217. Sana saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. (202) De ki: "O ayda savaşmak çirkin bir şeydir; ancak insanları Allah yolundan çevirmek, O'nu inkar etmek ve Mescid-i Harâm[a girmekten onları menetmek] ve halkını oradan sürmek, [bütün bunlar] Allah katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur." [Düşmanlarınız,] güçleri yetse, inancınızdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Ama sizden biri imanından döner ve hakikati inkar eden biri olarak ölürse, böyle birinin yapıp-ettikleri bu dünyada da öteki dünyada da boşa gidecektir; işte böyleleri içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum kimselerdir.

202 - "Kutsal aylar"ın bir açıklaması için bkz. Yukarıdaki 171. not.

218. Şüphe yok ki, imana ermiş olanlar, zulüm ve kötülük diyarından uzaklaşanlar (203) ve Allah yolunda üstün gayret gösterenler, işte (ancak) onlar Allah'ın rahmetini umabilirler: Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

203 - Ellezîne hâcerû (lafzen "ana yurtlarını terk etmiş olanlar") ifadesi, esas olarak, Hz. Peygamber'in teklifi üzerine, özgürlük içinde ve İslam'ın gereklerine uygun biçimde yaşayabilmek için Medine'ye -ki o zaman Yesrib olarak anılıyordu- hicret etmiş olan Mekke Müslümanlarını gösterir. Mekke'nin Müslümanlar tarafından H. 8. yılda fethedilmesinden sonra Mekke'den Medine'ye bu göç (hicret) bir dinî vecîbe olmaktan çıktı. Ancak İslam'ın ilk günlerinden beri hicret terimi, manevî bir muhteva taşımaktadır -yani, "kötülük ve zulüm diyarından uzaklaşmak" ve Allah'a yönelmek. Ve bu manevî muhteva, hem İslam'ın ilk yıllarındaki tarihî muhâcirûn'u ("göç edenler"), hem de her türlü kötülüğü terk ederek "Allah'a hicret eden" sonraki zamanların bütün müminlerini kapsadığından, bu karşılığı çok sık kullanıyorum.

219. SANA, sarhoşluk veren şeyler ve şans oyunları hakkında sorarlar. De ki: "Onların her ikisinde de hem büyük bir kötülük (204) hem de insanlar için bazı yararlar vardır; ancak yol açtıkları kötülük, sağladıkları yarardan daha büyüktür." (205) [Allah yolunda] neyi harcayacaklarını sana sorarlar. De ki: "O'nun için ayırabileceğiniz her şeyi." Böylece Allah mesajlarını size açıklıyor ki tefekkür edebilesiniz:

204 - Lafzen, "günah", yahut günah işlemeye teşvik eden herhangi bir şey. Bazı klasik müfessirlerin (mesela Râzî) işaret ettikleri gibi, ism terimi burada menâfi‘ ("faydalar") teriminin karşıtı olarak kullanılmıştır; bundan dolayı en doğrusu "kötülük" olarak çevrilebilir.

205 - Lafzen, "onların kötülüğü faydasından daha büyüktür". Sarhoş edici şeylerin ve şans oyunlarının kesin olarak yasaklanması konusunda bkz. 5:90-91 ve ilgili dipnotları.

220. bu dünya ve ahiret hakkında. Yetimler[e nasıl davranılacağı] hakkında sana sorarlar. De ki: "Onların durumlarını düzeltmek en hayırlı olanıdır." Ve onların hayatlarını paylaşırsanız [unutmayın ki] onlar sizin kardeşlerinizdir. (206) Zira Allah, bozgunculuk yapanları, düzeltmeye çalışanlardan ayırd etmesini bilir. Ve Allah dileseydi, taşıyamayacağınız yükleri omuzlarınıza yüklerdi: (207) [Ama] unutmayın ki Allah kudret sahibidir, hikmet sahibidir!

206 - Bunun anlamı şudur: Eğer bir kimse kendi sorumluluğu altındaki bir yetimin hayatını paylaşırsa, böyle bir beraberlikten, yetimin menfaatlerine hiçbir şekilde zarar vermemesi şartıyla bir kazanç sağlaması -mesela bir iş ortaklığı yoluyla- meşrudur.

207 - Yani, "sizi yetimlere bakmakla yükümlü tutmak ve aynı zamanda onların hayatını paylaşmanızı yasaklamak suretiyle" (bkz. önceki not).

221. VE ALLAH'TAN başkasına ilahlık yakıştıran kadınlarla onlar [sahih] inanca ulaşıncaya kadar evlenmeyin: çünkü [Allah'a] bağlanmış mümin bir kadın, (208) Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran kadından -bu sizin hoşunuza gitse de- kesinlikle daha hayırlıdır. Ve Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran erkekler ile onlar [sahih] inanca ulaşıncaya kadar kadınlarınızı nikahlamayın; zira [Allah'a] bağlanmış bir mümin erkek, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran erkekten -bu sizi hoşnut etse bile- kesinlikle daha hayırlıdır. [Böyleleri] sizi ateşe davet ederken Allah sizi cennete ve O'nun izniyle mağfiret[e nail olma]ya davet eder; ve Allah mesajını insanlığa açıklar ki ondan ders alabilsinler.

208 - Müfessirlerin büyük çoğunluğu, emeh terimine, bu bağlamda geleneksel karşılığı olan "cariye" anlamını yükledikleri halde bir kısmı da onun burada "Allah'a râm olmuş kadın"ı ifade ettiği görüşündedirler. Böylece Zemahşerî, emetun mü'mineh (lafzen "inanan kadın köle") deyimini, "ister hür ister köle olsun, inanmış herhangi bir kadın" şeklinde açıklar; ve bunun, aynı zamanda "inanan erkek köle" (ifadesi) için de geçerli olduğunu belirtir, "çünkü bütün insanlar Allah'ın erkek ve kadın kullarıdır" der. Benim yukarıdaki pasajı çeviri tarzım, bu fevkalade dikkate değer yoruma dayanmaktadır.

222. SANA [kadınların] ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: "O bir zayıflık halidir. Bu yüzden, ay hali sırasında kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın; temizlendiklerinde ise Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın." (209) Doğrusu, Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri (210) ve özlerini temiz tutanları sever.

209 - Bu, Kur'an'da, cinselliğin ilahî buyruklara uygun olumlu tabiatına yapılan birçok atıftan biridir.

210 - Yani, yukarıdaki kısıtlamayı ihlal etmelerinden sonra.

223. Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz şekilde girin, ama önce kendi ruhlarınız için bir hazırlık yapın. (211) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki O'na mutlaka kavuşacaksınız. Ve sen de (ey peygamber,) imana erişenleri müjdele.

211 - Başka bir deyişle, kadın ile erkek arasındaki ruhsal ilişki, cinsel ilişkilerin vazgeçilmez esası olarak alınmıştır.

224. ALLAH adına yaptığınız yeminler, erdemliliğe, Allah'a karşı sorumluluk bilincine ve insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel teşkil etmesin. (212) Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi bilendir.

212 - Lafzen, "Allah'ı yeminlerinizden dolayı ... yapmayın". 226. ayetten görülebileceği gibi bu emir, öncelikle boşanma konusundaki yeminlerle ilgilidir, ama yine de genel bir muhteva taşır. Bu konuda Muhammed (s)'in şöyle buyurduğuna dair birçok sahih rivayet vardır: "Eğer bir kimse (şu şu şeyleri yapacağı veya yapmaktan vazgeçeceğine dair) kuvvetli bir yeminde bulunur ama sonra başka türlü davranmanın daha doğru bir yol olacağını anlarsa, bırakın daha doğru olanı yapsın ve bırakın yeminini bozsun ve sonra onun kefaretini versin" (Buhârî, Müslim ve aynı rivayetin biraz farklı ifadelerle nakledildiği diğer kitaplar). Kefaretin şekli konusunda bkz. 5:89.

225. Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin [ihtirasla] arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.
226. Eşlerine yaklaşmayacaklarına dair yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır; şayet [yeminlerinden] dönerlerse, (213) unutmayın ki Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

213 - Yani, bu bekleme döneminde.

227. Ama eğer ayrılmaya kararlı iseler, unutmayın ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
228. Boşanmış kadınlar, evlenmeksizin (214) üç ay hali boyunca bekleyeceklerdir: Çünkü eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri meşru değildir. (215) Ve bu süre zarfında barışmak isterlerse, kocalarının onları kabul etmeye öncelikle hakları vardır; ama adalet ölçülerine göre, kadınların [kocaları üzerindeki] hakları, [kocaların] onlar üzerindeki haklarına eşittir, ancak erkekler [bu konuda] onlar üzerinde öncelik sahibidirler. (216) Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.

214 - Lafzen, "kendi başlarına".

215 - Bu bekleme döneminin asıl amacı, muhtemel hamileliğin ve bu suretle henüz doğmamış çocuğun ebeveyninin belirlenmesidir. Ayrıca, bu yolla karı-kocaya kararlarını yeniden gözden geçirme fırsatı ve böylece evliliği devam ettirebilme imkanı verilmiş olmaktadır. Bkz. Ayrıca 65:1 ve ilgili not 2.

216 - Bekleme süresinin (iddet) bitiminden önce, koca, bu geçici boşanmadan vazgeçme arzusunu beyan etse de, boşanmış kadın, evlilik ilişkisinin yeniden kurulmasını reddetme hakkına sahiptir. Ancak, ailenin nafakasından koca sorumlu olduğu için, geçici boşanmanın iptali konusunda ilk tercih hakkı ona aittir.

229. Bir boşama iki defa [geri alınabilir], ki bu durumda evlilik ya iyilikle devam eder veya güzel bir şekilde sona erdirilir. (217) Ve kadınlarınıza verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri almanız, her iki [taraf]ın da Allah'ın koyduğu sınırları koruyamamaktan korkmaları hali dışında, sizin için helal değildir: O halde, ikisinin de Allah'ın koyduğu sınırları koruyamayacaklarından korkuyorsanız, kadının serbestliğe kavuşması için [kocasına] bazı şeyler bırakmasında her iki taraf için de bir günah yoktur. (218) Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah'ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!

217 - Lafzen, "bundan sonra ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salmaktır". Başka bir deyişle, boşanmanın üçüncü defa tekrarı, onu kesin ve geri dönülmez bir karar haline getirir.

218 - Bütün otoriteler, bu ayetin, kadının kocasından kayıtsız şartsız boşanmasını isteme hakkı ile ilgili olduğunda mutabıktırlar; bu şekilde kadının isteği ile evliliğin sona erdirilmesine hul‘ adı verilir. Sıhhat derecesi yüksek birçok Hadis'e göre, Sâbit b. Kays'ın karısı Cemîle Hz. Peygamber'e gelerek, kocasının kusursuz karakterine ve davranış tarzına rağmen "İslam'ı kabul ettikten sonra yeniden küfre düşmekten ne kadar nefret ediyorsa, kocasından da o kadar nefret ettiği"ni beyan ederek boşanmasını talep etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Cemîle'ye, kocasının evlendikleri zaman kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi ona iade etmesini emretti ve evliliğin bittiğini ilan etti. (Bu Hadis'in birçok değişik şekli, İbni ‘Abbâs'dan rivayetle Buhârî, Neseî, Tirmizî, İbni Mâce ve Beyhakî'de kaydedilmiştir.) Benzer Hadisler, Hubeyde Binti Sehl adlı kadınla ilgili olarak, İmâm Mâlik'in Muvatta'ında, İmâm Ahmed'in Müsned'inde, Neseî ve Ebû Davûd mecmualarında Hz. Ayşe'den rivayetle nakledilmiştir (aradaki tek fark, son kaynakta kadının ismi Hafsa Binti Sehl olarak anılmıştır). Bu Rivayetlere istinaden İslam Hukuku, kocanın evliliğe ilişkin yükümlülüklerini herhangi bir şekilde ihlal etmemiş olması şartıyla, sadece kadının isteği üzerine evlilik sona erdirilirse, kadının akdi bozan taraf olacağını ve bu nedenle, nikah sırasında kocasından almış olduğu mehri iade etmek zorunda kalacağını hükme bağlamıştır; ve bu durumda, kadının kendi hür iradesiyle vazgeçmiş olduğu mehri kocanın geri almasında "her iki taraf için de hiçbir günah yoktur". Bütün bu rivayetlerin ve hukukî sonuçlarının etraflı bir tartışması, Neylu'l-Evtâr'da (VII, 34-41) görülebilir. İslam Hukuku'nun çeşitli ekollerinin bu konu ile ilgili görüşlerinin bir özeti için bkz. Bidâyetu'l-Müctehid II, 54-57.

230. Ve erkek, [sonunda] kadını boşarsa, bu kadın, başka bir erkekle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz; eğer sonraki erkek de onu boşarsa -her ikisinin de Allah'ın koyduğu sınırları koruyabileceklerini düşünmeleri şartıyla- birbirlerine dönmelerinde ikisi için de bir günah yoktur: Bunlar, anlama ve kavrama yeteneğine sahip olanlara Allah'ın açıkladığı sınırlardır.
231. Böylece, kadınlarınızı boşadığınızda ve onlar bekleme sürelerinin sonuna yaklaşmak üzere iken onları ya güzellikle alıkoyun ya da güzel bir şekilde bırakın. Ama, arzuları hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın: Çünkü, böyle bir davranışta bulunan, (yalnızca) kendisine haksızlık etmiş olur. Ve Allah'ın [bu] mesajlarını önemsemezlik yapmayın; Allah'ın size lütfettiği nimetleri ve size öğüt için indirdiği vahyi ve hikmeti hatırlayın; Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, ve bilin ki Allah her şeyin aslını bilir.
232. Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan her biriniz için bir uyarıdır; bu, sizin için en erdemli ve en temiz [yol]dur. Allah her şeyi aslıyla bilir, ama siz bilemezsiniz.
233. Ve [boşanmış] anneler, eğer emzirme müddetini tamamlamak istiyorlarsa, çocuklarına iki tam yıl bakabilirler; onların yeme-içme ve giyimlerini uygun bir şekilde temin etmek, çocuğun babasına düşer. Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulamaz: Ne anneye çocuğundan dolayı eziyet çektirilsin, ne de çocuğundan dolayı babasına. Ve [babanın] mirasçısına da aynı görev düşer. Ve eğer [anne-baba], her ikisi, [anne ile çocuğun] ayrılmasına karşılıklı rıza ve danışma ile karar verirlerse, (219) [bundan dolayı] onlara bir günah yoktur; ve eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla (220) size bir günah yüklenmez. Ama, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki Allah tüm yaptıklarınızı görür.

219 - Müfessirlerin çoğunluğu, fisâl kelimesini "sütten kesme" (yani, iki yıllık azamî sürenin bitiminden önce) ile eş anlamlı görürler. Ancak Ebû Müslim, kelimenin burada "ayrılma" -yani, çocuğun annesinden ayrılması- anlamında kullanıldığı görüşündedir (Râzî). Bana öyle geliyor ki, iki yorumdan doğru olanı budur. Çünkü, anne ile babanın, şu veya bu sebeple, babanın onları madden destekleme yükümlülüğüne rağmen çocuğun yetiştirilmesi sorumluluğunu boşanmış anneye yüklemenin doğru olmayacağı, baba için de bu görevi tek taraflı yerine getirmenin zor olacağı konusunda anlaşmaları durumunda bir çözüm sağlamaktadır.

220 - Lafzen, "teslim ettiğinizin meşru surette emniyetini sağlamanız şartıyla" [yahut, "verdiğinizi meşru surette teslim etmeniz şartıyla"]. Sellemehû fiilinin hem "onu teslim etti", hem de "onun emniyetini sağladı" anlamına gelebileceği açık olduğundan, ikinci anlam (ki, esas anlamıdır) bu bağlamda bana daha tercihe şayan görünmektedir, çünkü; çocuğun gelecekteki emniyetini ve huzurunu sağlama zorunluluğuna işaret etmektedir. (Sellemtum fiilini "teslim etmek" olarak anlayan müfessirler, izâ sellemtum mâ âteytum bi'l-mâ‘rûf ibaresini "anlaştığınız [süt-annenin ücretini] meşru şekilde vermeniz şartıyla" şeklinde yorumlarlar -ki, bana göre, bu yorum, yukarıdaki buyruğun kapsamını gereksiz yere sınırlamaktadır.)

234. İçinizden biri ölür ve ardında kadınlar bırakırsa, yeniden evlenmeleri için (221) dört ay on günlük bir bekleme süresi geçirmeleri gerekir; bekleme süresinin sonuna vardıklarında kendileri ile ilgili olarak meşru şekilde ne yaparlarsa yapsınlar bir günah yoktur. (222) Ve Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.

221 - Lafzen, "kendi başlarına".

222 - Lafzen, "size günah olmaz". Burada bütün bir topluma hitab edildiği aşikar olduğundan (Zemahşerî), (genel anlamdaki) "... bir günah yoktur" çevirisi daha uygun görünmektedir.

235. Ancak bu kadınlar[dan herhangi birin]e evlenme niyetinizi hissettirmenizde veya açığa vurmadan böyle bir niyet taşımanızda sizin için bir günah yoktur: [Çünkü] Allah, onlara evlenme teklifinde bulunma niyetinizi bilir. (223) Ama yine de, onlara karşı duygularınızı gizlilik içinde bildirmek yerine onlarla en uygun ve makul şekilde konuşun; ve emredilen [bekleme süresi] sona ermeden önce evlilik bağını kurmaya kalkışmayın. Unutmayın ki Allah aklınızdan geçenleri bilir. Bu nedenle O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; ve bilin ki Allah çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.

223 - Lafzen, "eğer [böyle bir niyeti] içinizde saklarsanız ...: [çünkü] Allah [bunu] onlara açıklayacağınızı bilir". Klasik Arapça'da zekerahâ ("onu kadına zikretti") ifadesi, çoğu zaman, deyim olarak "kadına evlenme teklif etti" ile eş anlamlı kullanılmaktadır (bkz. Lane III, 969). Yukarıdaki pasaj, yeni dul kalmış veya boşanmış bir kadına belirlenen bekleme döneminin (iddet) bitiminden önce evlenme teklifi -veya böyle bir teklifte bulunma niyeti- ile ilgilidir.

236. Henüz dokunmadığınız veya mehir tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda bir günah yoktur; (224) ancak [böyle bir durumda bile] onlar için gerekli tedarikleri yapın; imkanları çok olan kendi gücüne, dar olan da [yine] kendi gücüne göre adil şekilde bir tedarikte bulunsun: bu, güzel davranan herkesin (225) üzerinde bir yükümlülüktür.

224 - Farîza terimi, nikah akdinden önce gelin ile damat tarafından üzerinde anlaşmaya varılan bedeli (çoğunlukla mehr olarak da adlandırılır) gösterir. Bu bedelin tutarı iki âkid tarafın ihtiyarına bırakıldığı halde (ki bu, bazan küçük bir hediyeden fazla birşey bile olmayabilir), onun yerine getirilmesi İslamî evlilik akdinin aslî unsurunu oluşturur. Bu kuralın istisnaları için bkz. 33:50 ve ilgili not 58.

225 - Lafzen, "iyilik yapanların" -yani Allah'ın iradesine uygun hareket etmeye kararlı olan herkesin.

237. Ve eğer dokunmadan önce, ama mehrini kararlaştırdıktan sonra onları boşarsanız, o zaman, kararlaştırdığınızın yarısı[nı verin], ancak onların taleplerinden vazgeçmeleri veya nikah bağını elinde tutanın (226) [mehrin yarısı ile ilgili] talebinden vazgeçmesi hali müstesna: Size düşenden vazgeçmeniz, Allah'a karşı sorumluluk bilincine daha uygundur. Ve birbirinize karşı lütufkar davranma[nız gerektiği]ni unutmayın: Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızı görür.

226 - Hz. Peygamber'in bazı önde gelen Ashâbı'na (Hz. Ali gibi) ve hemen onların arkasından gelenlere (mesela, Sa‘îd b. Museyyeb ve Sa‘îd b. Cubeyr) göre bu terim kocayı göstermektedir (karş. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî ve İbni Kesîr).

238. NAMAZLARINIZA ve namazı en uygun şekilde ifa etmeye (227) dikkat edin; ve Allah'ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun.

227 - Lafzen, "orta (yahut, "en mükemmel") namaza". Bazı otoriteler bunun ‘sabah' (fecr) namazını ifade ettiğine inandıkları halde genel kabul gören görüş, ‘ikindi' (‘asr) namazını işaret ettiği şeklindedir. Ancak Muhammed Abduh, bu görüşü daha da ileri götürerek bunun "en mükemmel şekliyle namaz" anlamına da gelebileceğini söyler -yani, "tüm zihin Allah'a yönelmiş olarak, huşû içinde ve O'nun kelâmını tefekkür ederek hulûs-i kalb ile namaz" (Menâr II, 438). Kur'an'ın tümünde geçerli olan sistematik içinde, sosyal kurallar ile ilgili her uzun bölümün ardından mutlaka Allah'a karşı sorumluluğun idraki çağrısı gelir: ve bu sorumluluğun idrakine de en eksiksiz olarak namazda ulaşıldığından bu ve bundan sonraki ayet, evlilik hayatı ve boşanma ile ilgili emirlerin arasına yerleştirilmiştir.

239. Ama eğer tehlikede iseniz, yürürken ve binek [üzerin]de [namazınızı ifa edin]; (228) tekrar güvenliğe kavuşunca Allah'ı anın, çünkü daha önce bilmediklerinizi size öğreten O'dur.

228 - Bu emir, yalnızca herhangi bir tehlike anında -mesela savaşta- bir yerde uzun süre kalmanın tehlikeyi arttıracağı durumlarla ilgilidir: Böyle bir durumda farz namazlar, kıbleyi bile dikkate almadan en kolay yol hangisi ise o şekilde kılınabilir.

240. EĞER içinizden biri ölür ve arkasında kadınlar bırakırsa, dul eşlerine, [ölmüş kocalarının evini] terk etmeksizin bir yıllık geçimlerini vasiyet etsinler. (229) Ama eğer [kendi arzularıyla] ayrılırlarsa kendileri hakkındaki meşru tasarruflarından dolayı onlara bir günah yoktur. (230) Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.

229 - Lafzen, "[o,] eşlerine, [evlerinden] çıkarılmadan bir yıl süreyle faydalanma vasiyeti(dir)". (Benim çeviri tarzım ile ilgili gerekçeler için bkz. Menâr II, 446 vd.). Dul bir kadının ölmüş kocasının evinde ikameti problemi, tabiidir ki, sadece bu durumun 4:12'de konulan hükümler doğrultusunda vasiyet edilmemesi halinde ortaya çıkar.

230 - Mesela, evlenmeleri halinde -ki bu durumda, yılın kalan kısmı için ilave nafaka talebinden vazgeçmiş olurlar. "Bir günah yoktur" ibaresi konusunda bkz. yukarıdaki not 222.

241. Ve boşanmış kadınlar da güzel bir şekilde geçimlerini sağlama [hakkına] sahip olacaklardır: (231) Bu, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için bir görevdir.

231 - Bu ifade, herhangi bir kusurları olmadan boşanmış olan kadınlarla ilgilidir. Yeniden evlenmedikleri sürece ve evleninceye kadar ödenen nafakanın miktarı belirsiz bırakılmıştır, çünkü kocanın malî durumuna ve zamanın sosyal şartlarına bağlıdır.

242. Aklınızı kullan[mayı öğren]meniz için Allah size mesajlarını böyle a-çıklıyor.
243. SEN, ÖLÜM korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda Allah onlara "Ölün!" diye seslenmiş ve sonra da onları hayata geri döndürmüştü. (232) Unutmayın ki Allah, insanoğluna karşı lütfunda sınırsızdır, ancak insanların çoğu nankördür.

232 - Evlilik hayatı ile ilgili emirlerin noktalanmasından sonra Kur'an, burada, düşmanca bir saldırıdan dolayı "ölüm korkusuyla yurtlarını terk etmiş olan" insanlara işarette bulunmak suretiyle haklı bir dâvâ uğrunda savaş meselesine dönmektedir. İmdi, ne Kur'an ne de hiçbir sahih Hadis, bu ayette kasdedilen insanların kim olabilecekleri konusunda hiçbir işaret vermemişlerdir. Bazı müfessirler tarafından yapılan "tarihsel" açıklamalar ise çok çelişkilidir; onlar, o zaman revaçta olan Talmud hikayelerinden alınmış gibidirler ve bu bağlamda hiçbir gerekçe ile kullanılamazlar. Bu nedenle, Muhammed Abduh'un Menâr II, 455 ve devamında yaptığı gibi, yukarıdaki işaretin, daha sonra gelen, müminlere Allah yolunda canlarını vermeye hazır olmaları çağrısı ile mecazî olarak ilgili olduğunu varsayabiliriz: Fiziksel ölüm korkusunun milletlerin ve toplumların ahlaken ölümlerine yol açacağı ve aynı şekilde, onların yeniden doğuşlarının (yahut, "hayata geri dönüşlerinin") ölüm korkusunu yenerek ahlakî konumlarını yeniden kazanmalarına bağlı olduğu gerçeğinin bir tasviri. Bu, 246-251. ayetlerde vecîz bir tarzda anlatılan Câlût, Tâlût ve Dâvûd kıssalarının da özüdür.

244. Öyleyse Allah yolunda (233) savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

233 - Yani, baskıya veya hiçbir tahrik olmadan başlatılan saldırıya karşı kendinizi savunmak amacıyla (karş. 2:190-194).

245. Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği bir güzel borcu O'na verecek olan (234) kimdir? Allah alır ve kat kat fazlasıyla geri verir; ve hepiniz sonunda O'na döndürüleceksiniz.

234 - Yani, kişinin hayatını Allah yolunda feda etmesiyle yahut O'na adamasıyla.

246. Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine: (235) "Bize bir kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım!" dediklerini bilmez misin? O: "Ya savaşmanız emredilir de savaşmaktan kaçınırsanız?" diye sordu. Onlar: "Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken Allah yolunda neden savaşmayalım?" diye cevap verdiler. (236) Halbuki savaşmak onlara emredilince, birkaçı dışında, uzak durdular; ama Allah zalimleri çok iyi biliyordu.

235 - Burada atıfta bulunulan peygamber Samuel'dir (karş. Eski Ahid, I Samuel viii vd.).

236 - Yurtlarının, ezelî düşmanları olan Filistinliler, Amuriler, Amalikalar ve Filistin'de ve civarında yaşayan öteki Sâmî ırkından olan veya olmayan kabileler tarafından defalarca işgaline bir atıf; ve dolayısıyla, her dönemdeki müminlere, "Allah yolunda savaşma"nın (Kur'an'da tanımlandığı şekliyle) imanın bir gereği olduğunun hatırlatılması.

247. Ve onların peygamberi, toplumunun önde gelenlerine, (237) "Bakın," dedi, "Allah Tâlût'u size kral olarak tayin etti."Onlar: "Biz hükümranlığa ondan daha çok layık iken ve ona fazla bir servet de verilmemişken nasıl bizim üzerimizde hüküm sahibi olabilir?" dediler. [Peygamber] "Bakın," dedi, "Allah onu sizden daha üstün kılmış ve ona derin bilgi ve mükemmel bir beden bahşetmiştir. Ve Allah, hükümranlığı istediğine verir: (238) zira Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir."

237 - Lafzen, "onlara" -ama bir sonraki cümle, Câlût tarafından seslenilenlerin toplumun önde gelenleri olduğunu göstermektedir.

238 - Her türlü hükümranlığın ve insanların "sahiplenebilecekleri" her şeyin yalnız Allah'a ait olduğu ve insanın onları sadece Allah'ın bir emaneti olarak elde edebileceği şeklindeki Kur'ânî akideye bir atıf.

248. Ve Peygamberleri onlara: "Bakın, meşru hükümranlığın bir işareti olarak size içinde Rabbiniz tarafından bahşedilmiş bir iç huzuru ile Musa'nın ailesi ve Harun'un ailesinden geriye kalan, meleklerce taşınan mirasın bulunduğu (239) bir kalp bağışlanacaktır. (240) Eğer [gerçekten] inanıyorsanız, bunda sizin için bir işaret vardır" dedi.

239 - Lafzen, "ve Musa Ailesi'nin (âl) ve Harun Ailesi'nin geride bıraktıklarından kalanlar, meleklerce taşınan". "Meleklerce taşınan" veya "meleklerin sağladığı" ifadeleri, bu iki peygamber tarafından bırakılan manevî mirasın ilahî kaynaklı tabiatına bir işarettir: "kalanlar" (bakıyye) ise, bu mirastaki "sürekli" ve "dayanıklı" olanı gösterir.

240 - Lafzen, "... size kalbin gelmesi olacaktır". Geleneksel olarak tâbût kelimesinin -burada "kalp" olarak çevrilmiştir- çok süslü bir sandık veya çekmece olduğu söylenen Tevrat'taki On Emir Muhafaza Sandığı'nı (Ark of the Covenant) gösterdiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu ikinci anlamı kabul eden müfessirlerin çoğunluğu tarafından yapılan açıklamalar çok çelişkilidir ve bu "sandık" çevresinde örülmüş bulunan Talmud efsanelerine dayanmaktadır. Ancak, en üst derecedeki birçok otorite, "tâbût"a, "kalp" veya "gönül" anlamı da yüklemektedirler: Beydâvî'nin bu ayet ile ilgili yorumunda teklif ettiği alternatiflerden birinde, Zemahşerî'nin (Keşşâf'ında değil de) Esâs'ında, İbnu'l-Esîr'in Nihâye'sinde, Râğıb'da ve Tâcu'l-‘Arûs'da (bu son dördünde tabeta maddesinde) böyle yorumlanmıştır: Bkz. ayrıca Lane I, 321 ve IV, 1394 (sekineh maddesi). Eğer tâbût'un yukarıda bu anlamda kullanıldığını kabul edersek, bu, İsrailoğulları'nın gelecekte kalplerini değiştireceklerine bir işaret olur (yukarıda 243. ayette genel terimlerle anlatılan değişiklik). Daha sonra tâbût'ta "iç huzuru"ndan bahsedilmesi karşısında, onun "kalp" olarak çevrilmesinin "sandık" olarak çevrilmesinden daha uygun olduğu anlaşılır.

249. Ve Tâlût, kuvvetleriyle yola koyulduğunda "Bakın," dedi, "Allah sizi şimdi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden olacaktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır." (241) Ancak, birkaçı dışında hepsi ondan [dolu dolu] içtiler. O ve ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler: "Câlût ve kuvvetlerine karşı [koymak için] bugün hiç gücümüz yok!" dediler. [Ama] kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: "Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir." diye cevap verdiler.

241 - Lafzen, "ancak ondan sadece bir avuç dolusu içen müstesna". Bunun sembolik anlamı şudur: İnanç -birinin kendi dâvâsının haklılığına inanması- yüksek bir iç-disiplin ile desteklenmedikçe ve kişisel menfaatler gözardı edilmedikçe bir değer taşımaz.

250. Onlar Câlût ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde, "Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar eden bu topluma karşı bize yardım et!" diye dua ettiler.
251. Bunun üzerine, onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar, Davud da Câlût'u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği şeyin bilgisini öğretti. Ve eğer Allah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi (242) yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı: ama Allah bütün âlemlere karşı sınırsız lütuf sahibidir.

242 - Lafzen, "Allah bazı insanları başkaları ile savuşturmasaydı": Allah'ın insanlara kendilerini baskıya ve zulme karşı savunma gücü vermesine vecîz (elliptic) bir atıf. Tam aynı ibare, nefsi müdafaa için savaşma konusunu ele alan 22:40'da da geçer.

252. BUNLAR Allah'ın mesajlarıdır: Biz [ey Peygamber,] hakikati ortaya koyan bu [mesaj]ları sana iletiyoruz: doğrusu sen, bu mesajların emanet edildiği (elçilerden)sin.
253. Bu elçilerin bazılarına diğerlerinden daha fazla meziyetler bahşettik: İçlerinden kimi ile Allah [bizzat] konuşmuş, kimini de daha üst derecelere yükseltmiştir. (243) Biz, Meryem oğlu İsa'ya hakikatin tüm kanıtlarını bahşettik ve o'nu kutsal ilham ile (244) destekledik. Ve eğer Allah dileseydi, o [elçiler]den sonra gelenler, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra birbirleriyle çatışmazlardı; ancak [vaki olduğu üzere] onlar karşıt görüşlere kapıldılar ve bazıları imana ererken diğerleri hakikati inkara yöneldi. Buna rağmen Allah dileseydi, birbirleriyle çatışmazlardı. (245) Ama Allah dilediğini yapar.

243 - Bu, Peygamber Muhammed (s)'e bir îma gibi görünmektedir, çünkü o Son Peygamber idi ve bütün insanlar ve zamanlar için geçerli olan evrensel bir mesajın tebliğcisiydi. "Kimi ile Allah konuşmuş" ifadesi ile kasdedilen de Hz. Musa'dır (bkz. 4:164'ün son cümlesi).

244 - Hz. İsa'nın bu bağlamda ismi ile anılması, o'nun bir peygamber olduğu gerçeğinin vurgulanması ve o'nu reddedenlerin iddialarının çürütülmesi içindir. Rûhu'l-Kudüs (tarafımızdan "kutsal ilham" olarak çevrilmiştir) teriminin bir açıklaması için bkz. bu surenin 87. ayeti ile ilgili not 71.

245 - Kur'an, bir kez daha -213. ayette olduğu gibi- insanlar arasındaki görüş farklılığının kaçınılmazlığına atıfta bulunur: Başka bir deyişle, onların hakikate ulaşma yolunun çatışmalardan ve sınama-yanılmalardan geçmesi, Allah'ın iradesi gereğidir.

254. SİZ EY imana ermiş olanlar! Pazarlığın, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı bir Gün (246) gelmeden önce size rızık olarak bağışladığımız şeylerden [Bizim yolumuzda] harcayın. Ve bilin ki hakikati inkar edenler zalimlerin tâ kendileridir.

246 - Yani, Hesap Günü. Kur'an, bu öğüt ile 245. ayetin konusuna yeniden dönmektedir: "Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir?" Bu nedenle, "Allah yolunda harcama"nın burada yalnızca kişinin servetinden yapacağı harcamaları değil, Allah yolundaki her türlü fedakarlığı kapsadığı sonucunu çıkarabiliriz.

255. ALLAH -O'ndan başka ilah yoktur; Her Zaman Diridir, Bütün Varlıkların Kendi Kendine Yeterli Yegane Kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O'nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O'nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da (247) bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği (248) gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O'dur.

247 - Lafzen, "elleri arasındakini ve arkalarındakini". Müfessirler, bu ibareye çok çelişkili yorumlar getirmişlerdir. Böylece, mesela Mücâhid ve ‘Atâ', "elleri arasındaki"nin "bu dünyada onların başına gelenler"i gösterirken "arkalarındaki"nin "öteki dünyada uğrayacakları akibetler" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Diğer taraftan Dehhâk ve Kelbî, tam aksini iddia etmişler ve "elleri arasındaki"nin öteki dünyaya işaret ettiğini, "çünkü ona doğru gittiklerini"; "arkalarındaki"nin ise bu dünya anlamına geldiğini, "çünkü onu arkalarında bıraktıkları"nı söylemişlerdir (Râzî). Başka bir açıklama ise şöyledir: "onların önünde cereyan edeni ve onlardan sonra meydana gelecek olanı" (Zemahşerî). Ama bütün bu yorumlarda mâ beyne yedeyhi ("kişinin elleri arasında duran") deyimsel ibaresinin gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır: yani aşikar olan, bilinen yahut kavranabilen. Aynı şekilde mâ halfehû da, kişinin bilgisi veya idraki dışında olan anlamına gelir. Yukarıdaki Kur'an ayetinin genel muhtevası Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile bağlantılı olduğundan benim tercih ettiğim çeviri en uygunu görünmektedir.

248 - Lafzen, "O'nun [kudret] tahtı". Bazı müfessirler (mesela Zemahşerî) bunu, "O'nun hakimiyeti" veya "otoritesi" şeklinde yorumlarken diğerleri "O'nun bilgisi" anlamına geldiğini söylemişlerdir (bkz. Muhammed Abduh, Menâr III, 33). Râzî, bu kelimenin Allah'ın ihtişamını ve tarifsiz, sonsuz kudretini gösterdiği görüşünü tercih etmiştir.

256. DİNDE zorlama yoktur. (249) Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytanî güçlere ve düzenlere (250) (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

249 - Dîn terimi, hem ahlakî olarak emredici kanunların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder; ve sonuçta, terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır: yani, içerdiği akidevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla "itikad" kavramını da içine alır. Bunun "din", "inanç", "dinî müeyyideler" yahut "ahlak sistemi" (bkz. 109:6 ile ilgili not 3) olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıldığına bağlıdır. Yukarıda inanç veya din ile ilgili her konuda zorlamanın (ikrâh) kesin olarak yasaklanmasına dayanan bütün İslam hukukçuları (fukahâ'), istisnasız olarak, zorla din değiştirmenin her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğu ve inanmayan bir kişiyi İslam'ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiği görüşünü benimsemişlerdir: bu, İslam'ın, inanmayanların önüne "ya islam ya kılıç" alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hükümdür.

250 - Tâğût, öncelikle, Allah'tan başka ibadet edilen her şeyi ve böylece insanı O'ndan uzaklaştıran ve şeytana yönelten şeyleri ifade eder. Bu terim, hem tekil hem de çoğul bir anlama sahiptir (Râzî) ve bundan dolayı, en doğrusu, "şeytanî güçler" şeklinde çevrilmelidir.

257. Allah inanç sahiplerine yakındır, onları koyu karanlıktan aydınlığa çıkarır; oysa hakikati inkara şartlanmış olanlara yakınlık gösterenler onları aydınlıktan çıkarıp derin karanlığa iten şeytanî güçlerdir: İçinde yaşayıp kalmak üzere ateşe mahkum olanlar da işte böyleleridir.
258. SIRF Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile Rabbi hakkında münakaşa eden o [hükümdar]dan haberin yok mu? Hani İbrahim: "Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!" demişti.Hükümdar cevap vermişti: "Ben [de] hayat verir ve ölüm dağıtırım!" İbrahim: "Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!" demişti. Bunun üzerine, hakikati inkara şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı: Allah [bile bile] zulüm işleyen (251) toplumu hidayete erdirmez.

251 - Muhammed Abduh'a göre, burada atıfta bulunulan zulüm, "kişinin Allah'ın gösterdiği [hidayet] ışığından kasıtlı olarak uzaklaşması"nı ifade eder (Menâr III, 47).

259. Yoksa [ey insanoğlu, sen,] halkının terk ettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş (virane) bir kasabadan geçen [ve]: "Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilirmiş?" (252) diyen o kişi [ile aynı fikirde] misin? (253)Bunun üzerine Allah, onu yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sormuştu: "Bu halde ne kadar kaldın?"O da: "Bu halde bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım" diye cevap vermişti.[Allah]: "Hayır" dedi, "bu halde bir yüzyıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak -geçen yıllar onları bozmamış- ve eşeğine bak! (254) [Biz bütün bunları] insanlara bir ibret olman için [yaptık]. Birde şu [insanların ve hayvanların] kemiklerine bak -onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün!" (255) [Bütün bunlar] ona açıklanınca, "[Şimdi] öğrendim ki" dedi, "Allah her şeye kâdirdir!"

252 - Bu ayette anlatılan kıssa, Allah'ın ölüyü yeniden diriltme kudretini tasvir etmeyi amaçlayan bir kıssadır: Böylece, 258. ayetteki Hz. İbrahim'in sözleri ("Rabbim, hayat bahşeden ve ölüme hükmedendir") ile daha sonra 260. ayetteki, Allah'ın ölüyü nasıl dirilttiğini göstermesi talebi arasına anlamlı şekilde yerleştirilmiştir. Kıssada anlatılan bu kişinin "kimliği" ile kasabanın neresi olduğu konusunda bazı ilk dönem müfessirlerinin spekülasyonları ise tamamen temelsiz olup Talmud efsanelerinin etkisinin bir sonucudur.

253 - Lafzen, "yoksa onun gibi misin?" Tarafımdan parantez içine alınan ifadeler ise, Zemahşerî'nin, önceki ayetin başlangıcı ile bağlantılı olan bu pasaj üzerindeki yorumuna dayanmaktadır.

254 - Zımnen, "ve onun canlı olduğunu gör": Böylece Allah'ın, bilinmeyen şekilde hayat bahşetme ve canlıyı yeniden diriltme kudretine işaret etmektedir.

255 - Kur'an, embriyonun ana rahminde tedricî olarak gelişiminden sonra meydana gelen doğum mucizesine Allah'ın canlıyı yaratma -ve dolayısıyla, yeniden diriltme- kudretinin bariz bir işareti olarak değinmektedir.

260. Hani İbrahim, "Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!" demişti.O da, "Yoksa inancın yok mu?" diye sormuştu. [İbrahim] cevap vermişti: "Hayır, ama [görmeme izin ver] ki kalbim tamamen mutmain olsun.""Öyleyse" demişti Allah, "Dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret; (256) sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye kâdirdir, hikmet sahibidir." (257)

256 - Lafzen, "onları kendine alıştır" (Zemahşerî; bkz. ayrıca Lane IV, 1744).

257 - Yukarıdaki kıssayı çevirme tarzım surhunne ileyke ("onları kendine alıştır", yani, "sana itaat etmelerini öğret") emrinin öncelikli anlamına dayanmaktadır. Bu kıssanın verdiği ahlakî ders, ünlü müfessir Ebû Müslim tarafından ikna edici bir şekilde anlatılmıştır (Râzî'nin nakline göre): "Eğer insan, kuşları çağrısına uyacak şekilde eğitebilirse -ki kesinlikle o güce sahiptir- öyleyse her şeyin iradesine teslim olduğu Allah da sadece ‘ol!' diyerek her şeye hayat verebilir."

261. ALLAH yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer: Allah dilediğine kat kat verir; ve Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.
262. Allah yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp [muhtaç kişinin duygularını] inciterek [bu] harcamalarının değerini düşürmeyenler (258) mükafatlarını Rableri katında bulacaklar; onlar için artık ne korku vardır, ne de üzüntü.

258 - Lafzen, "peşinden gitmeyenler".

263. Gönül alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek, (259) peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır; ve Allah Kendine yeterlidir, tahammül (hilm) Sahibidir.

259 - Mağfiret'i (lafzen, "bağışlama") bu bağlamda "başka birinin eksiğini gizleme" olarak çevirmemi Beğavî'nin bu ayet ile ilgili açıklamasına borçluyum.

264. Siz ey imana ermiş olanlar! Servetini gösteriş ve övgü için harcayan, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan kişinin yaptığı gibi, iyiliğinizi başa kakarak ve [muhtaç kimsenin duygularını] inciterek yardımlarınızı değersiz hale sokmayın: Onun hali, üzerinde [biraz] toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir, bir sağanak vurunca onu sert ve çıplak bırakıverir. Bu gibilerin, yaptıkları [hayırlı] işlerinden hiçbir kazançları olmaz: zira Allah, hakikati reddeden bir toplumu hidayete erdirmez.
265. Servetlerini Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların durumu [ise], verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir: Bir sağanak vurur, bu sayede ürün iki misli artar; sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur [düşer oraya]. Ve Allah yaptığınız her şeyi görür.
266. Sizden biriniz, içinden ırmaklar akan ve çeşit çeşit meyve ile dolu bir hurma ve asma bahçesine sahip olmayı -ama sonra da sadece [bakıma muhtaç] zayıf çocuklarıyla yaşlılığa terkedilmeyi- ve sonra kızgın bir kasırganın bahçeye isabet edip onu tamamen kasıp kavurmasını ister mi? Belki düşünürsünüz diye Allah mesajlarını size böylece açıklar.
267. Siz ey imana ermiş olanlar! Kazandığınız güzel şeylerden ve topraktan sizin için bitirdiğimiz [ürünler]den başkaları için harcayın; ama harcamak için, size verildiğinde küçümser şekilde bakışlarınızı çevirmeden kabul etmeyeceğiniz bayağı şeyleri seçmeyin. Ve bilin ki Allah kendine yeterlidir, her zaman övgüye layık olandır.
268. Şeytan sizi fakirlik ihtimali ile korkutur ve cimriliği telkin eder. Oysa Allah, size bağışlamasını ve lütfunu vaad eder: Allah kudret ve egemenlikte sınırsızdır, her şeyi bilendir.
269. Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.
270. Çünkü, başkaları için her ne harcarsanız ve neyi [harcamak için] adarsanız, Allah onu mutlaka bilir. Ve [hayırda bulunmayı engelleyerek] zulüm işleyenler, kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar.
271. Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama muhtaca gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızın bir kısmını bağışlatır. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
272. [Ey Peygamber,] İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil, (260) zira ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.Ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için harcamanız şartıyla, başkalarına her ne iyilik yaparsanız bu kendi yararınızadır: Çünkü yapacağınız her iyilik size olduğu gibi geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.

260 - Lafzen, "onların hidayeti senin üstüne vazife değil" -Yani, "sen yalnızca Allah'ın mesajını onlara aktarmaktan sorumlusun, onların buna gösterecekleri tepkiden değil": Burada kasdedilen insanlar, önceki ayetlerde sözü edilen muhtaçlardır. Öyle görünmektedir ki, Medine'ye hicretinden sonraki ilk günlerde Hz. Peygamber, kendi toplumu arasında yaygın olan büyük bir yoksulluk ile karşı karşıya gelince, arkadaşlarına "karşılıksız yardımın yalnız Müslümanlara yapılması" tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye yukarıdaki ayetin nüzulü ile hemen düzeltildi (bu mealde birçok Hadis, Taberî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından nakledilmiştir, aynı zamanda Menâr III, 82 vd.). Diğer bazı Hadisler'e göre (başka kaynaklar gibi Neseî ve Ebû Dâvûd tarafından da kaydedilmiş ve bütün klasik müfessirler tarafından nakledilmiştir) Hz. Peygamber, bunun üzerine müminlere, karşılıksız yardımları, kişinin inancına bakmaksızın ihtiyaç duyan herkese vermelerini açıkça emretti. Sonuç olarak müfessirler arasında, yukarıdaki Kur'an ayetinin -tekil olarak ifade edilmiş olmasına ve Hz. Peygamber'e hitab ediyor görünmesine rağmen- bütün Müslümanlar için geçerli olan bir talimat olduğu konusunda tam bir ittifak vardır. Özellikle Râzî ondan şu ilave sonucu çıkarmaktadır: Karşılıksız yardım -yahut onu askıya alma tehdidi- hiçbir zaman inançsızları İslam'a çekmenin bir aracı olarak kullanılmamalıdır. Çünkü, imanın geçerli olması için derunî bir tatminin ve serbest bir seçimin ürünü olması gerekir. Bu, yukarıdaki 256. ayetle de uyumludur: "Dinde zorlama yoktur".

273. [Ve] Allah yoluna kendilerini tamamen adamış oldukları için yeryüzünde [rızık aramak niyetiyle] gezip dolaşamayan muhtaçlar[a yardım e-din]. (261) [Onların durumunun] farkında olmayan, onları zengin zanneder, çünkü [istemekten] çekinirler; [ancak] sen onları [bazı] özelliklerinden tanıyabilirsin: insanlardan arsız bir şekilde is-temekten kaçınırlar. Ve onlara ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.

261 - Yani, kendilerini tamamen iman yolunda çalışmaya -imanı yaymak, tebliğ etmek veya bedenen ve fikren savunmak şeklinde- verenlere veya zamanlarını Allah'ın mesajında yüceltilmiş olan ilim tedrisine, insanoğlunun iyiliği için uğraşmaya ve benzeri ulvî hedeflere adayanlara, yahut da bu hedefler uğrunda çabalarken şahsî veya maddî sıkıntılara dûçâr olan ve bu sebeple kendilerini koruyamayacak durumda bulunanlara.

274. Servetlerini [Allah rızası için] gece ve gündüz, gizlice ve açıkça harcayanlar, mükafatlarını Rablerinin katında göreceklerdir: onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
275. FAİZ yiyenler, (262) şeytanın çarptığı kimseler gibi davranırlar; çünkü onlar "Alışveriş de bir tür faizdir!" (263) derler -halbuki Allah alışverişi helal ve faizi haram kılmıştır. Bu nedenle, kim Rabbinin öğüdünü dinler (264) ve hemen [faizden] vazgeçerse, evvelki kazançlarını koruyabilir ve onun hakkında karar vermek artık Allah'a kalır; ona, [faize] geri dönenlere gelince; içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum olanlar işte böyleleridir.

262 - Ribâ ("faiz") kavramı ile ilgili bir tartışma için bkz. nüzul sırasına göre bu terimin ilk defa kullanıldığı 30:39, not 35. Ribâ'nın yasaklanması konusunu ele alan bu pasajın Hz. Peygamber'e inen son vahiylerden olduğuna inanılmaktadır. Faiz konusu, mantıksal olarak, karşılıksız yardım konusunu ele alan önceki uzun pasaj ile bağlantılıdır. Çünkü ilki, ahlakî olarak ikincisinin tam zıddıdır: -gerçek yardım, herhangi bir maddî karşılık beklemeksizin bir şey vermeyi ifade eder; halbuki faiz, borç verenin mukabil bir emek sarfetmeksizin kazanç sağlama beklentisine dayanmaktadır.

263 - Lafzen, "gibidir".

264 - Lafzen, "her kim ki kendisine Rabbinden bir öğüt ulaşır".

276. Allah faizli kazançları bereketten mahrum eder, ama karşılıksız yardımları kat kat arttırarak bereketlendirir. (265) Allah, inatçı nankörleri ve günahta ısrarlı olanları sevmez.

265 - Lafzen, "karşılıksız yardımları[n faziletini] bereketiyle arttırır (yurbî)".

277. İmana ermiş olanlar, doğru ve yararlı işler yapanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve karşılıksız yardımda bulunanlar; işte onlar mükafatlarını Rablerinden alacaklardır ve onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
278. Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve eğer [gerçekten] müminseniz faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin; (266)

266 - Bu emir, sadece faiz yasağının ilan edildiği dönemde yaşayan müminlere değil, aynı zamanda daha sonraki dönemlerde Kur'an'ın mesajına inanacak insanlara da şamildir.

279. çünkü eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve Elçisine savaş açmış olursunuz. Ama eğer tevbe ederseniz, ana-paranız[ı (267) geri almay]a hak kazanırsınız: Böylece ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

267 - Yani, faizsiz kısmını.

280. Ancak [borçlu] güç durumda ise, rahatlayıncaya kadar ona bir vade verin; eğer bilirseniz, bir karşılık beklemeden [borcu tamamiyle] silmek, sizin kendi iyiliğinize olacaktır.
281. Allah'a döneceğiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı Günü aklınızdan çıkarmayın. (268)

268 - İbni ‘Abbâs'ın hiçbir itiraz ile karşılaşmayan şehadetine göre bu ayet, Hz. Peygamber'e indirilen son vahiydir ki, ondan kısa bir süre sonra vefat etmiştir (Buhârî; bkz. ayrıca Fethu'l-Bârî, VIII, 164 vd.).

282. SİZ EY imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir veya alırsanız (269) yazıyla tesbit edin. Bir yazıcı, tarafsız olarak onu kaydetsin. Ve hiçbir yazıcı, Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin: (270) öylece, olduğu gibi yazsın. Borçlanan (taraf taahhüdünü) kaydettirsin, Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve taahhüdünden bir şey eksiltmesin. (271) Ve eğer borç altına girenin aklî veya bedenî bir zaafı varsa (272) veya kendisi (işlemi) kaydettirebilecek durumda değilse, onun menfaatini kollamakla görevli olan kimse, onu adil bir şekilde kaydettirsin. Ve içinizden iki erkek şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit tutun ki onlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin. (273) Ve şahitler çağrıldıklarında [şahitlik yapmayı] reddetmesinler. Küçük olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade tarihi ile birlikte yazmaya (274) üşenmeyin: Bu, Allah nazarında daha adil, kanıtlanma açısından daha güvenilir ve [sonra] sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır. Ama eğer [aranızdaki muamele,] birbirinize doğrudan doğruya (hemen) devredeceğiniz hazır mallar ile ilgiliyse onu yazmamanızda bir mahzur yoktur. Ve birbirinizle alış veriş yapacağınız zaman bir şahit bulundurun, ancak (bundan) ne yazıcı ne de şahit bir zarara uğramasın; (275) eğer onlara [zarar verici bir iş] yaparsanız, unutmayın ki, bu, sizin için günahkarca bir davranış olacaktır. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü sizi [bu yolla] eğiten Allah'tır ve Allah, her şeyin tüm bilgisine sahiptir .

269 - Yukarıdaki ibare, ister sadece borç, ister ticari bir muamele şeklinde olsun, kredi esasına dayanan her türlü işlemi kapsar. Bu, (tedâyentum fiilinin gramatik formunun gösterdiği gibi) hem borç verene hem de alana işaret etmektedir ve bu anlamı yansıtacak şekilde çevrilmiştir.

270 - Yani, Kur'an'da öngörülen kurallar doğrultusunda.

271 - Lafzen, "ondan bir şeyi azaltmasın". O halde, verilen taahhüdün formüle edilmesi zayıf tarafa, yani, borcu alana bırakılmıştır.

272 - Mesela, bedenî bir sakatlığı nedeniyle veya bu tür anlaşmalarda kullanılan ticarî terminolojiyi tam olarak anlamadığından yahut anlaşmanın kaleme alındığı dile aşina olmadığından dolayı. "Aklî veya bedenî zaaf" tanımlaması (lafzen, "anlayışı kıt veya zayıf") aklî melekelerine tam hakim olamayan yaşlılar ve çocuklar için kullanılır.

273 - Bir erkek şahidin yerine iki kadının ikame edilmesi hükmü, kadının ahlakî veya aklî melekeleri ile ilgili bir husus değildir: Bu farklılık, genel olarak kadınların ticarî usullere erkeklerden daha az aşina olmaları ve bu nedenle bu konularda hata yapmaya daha yatkın olabilmeleri gerçeğinden dolayıdır (bkz. Abduh, Menâr III, 124 vd.).

274 - Lafzen, "onu yazmaya", yani, anlaşmadan doğan bütün hakları ve yükümlülükleri.

275 - Mesela, anlaşmanın nihaî sonuçlarından, yahut tarafların anlaşmanın herhangi bir şartını yerine getirmemesinden sorumlu tutulmak suretiyle.

283. Eğer seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış taahhütler ile yetinilebilir: ancak eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, bu güvene uygun davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun. Ve şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin; (276) zira, onu gizleyen kalben vebal altındadır; ve Allah yaptığınız her şeyin tüm bilgisine sahiptir.

276 - Lafzen, "şahitliği gizlemeyin". Bu, yalnızca bir ticarî muameleye şahitlik yapanı değil, aynı zamanda -hiçbir yazılı anlaşma ve şahit olmadan- güvene dayalı olarak kendisine borç verilmiş olan ve sonunda borcu ile ilgili bütün bildiklerini inkar eden borçluyu da kapsar.

284. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir. Aklınızdan geçeni açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onun için hesaba çekecektir; ve sonra O, istediğini affedecek, istediğini cezalandıracaktır: Zira Allah her şeye kâdirdir.
285. ELÇİ ve o'nunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından o'na indirilene inanırlar: Hepsi, Allah'a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar; O'nun elçilerinden hiç biri arasında ayrım yapmazlar (277) ve: "İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri Sensin!" derler.

277 - Lafzen, "O'nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız": bu sözler, müminlerin ağzından söylenmiştir. Bütün elçiler Allah'ın mesajının dürüst ve erdemli taşıyıcıları olduklarından, bazılarına "diğerlerinden daha fazla lütufta bulunulmuş" olsa da aralarında hiçbir farklılık yoktur (bkz. Ayet 253).

286. "Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez: kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine." "Ey Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!" "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! (278) Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma!" "Ve günahlarımızı affet, bizi bağışla ve rahmetini yağdır üstümüze! Sen Yüce Mevlâmızsın, hakikati inkar eden topluma karşı bize yardım et!"

278 - Hem Hz. Musa'nın kanunlarının İsrailoğulları'na yüklediği ibadetlerin ağırlığına hem de Hz. İsa'nın kendi takipçilerine tavsiye ettiği terk-i dünyaya atıf.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: