Meal Seç / Sure Seç

Taha Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

20 - Taha
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Surenin isminin "Ey İnsan" olarak çevrilmesi hakkında aşağıda 1. notta verilen açıklamaya bakınız. Bundan önceki sure (Meryem) gibi, bu surenin de Kur'ânî vahyin iniş sıralamasındaki yerini belirlemek pek zor değildir. Son dönem müfessirlerinden bazılarının, surenin Hz. Peygamber'in Mekke hayatının son döneminde (hatta son yıl içinde) vahyedildiği yolundaki zayıf iddialarına rağmen, kesin olarak biliyoruz ki, sure risaletin altıncı yılına kadar giden erken bir dönemde (yani, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinden en az yedi yıl önce) o'nun Sahâbîleri tarafından bütünüyle bilinmekteydi; çünkü rivayete göre, vaktiyle Hz. Peygamber'in en şiddetli muhaliflerinden biri olan Ömer b. Hattâb'ın o tarihlerde bir rastlantı sonucu eline geçen ve onun İslam'ı benimsemesine vesile olan sure işte bu sureydi. (İbni Sa‘d III/1, 191 vd.) Tâhâ suresinin başlıca teması, Allah'ın, peygamberleri eliyle insanoğluna teklif ettiği doğru yol öğretisi ve vahyî dinlerin hepsinin özünde bulunan temel gerçeklerin birbiriyle aynı, birbirine özdeş olduğu hususudur; bunun içindir ki, Hz. Musa'nın 9-98. ayetlerde sergilenen uzun kıssası da, "[bu ilahî mesajın, yani Kur'an'ın] doğruluğunu gösteren açık delil"e ilişkin atıf da, "önceki kitaplarda [aranıp] bulunması [gereken] şeylere/işaretlere" (133. ayet) dayanmaktadır.
1. EY İNSAN! (1)

1 - Bazı müfessirlere göre, surenin başında bulunan t ve h harfleri (tâ-hâ okunur), Kur'an'da bazı surelerin başında yer alan mukatta‘ât ("münferit" ya da "kesik/soyutlanmış" harfler) grubundandırlar (bkz. Ek II). Bununla birlikte, Hz. Peygamber'in bazı Sahâbîleri'nin (örn. Abdullah b. ‘Abbâs) ve sonraki kuşaktan önde gelen bazı otoritelerin (örn. Sa‘îd b. Cubeyr, Mücâhid, Katâde, Hasan Basrî, ‘İkrime, Dehhâk, Kelbî vb.) kanaatine göre tâ-hâ ibaresi mukatta‘, iki harfden meydana gelen soyut bir terkip değil, fakat Arapça'nın Nabatî ve Suriye lehçelerinde "yâ racul" ifadesinin eş anlamlısı olarak "ey insan" anlamında kullanılan anlamlı bir ifadedir (Taberî, Râzî, İbni Kesîr); bu ifade, (Taberî ve Zemahşerî'nin kaydettiği) bazı İslam öncesi şiir örneklerinden açıkça anlaşılacağı üzere, Yemenli ‘Akk kabilesinin katıksız Arap lehçesinde de aynı anlamda kullanılmaktadır. Taberî, tâ-hâ ibaresinin "Ey insan!" olarak aktarılmasını açık ve kesin bir biçimde desteklemektedir.

2. Bu Kur'an'ı sana, seni bedbaht etmek (2) için indirmedik,

2 - Yani, Kur'an'ın öğretileriyle insana teklif edilen ahlakî disiplin onun yaşama duygusunu, yaşama sevincini daraltmak ya da söndürmek amacına değil, tersine, insanın doğru ve eğrinin ne olduğu konusundaki bilincini derinleştirmek suretiyle bu duyguyu pekiştirip zenginleştirmek amacına dayanmaktadır.

3. Yalnızca, [Allah'tan] korkan herkese bir öğüt, bir uyarı olsun diye (indirdik):
4. Yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından indirilen bir vahiydir bu.
5. O sınırsız rahmet Sahibi ki, mutlak kudret ve hükümranlık tahtına kurulmuştur. (3)

3 - ‘Arş terimine verdiğimiz "kudret ve hükümranlık tahtı" şeklindeki karşılık için bkz. 7:54 hk. 43. not.

6. Göklerde ve yerde ve bunların arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O'na aittir.
7. Sözü (ister gizle ister) açığa vur, O [insanın] gizli [düşüncelerini de] bilir, gizlinin gizlisi (duygularını) da. (4)

4 - Yani, O sadece insanın dile getirilmeyen bilinçli düşüncelerini değil, bilinçaltında olup bitenleri de bilmektedir.

8. Allah ki, kendisinden başka tanrı olmayan O'dur. En güzel, en yüce nitelikler O'nundur! (5)

5 - el-Esmâu'l-husnâ teriminin bu karşılığı hk. bir açıklama için bkz. 7. sure, 145. not.

9. MUSA'NIN başından geçen olaylardan haberin var mı? (6)

6 - İlk surelerde rastlanan (53:36 ve 87:19) kısa atıfların dışında, bu surenin 9. ayetiyle başlayarak 98. ayetin sonuna kadar devam eden bu anlatım, Hz. Musa'nın hayatı hakkında Kur'an'da verilen ilk mufassal anlatımdır. Kıssanın bu bölümde anlatılması surenin baş tarafında geçen (2-4. ayetler) vahiy meselesiyle ve vahyî dinlerin temelindeki ilke birliği konusundaki Kur'ânî öğretiyle bağlantılıdır.

10. Hani, o [uzakta] bir ateş görmüş (7) ve ailesine: "Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm" demişti, "belki size oradan bir tutam kor getiririm; yahut orada ateşin yanında bir yol gösterici bulurum".

7 - Sonraki ifadelerden (ayrıca 27:7 ve 28:29'da konuyla ilgili ifadelerden) anlaşılıyor ki, Hz. Musa çölde yahut bozkırda yolunu kaybetmiştir; bu ifade, o'nun manevî bir yol göstericiye ihtiyaç duyduğunu sembolik bir üslupla dile getiren bir îma da olabilir. Kıssanın bu safhası o'nun Mısır'dan çıkışını izleyen yolculuk günleriyle alakalıdır (bkz. 28:14 vd.). "Ateş" temsîliyle (bu, Tevrat'ta "yanan çalı" olarak geçmektedir) ilgili olarak bkz. 27:7-8 hk. 7. not.

11. Fakat ateşe yaklaşınca bir ses ona "Ey Musa!" diye seslendi, (8)

8 - Lafzen, "seslenildi".

12. "Benim, Ben! Senin Rabbin! Öyleyse artık pabuçlarını çıkar! Ve bil ki, sen iki kez kutlu kılınmış vadidesin. (9)

9 - Ne var ki, bazı müfessirler tuvan (ya da tuvâ) sözcüğünün "kutlu kılınan vadi"nin ismi olduğunu söylemişlerdir. Oysa Zemahşerî, "iki kere yapılan" anlamındaki tuvan yahut tivan tabirinden yola çıkarak, sözcüğü "iki kere" anlamına yormuştur; yani, "iki kere kutsanmış" yahut "iki kere kutlu kılınmış" -anlaşıldığı kadarıyla, ilki Allah'ın sesinin işitilmesinden, ikincisi de Hz. Musa'ya peygamberlik görevi verilmesinden ötürü.

13. Ben seni [kendime elçi olarak] seçtim; öyleyse artık [sana] vahyolunanı dinle!
14. "Gerçek şu ki, Allah Benim; Benden başka tanrı yok; o halde, [yalnız] Bana kulluk et; ve Beni anmak için salâtta devamlılık ve duyarlık göster! (10)

10 - Bununla, salât türünden bütün gerçek ibadetlerin hem temel amacının, hem de zihinsel gerekçesinin Allah'ı, O'nun birliğini, eşsiz-ortaksız olduğunu anmak, hatırlamak olduğu belirtiliyor.

15. "Çünkü, zamanını (11) gizli tutmuş olsam da, herkese, [hayattayken] peşinden koştuğu şeylere göre (12) hak ettiği karşılık verilebilsin diye, Son Saat mutlaka gelecektir.

11 - Yani, gelip çatacağı zamanı.

12 - "Peşinden koştuğu şeyler" ifadesiyle bilinçli çabalar kasdedilmekte ve dolayısıyla elde olmaksızın yapılan eylemler (ki bunlar sonraki terimin en geniş anlamıyla, fiilî yapıp- etmeler yahut şifahî beyanlar içinde tezahür eden her şeyi içine almaktadır) ve yine farkında olmadan yapılan ihmaller, bunların ahlaken iyi ya da kötü olmasına bakılmaksızın, dışta bırakılmaktadır. Yukarıdaki ilkeyi Hz. Musa'nın kıssasını anlatırken telaffuz etmekle Kur'an, bütün gerçek dinlerin temelinde yatan ahlakî kavram ve öğretilerin özde hep aynı olduğunu vurgulamaktadır. (Ayrıca bkz. 53:39 ve ilgili 32. not.)

16. Bunun içindir ki, onun geleceğine (13) inanmayıp sadece kendi arzularının, tutkularının peşine düşen kimse seni bu [gerçeğe inanmak]tan alıkoymasın; yoksa, kendine yazık etmiş olursun!

13 - Lafzen, "ona".

17. "O sağ elindeki nedir, ey Musa?"
18. [Musa:] "Bu benim değneğim" dedi, "buna dayanırım; bununla davarıma yaprak silkelerim; ve başka işlerde de kullanırım onu."
19. "Şimdi onu yere at, ey Musa!" dedi.
20. Bunun üzerine, [Musa], onu yere attı; bir de ne görsün! hızla akan bir yılan oluvermişti o!
21. "Onu tut" dedi, "ve korkma! Biz onu hemen eski haline döndüreceğiz. (14)

14 - Asâ'nın mucizevî bir biçimde yılana dönüşmesi, kanaatimizce, gizemli bir anlam taşımaktadır; bununla, öyle anlaşılıyor ki, görünüş ile gerçeklik arasındaki mahiyet farklılığına ve buna bağlı olarak, Allah'ın, bu farklılığı kavramak üzere seçilmiş kullarına bahşettiği manevî vukuf ve sezgiye işaret edilmek isteniyor (karş. 18:66-82'de anlatılan ve Hz. Musa'nın isimsiz bir bilgeyle yaşadığı gizemli tecrübe). Bu yorum 27:10 ve 28:31'deki ilgili ifadelerle de desteklenmektedir; anılan her iki ayette de Hz. Musa'nın asâyı "sanki bir yılanmış gibi, hızla akıyor (ke ennehâ cânn)" gördüğü ifade edilmektedir.

22. "Şimdi de elini koynuna sok: herhangi bir uğursuzluğun değil, [Bizim rahmetimizin] başka bir işareti olarak bembeyaz [ışıldayarak] (15) çıkacaktır;

15 - Yani, kendisine tevdî edilen peygamberlik görevi sayesinde görülmemiş derecede aydınlanmış. (Bkz. ayrıca 7:108 hk. 85. not.)

23. ki böylece sana büyük mucizelerimizden bir kısmını göstermiş olalım.
24. [Ve şimdi artık] o Firavun'a git; çünkü o, gerçekten her türlü ölçüyü çiğneyip geçti." (16)

16 - Bu ifade, öyle görünüyor ki, Firavun'un en büyük günahına, yani, kendini tanrı yerine koymasına işaret etmektedir (karş. 28:38 ve 79:24).

25. [Musa:] "Ey Rabbim!" dedi, "İçimi [Senin aydınlığınla] genişlet;
26. görevimi bana kolaylaştır;
27. dilimdeki düğümü çöz (17)

17 - Yani, "dilimdeki peltekliği yahut konuşma tarzımdaki tutukluğu gider" (karş. Çıkış iv, 10: "Çünkü ben ağzı ağır ve dili ağır bir adamım"); bu ifadeyle o'nun güzel ve akıcı konuşma yeteneğinden yoksun olduğu îma ediliyor olabilir.

28. ki söyleyeceklerimi tam olarak anlayabilsinler
29. ve bana yakınlarımın arasından yükümü paylaşacak bir yardımcı tayin et: (18)

18 - Vezîr (lafzen, "yük taşıyan", kökü "yük" anlamına gelen vizr) teriminin birincil anlamı budur; sonraki dönemlerde yönetimde görev sahibi olan bildiğimiz "bakan" ya da "vekil" anlamına kullanılması da bundan ötürüdür.

30. Kardeşim Harun'u (mesela);
31. o'nunla benim gücümü pekiştir
32. ve görevimden o'na da pay ver
33. ki, [birlikte] Senin yüceler yücesi adını (insanların katında) daha yükseklere çıkaralım,
34. ve Seni sürekli (19) analım!

19 - Lafzen, "çok" ya da "bolca".

35. Muhakkak ki, Sen bizi bütün varlığımızla görmektesin!"
36. [Allah:] "İşte istediğin her şey sana verildi, ey Musa!" dedi.
37. "Zaten sana geçmişte (20) bir kere daha lütufda bulunmuştuk;

20 - Lafzen, "bir başka zaman"; yani, 38-40. ayetlerde hatırlatıldığı gibi, Hz. Musa'nın çocukluk ve gençlik döneminde. Bu döneme dair bundan sonraki atıflar -yani, Firavun'un İsrailoğulları'na zulmetmesi, yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesi, Hz. Musa'nın bir sandık içinde kurtulması, Firavun ailesince evlatlık edinilmesi, Mısırlı bir adamı öldürmesi ve bunun üzerine Mısır'dan kaçması- hakkında daha geniş bir açıklama için bkz. kıssanın daha ayrıntılı olarak anlatıldığı 28:3-21.

38. hani, annene vahyî buyruğu şöyle esinlemiştik:
39. ‘o'nu bir sandığa koy ve sandığı ırmağa bırak; ırmak o'nu kıyıya çıkaracaktır; Bana düşman olan biri ve o'na ilerde düşman olacak olan biri o'nu oradan alıp evlat edinecektir.' (21) Ve [böylece daha o çağda] Kendi katımdan kutlu bir sevgiyle seni kuşattım ki, gözümün önünde (22) yetişip olgunlaşasın.

21 - Lafzen, "o'nu alacaktır" (karş. 28:9). Firavun, kibirli azgınlığı, zulmü ve ayrıca kendini tanrı yerine koymaya kalkışması (bkz. 79:24) sebebiyle Allah'ın düşmanı olarak nitelendiriliyor; öte yandan da çocuk olan Hz. Musa'nın düşmanıdır, çünkü o'nun mensup olduğu halktan nefret etmekte ve korkmaktadır.

22 - Yani, "Benim korumam-esirgemem altında ve senin için belirlediğim kader uyarınca": bunun, Hz. Musa'nın Firavun sarayının kültürel ortamında yetişmesine ve Mısır'ın kadîm hikmet ve düşüncesine vukuf kazanmasına -ve böylece hem gelecekte halkına liderlik yapabilmesi, hem de Allah'ın tevdî edeceği elçilik görevini yüklenebilmesi için gerekli nitelikleri edinmesine- ilişkin bir atıf olması mümkündür.

40. Kız kardeşin [Firavun ailesine] gidip de onlara: ‘Ona bakabilecek birini size göstereyim mi?' (23) dediği zaman [bunun böyle olmasını Biz takdir etmiştik]. Ve böylece seni yeniden annene kavuşturduk ki onun yüzü gülsün ve [artık] üzülmesin. (24) Ve [büyüyüp belli bir yaşa vardığın zaman] (25) birini öldürmüştün: Fakat Biz seni (bu yüzden içine gömüldüğün) tasadan kurtarmış ve seni çeşitli sınamalardan geçirmiştik. (26) (Bu olaydan) sonra yıllarca Medyen halkı arasında yaşadın; (27) ve sonunda, [Benim] takdir(im)e uyarak işte [buraya] geldin ey Musa:

23 - Daha ayrıntılı bir anlatım için bkz. 28:12.

24 - Hem burada, hem de 28:12-13'de îma edildiği üzere, Hz. Musa'ya kendi öz annesi mürebbiyelik, süt-annelik yapmıştır.

25 - Karş. 28:14.

26 - Hz. Musa'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturan bu önemli olay hakkında ayrıntı için bkz. 28:15-21.

27 - Bkz. 28:22-28.

41. çünkü, Ben seni Kendime (elçi olarak) seçmiştim.
42. [Şimdi] sen ve kardeşin, artık Benim mesajlarımla yola çıkın ve sakın Beni anmakta üşengeç davranmayın:
43. İkiniz birlikte doğruca Firavun'a gidin; çünkü o gerçekten her türlü ölçüyü aşmış bulunuyor!
44. Ama onunla yumuşak bir dille konuşun ki, o zaman belki aklını başına toplar, yahut [böylece, en azından kendisine] gözdağı verilmiş olur." (28)

28 - Lafzen, "yahut [olur ki] korkar" -yani, Hz. Musa'nın uyarılarında gerçek payı olduğunu hissederek geriler. Allah geleceği bütünüyle bildiğine göre, yukarıda, "belki (le‘allehû) aklını başına toplar..." şeklinde, olabilirlik üslubu içinde geçen ifadeler, açıktır ki, Firavun'un tepkileri konusunda Allah adına bir "şüphe"yi ya da "belirsizliği" îma etmemekte, fakat sadece mesajı taşıyana, günahkara hitap tarzını belirlerken, kendi adına aklında tutması gereken ihtimalleri işaret etmektedir. Yani, Hz. Musa'ya, Firavun'a hitab ederken, onun aklını başına getirecek ya da en azından onun gözünü yıldıracak bir üslup seçmesi öğütlenmektedir (Râzî). Öte yandan, her Kur'ânî anlatım değişmeyen bir gerçeği ya da gerçekleri ortaya çıkarmak, yahut insan davranışlarıyla ilgili evrensel bir ilkeye açıklık kazandırmak amacını taşıdığına göre, açıktır ki, Allah'ın Hz. Musa'ya belirli bir günahkar için yönelttiği "onunla yumuşak, ılımlı bir tarzda konuş ki, aklını başına toplamak için fırsatı olsun" emri bütün çağlar için ve ihtidâya vesile olabilecek bütün tebliğ çabaları için geçerlidir.

45. [Musa ile Harun:] "Ey Rabbimiz!" dediler, "onun bize düşmanca davranmasından (29) yahut azgınlık[ta devam] etmesinden korkarız".

29 - Yani, "bizi sürgün ederek ya da haksız yere öldürerek, Senin mesajını gereği gibi duyurmamıza engel olacağından".

46. [Allah:] "Korkmayın!" diye cevap verdi, "Şüphesiz [Ben her şeyi] işiterek ve görerek, sizin yanınızda olacağım.
47. Öyleyse artık ona gidin ve deyin ki: ‘Biz ikimiz senin Rabbinin elçileriyiz; bunun için, İsrailoğulları'nın bizimle gelmesine izin ver ve onlara [artık] sıkıntı çektirme. (30) Biz sana Rabbinden bir mesajla geldik; ve [bil ki O'nun bahşedeceği] nihaî kurtuluş ve esenlik [yalnızca, O'nun gösterdiği] yolu izleyen kimselerin o-lacaktır:

30 - Karş. 2:49, 7:141 ve 14:6. Firavun'un İsrailoğulları'na reva gördüğü zulmün daha ayrıntılı bir tasviri için bkz. Çıkış i, 8-22.

48. Çünkü, bakın, [öte dünyada] azabın, hakkı yalanlayıp [ona] sırt çevirenlerin başına çökeceği bize vahyedildi!'"
49. [Fakat Allah'ın mesajı kendisine iletilince, Firavun:] "Ey Musa, sizin Rabbiniz de kimmiş?" dedi.
50. [Musa:] "Bizim Rabbimiz, [var olan] her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonra da her şeyi [kendi doğasının gerektirdiği] yola yönelten varlıktır" (31) diye cevap verdi.

31 - Bu cümle Arapça aslında geçmiş zaman kipinde kuruludur ("verdi" ve "yöneltti"); fakat açıkça Allah'ın yaratma eylemindeki sürekliliği yansıttığı için, zaman kavramından bağımsızdır ve Kur'an'ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, burada da geniş zamanlı bir anlam ifade etmektedir. Halk terimi bu anlam örgüsü içinde yaratılmış bir nesnenin ya da varlığın sadece özüne ya da tabiatına değil, bu özün ya da tabiatın kendini açığa vurduğu biçime de işaret etmektedir; bizim halkahû ifadesi için benimsediğimiz "her şeye gerçek özünü ve biçimini veren" şeklindeki çeviri de bu düşünceye dayanmaktadır. Yukarıdaki cümleyle anlatılmak istenen gerçek ilk defa 87:2-3'de, yani, Kur'ânî vahyin ilk dönemlerine ait bir surede dile getirilmektedir.

51. [Firavun:] "Peki" dedi, "ya önceki kuşakların durumu ne oldu?" (32)

32 - Zımnen, "Birden çok tanrıya tapınan bu kuşaklar, senin görüşüne göre, onmaz biçimde azaba mı mahkum oldular yani?"

52. [Musa:] "Onlar hakkındaki bilgi yalnızca Rabbimin katında, (O'nun, toplumları bağlı kıldığı) yasalar örgüsünde [yazılı]dır; (33) benim Rabbim asla yanılmaz ve asla unutmaz." (34)

33 - Yani, onların öte dünyadaki durumunu/kaderini yalnızca Allah belirlemektedir; çünkü onları yönlendiren saikleri, hatalarını ve bunların sebeplerini bütünüyle bilen ancak Allah'tır; erdem ve zaaflarını değerlendirebilecek durumda olan da yalnızca O'dur.

34 - Râzî'ye göre, Musa ile Firavun arasındaki karşılıklı konuşma, 53-55. ayetlerde genel olarak insana yönelen Kur'ânî bir hitaba yer vermek üzere, geçici olarak burada kesilmektedir.

53. SİZİN İÇİN yeryüzünü bir beşik yapan, [hayatınızı kolaylaştırmak için] onun üzerinde yollar açan, (35) gökten su indiren ve onunla (topraktan) türlü türlü (36) bitki çıkaran O'dur;

35 - Yani, onun üzerinde ve ondan yararlanarak hayatınızı sürdürmek, geçiminizi sağlamak için gerekli maddî ve zihnî her türlü yol ve vasıtayı size bahşeden O'dur.

36 - Lafzen, "çiftler" (ezvâc); bu anlam örgüsü içinde "türlü türlü" yahut "her türden" anlamına gelen bir terim; yine de bkz. 13:3 ve ilgili 7. not.

54. (bu,) hem sizin [o toprağın ürünleriyle] beslenmeniz, hem de hayvanlarınızı otlatmanız (içindir). Şüphesiz, bütün bunlarda akıl sahipleri için çıkarılacak dersler vardır.
55. (şöyle ki:) sizi yerden yarattık; yine ona döndürecek ve sonra ondan tekrar diriltip çıkaracağız.(37)

37 - İnsan bedeninin "topraktan" yaratılması konusunda bkz. 3:59 hk. 47. notun ikinci yarısı ve ayrıca 15:26 hk. 24. not; bedenin "ona (toprağa) dönmesi", ölümden sonra, kendisini meydana getiren organik ve inorganik unsurlarına ayrılıp dağılması anlamınadır: ve bütün bu olgularda -topraktan yaratılma, hayatın toprakla idamesi ve toprağa dönüşme- sınırsız kudret sahibi Allah'ın, insanın yeryüzündeki hayatının geçici olduğuna ve gelecekte yeniden diriltileceğine dair mesajı gizlidir.

56. GERÇEK ŞU Kİ, Biz Firavun'u mesajlarımızın hepsinden haberdar kıldık; (38) ama o bunları yalan saydı ve kabule yanaşmadı. (39)

38 - Lafzen, "(mesajlarımızı) ona gösterdik" (eraynâhu), yani Firavun'a. Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî'ye göre, bu fiil, bu anlam akışı içinde "mesajlarımızı ona tanıttık" yahut "mesajlarımızdan haberdar ettik" anlamındadır.

39 - Burada îma edilen mesajlar (ayetler) hem doğrudan Hz. Musa'ya indirilen vahyi, hem de önceki pasajda atıfta bulunulan, Allah'ın yaratma eyleminden çıkarılacak dolaylı mesajları içine almaktadır.

57. [Firavun:] "Ey Musa!" dedi, "Sen sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? (40)

40 - Yani, "bizi yönetimden uzaklaştırmaya mı geldin?" (karş. 7:100).

58. Madem öyle, biz de sana mutlaka bunun gibi bir sihirle karşılık vereceğiz! O halde şimdi, aramızda, uygun bir yerde -katılmaktan bizim de, senin de caymayacağımız- bir buluşma günü tayin et!"
59. Musa: "Bayram günü (41) olsun, buluşma gününüz; ve (o gün) kuşluk vaktinde ahali toplansın" diye cevap verdi.

41 - Lafzen, "şenlik günü" -Bunun Mısırlılar'ın yılbaşı günü olması mümkündür. "Sizin buluşma gününüz" ifadesi "sizin önerdiğiniz buluşma günü" anlamındadır.

60. Bunun üzerine Firavun [danışmanlarıyla görüşmek üzere] çekildi, kuracağı düzeni kurup tasarladı (42) ve günü gelince [buluşma yerinde] boy gösterdi.

42 - Lafzen, "kuracağı düzene/tuzağa karar verdi" (ceme‘a keydehû): bu ifadeyle, belli ki, Firavun'un Mısır'ın en büyük sihirbazlarını çağırması kasdediliyor (karş. 7:111-114).

61. Musa onlara: "Yazıklar olsun size!" dedi, "Allah'a karşı (böyle) yalan uydurmayın; (43) yoksa O müthiş bir azapla sizin kökünüzü kazır; zaten [böyle] bir yalan uyduran kimse baştan kaybetmiş demektir!"

43 - Yani, Allah'ın mesajlarını bilerek inkara kalkışmak suretiyle.

62. [Firavun ve adamları] yapacakları şey konusunda aralarında tartıştılar, fakat konuşmalarını gizli tuttular;
63. şöyle diyorlardı [birbirlerine]: "Bu iki sihirbaz (44) sihir yoluyla sizi ülkenizden çıkarmak ve geleneksel yaşama tarzınızı ortadan kaldırmak istiyorlar. (45)

44 - Bkz. yukarıda 40. not. Bu iki kişiden kasıt Hz. Musa ve Harun'dur.

45 - Lafzen, "örnek [ya da "ideal"] yaşama tarzınızı (tarîkatikum)".

64. Bunun içindir ki, [ey Mısırlı sihirbazlar] düzenleyeceğiniz oyuna iyi karar verin ve tek bir güç olarak (46) boy gösterin; çünkü, bugün üstün gelen gerçekten başarmış olacaktır!" (47)

46 - Lafzen, "bir [tek] safta", yani birlik içinde.

47 - Karş. 7:113-114.

65. [Büyücüler] Musa'ya: "Ey Musa!" dediler, "[önce] sen mi atacaksın [asânı], yoksa ilk atan biz mi olalım?"
66. [Musa:] "Hayır, [önce] siz atın!" karşılığını verdi.Ve derken onların ipleri ve asâları, yaptıkları sihir marifetiyle, o'na hızla akıyorlarmış gibi göründü;
67. öyle ki, bu yüzden Musa'nın içinde bir korku belirdi. (48)

,48 - Lafzen, "içinde bir korku hissetti". Yani, gözbağcılık, kitle göz aldatmacası yoluyla öyle bir oyun düzenlediler ki (karş. 7:116 "halkın gözünü bağladılar"). Hz. Musa bile bir an için bunun etkisinde kaldı.

68. [Fakat o'na:] "Korkma!" dedik, "Sonunda üstün gelecek olan sensin!
69. [Şimdi] sağ elindeki [asâyı] at, bu [senin attığın] onların düzenlediği her şeyi yutacaktır: [çünkü] onların bütün yaptığı sihirden ibaret; ve zaten sihirbaz, hangi amacı güderse gütsün, (49) asla başarıya ulaşamaz!"

49 - Lafzen, "nereye gelirse gelsin" -Yani, ister iyi bir amaçla, isterse kötü bir amaçla büyüye başvurmuş olsun (Râzî). Yukarıdaki ifade, büyüye başvuran kişinin niyeti ne olursa olsun, "büyü" ya da "sihir" adı altında girişilen her türlü çaba ve faaliyetin kesinlikle mahkum edildiğine işaret etmektedir. (Bu konuda bkz. 2. sure 84. not.)

70. [Ve sonuç Musa'ya bildirdiğimiz gibi oldu, (50) ] bunun üzerine büyücüler saygıyla hemen yere kapandılar; (51) ve "Biz artık Musa ile Harun'un Rabbine inanıyoruz!" diye çığrıştılar.

50 - Karş. 7:117 -119.

51 - Bkz. 7:120 hk. 90. not.

71. [Firavun:] "Ben size izin vermeden mi o'na (52) inandınız?" dedi, "Mutlaka size sihirbazlığı öğreten ustanız o olmalı! Ama bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu (53) da hurma kütüğüne asacağım ki, böylece hangimizin (54) azapta daha zorlu ve daha sürekli olduğunu iyice anlayasınız!"

52 - Yani, Hz. Musa'ya (karş. 7:123 hk. 91. not).

53 - Yukarıdaki ifadede "çoğunuzu" ya da "pek çoğunuzu" sözcükleriyle verilmeye çalışılan ve Firavun'un kullandığı fiillerin gramatik yapısından ileri gelen vurgunun anlamı için bkz. 7. sure, 92. not.

54 - Daha açık bir ifadeyle: "Ben mi yoksa sizin inandığınız Allah mı?"

72. Berikiler: "Bize gelen hakkın apaçık belirtilerini ve bizi yaratan varlığı bırakıp asla seni tercih edecek değiliz! Artık (hakkımızda) nasıl bir yargıda bulunacaksan bulun: sen ancak bu dünya hayatında [geçerli] yargılarda bulunabilirsin! (55)

55 - Yahut: "[Bizim için] ancak bu dünya hayatına bir son verebilirsin". Belirtmek gerekir ki, kadâ fiili, öteki anlamları yanında, "hüküm verdi/yargıda bulundu" ve "[bir şeye] son verdi" anlamlarını da taşır.

73. Bize gelince, açıkçası biz, hatalarımızı ve bize sihir alanında zorla yaptırdığın şeyleri bağışlaması umuduyla Rabbimize inandık: (56) çünkü Allah [umut bağlananların] en hayırlısı ve en kalıcısıdır". (57)

56 - Firavun (Mısır'ın yerli hükümdarlarına verilen ortak bir isimdir) bir "tanrı-kral" olarak görülürdü ve buna bağlı olarak da, gizli-batınî uygulamaların ve büyünün çok önemli bir yer tuttuğu Mısır dininin ekseni durumundaydı; bunun içindir ki, büyüyü hayatın ayrılmaz bir parçası olarak benimsemek, onun uyruklarından her biri için bir vecîbe, bir görev durumundaydı.

57 - Lafzen, "yegane kalıcı" yani, ebedî olan anlamında: karş. 55:26-27.

74. KİM Kİ [Hesap Günü] Rabbinin huzuruna günahkarca davranışlar üzere çıkarsa, bilsin ki, onu cehennem beklemektedir: orada ne ölür, ne de hayata kavuşur. (58)

58 - Yani, ne manevî olarak yeniden doğar, yeniden dirilir, ne de ölerek acıdan, azaptan kurtulur (Beğavî, Beydâvî). Sonraki ayette geçen "[Rabbinin huzuruna]... mü'min olarak çıkan kimse" ifadesiyle yan yana düşünüldüğünde, bizim "günahkarca davranışlar içinde olan" ifadesiyle aktardığımız mücrim terimi, açıktır ki, dünya hayatında bilinçli ve ısrarlı olarak Allah'ı inkar eden kimseyi ifade etmektedir (Beydâvî).

75. Oysa, [Rabbinin huzuruna] dürüst ve erdemli davranışlar (59) ile mümin olarak çıkan kimseye gelince, [öte dünyada] en yüksek makamlar işte böylelerinin olacaktır:

59 - Böylece Kur'an, başka pek çok yerde olduğu gibi burada da, imanın manevî değerinin kişinin ortaya koyduğu dürüst ve erdemli davranışlara da bağlı olduğunu işaret etmektedir; karş. 6:158'de, Hesap Günü'nde "inandığı halde bir hayır yapmamış olan kimseye iman etmenin bir yararı olmayacağı"na işaret eden ifade.

76. içlerinde sonsuza kadar yaşayacakları, vadilerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı âsûde hasbahçeler!.. İşte budur, kendini arındıranları bekleyen karşılık.
77. VE GERÇEK ŞU Kİ, [zamanı gelince (60) ] Musa'ya: "Kullarımla beraber geceleyin yola çık ve onlara denizin ortasında kupkuru (güvenli) bir yol tutuver; arkanızdan yetişirler diye korkup kaygılanma" (61) diye vahyettik.

60 - Yani, İsrailoğulları'nın Mısır'da yaşamaları gereken sınav ve tecrübelerden, Firavun ve yandaşlarının onlara çektirdiği sıkıntılardan sonra (karş. 7:130 vd.).

61 - "Onlara denizin ortasında kupkuru (güvenli) bir yol tutuver (idrib)" ifadesini, Taberî: "onlara denizin ortasında kuru bir yol seçiver (ittehiz)" şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca bkz. 26:63-66 ve ilgili 33 ve 35. notlar.

78. (Musa İsrailoğulları'yla beraber yola koyulunca) Firavun, ordularıyla onların peşine düştü, ama sonunda onları içine alıp boğması mukadder olan deniz onları yutuverdi. (62)

62 - Lafzen, "denizden onları içine alıp boğan [şey] onları boğuverdi" -onları kuşatan felaketin kaçınılmazlığını vurgulayan bir ifade.

79. Çünkü Firavun halkını saptırmış ve [onlara] doğru yolu göstermemişti.
80. Ey İsrailoğulları! [Böylece] sizi düşmanınızın elinden kurtardık ve [sonra] Sina Dağı'nın sağ yamacında sizinle bir andlaşma yaptık; (63) ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik; (64)

63 - Bkz. 19:52 hk. 38. not. Allah'ın İsrailoğulları'yla yaptığı "andlaşma" hk. bkz. 2:63 ve 83.

64 - Allah'ın, Mısır'dan çıktıktan sonra Sina Çölü'ndeki yolculuk günlerinde İsrailoğulları'na "menne ve selvâ" (kudret helvası ve bıldırcın) bahşetmesine ilişkin atıf buradan başka Kur'an'ın iki yerinde daha geçmektedir (2:57 ve 7:160). Arap dili uzmanlarına göre, menne tabiri yalnızca, bazı çöl bitkileri tarafından salgılanan tatlı, sakızımsı bir madde için değil, fakat aynı zamanda elde etmek için herhangi bir çaba göstermeden bir "lütuf ve ikram olarak" insana bahşedilen şeyleri ifade için de kullanılmaktadır. Bunun gibi, selvâ tabiri de, sadece "bıldırcın" anlamında değil, aynı zamanda, "mahrumiyetten sonra insanı doyuran, mutlu eden şey" anlamında da kullanılmaktadır (Kâmûs). Bunun içindir ki, bu iki terim bir arada, deyimsel olarak, Allah'ın Hz. Musa'nın halkına emek ya da çabalarına karşılık olmaksızın kendiliğinden bahşettiği rızıkları, nimetleri ifade etmektedir.

81. [ve şöyle dedik:] "Size rızık olarak verdiğimiz temiz ve hoş şeylerden yiyin ama bunda ölçüyü aşmayın; (65) yoksa, gazabıma uğrarsınız; Benim gazabıma uğrayan kimse, bilin ki, gerçekten kendini bütünüyle yıkıma sürükleyen kimsedir!" (66)

65 - Yahut: "kibirli, kendini beğenmiş kimseler gibi davranmayın" -Yani, "size bahşedilen nimetleri, Hz. İbrahim'in soyundan gelmiş olmanızın size sağladığını sandığınız sözde bir üstünlüğün gereği saymayın".

66 - Allah'ın gazabı (lafzen, "öfkesi") tabirinin, insanın, Allah tarafından teklif edilen doğru yol öğretisini bilerek reddedip; azgınlık, taşkınlık içinde "ölçüyü aşarak" kendi üzerine celbettiği kaçınılmaz cezayı işaret eden deyimsel bir ifade olduğu konusunda, hemen hemen bütün klasik müfessirler arasında tam bir görüş birliği vardır.

82. Bununla birlikte, yine unutmayın ki, pişman olup doğru yola dönen, imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan ve bundan sonra da doğru yolda yürüyen kimse için gerçek bağışlayıcı Benim.
83. [VE ALLAH Musa'ya (67) ] "Kavmini geride yalnız bırakacak kadar seni tez canlı kılan nedir, ey Musa?" dedi. (68)

67 - Bu pasaj, 2:51 ve 7:142'de bahsedilen, Hz. Musa'nın Sina Dağı'na çıktığı günlerle ilgilidir.

68 - Lafzen, "Seni halkından çabuk olmaya iten nedir?" -Özgürlüğe daha yeni kavuştukları bir dönemde onlara bizzat rehberlik yapmaktan geri durarak onları yalnız bırakmaması gerektiğini îma eden bir ifade. Bu taklit götürmez vecîz ifade tarzı içinde Kur'an, yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra siyasî ve toplumsal bağımsızlığına kavuşan bir halkın geçmişinin yozlaştırıcı etkisinden daha uzun bir süre kurtulamayacağı ve özlenen manevî ve toplumsal düzen ve disiplini tek başına ve bir anda gerçekleştiremeyeceği gerçeğini dile getirmektedir.

84. [Musa:] "Ben Seni hoşnut etmek için, ey Rabbim, Sana varmakta tezlik gösterirken, onlar benim izimde yürüyorlar" (69) dedi.

69 - Klasik müfessirler bu cümleyi maddî ve somut anlamıyla tefsir etmişlerdir; yani: "onlar benim hemen peşim sıra geliyorlar ve şimdi bu yakındalar". Bununla birlikte, Hz. Musa'nın Sina Dağı'na çıkarken yalnız olması istendiğine göre, bizce, o'nun Allah'a cevabı mecaz mahiyetindedir ve o'nun yokluğunda da İsrailoğulları'nın, tebliğ ettiği doğru yol öğretisine bağlı kalacakları inancını ifade anlamındadır; ne var ki, sonraki ayetlerde görüleceği üzere, olaylar Hz. Musa'nın bu kanaatini boşa çıkaracak yönde cereyan edecektir.

85. [Allah:] "Öyleyse bil ki" dedi, "senin yokluğunda Biz kavmini sınadık; ve Sâmirî onları yoldan çıkardı." (70)

70 - Sâmirî tabirinin, söz konusu kişinin soyunu ya da kökenini gösteren bir sıfat ismi olduğunda şüphe yoktur. Taberî ve Zemahşerî'nin verdiği açıklamalardan birine göre, bu tabir "Yahudilerin Sâmire kabilesine", yani, sonraları Samarîler olarak anılan etnik ve dinsel bir gruba (ki bu gruptan küçük bir kalıntı Filistin'de, Nablus çevresinde hâlâ varlığını sürdürmektedir) mensup birini işaret etmektedir. Ne var ki, böyle bir grup Hz. Musa zamanında henüz mevcut olmadığına göre, İbni ‘Abbâs'ın ileri sürdüğü gibi (Râzî), mümkündür ki, sözkonusu kişi Hz. Musa'nın dinini benimseyen ve Mısır'dan çıkışlarında İsrailoğulları'na katılan pek çok Mısırlı'dan biridir (karş. 7:124 hk. 92. not), ki bu durumda sâmirî tabirinin de eski Mısır dilinde "ecnebi" ya da "yabancı" anlamına gelen shemer sözcüğüyle akraba olması mümkündür. Bu görüşü, kıssada geçen kişinin, Mısır dinindeki Apis figürünün bir yankısı/bir uzantısı olarak işe altın buzağıya tapınma eylemiyle başlaması da desteklemektedir (bkz. 7:148 hk. 113. not). Her hâlükârda, sonraki dönemlerin Samarîleri'nin, ister İbranî, ister Mısır kökenli olsun, bu kişinin soyundan geliyor -ya da öyle sanılıyor- olmaları hiç de imkansız değildir; bu durum, onlarla İsrailli öteki topluluklar arasındaki sürekli çatışmayı da kısmen açıklamaktadır.

86. Bunun üzerine Musa öfke ve üzüntüyle dolu olarak kavminin yanına döndü [Ve onlara:] "Ey kavmim!" diye çıkıştı, "Rabbiniz size güzel bir söz vermemiş miydi? Peki, bu söz[ün gerçekleşmesi] size çok mu uzak göründü? (71) Yoksa, Rabbinizin gazabına uğramanıza mı karar verildi (72) ki bana verdiğiniz sözden böyle döndünüz?"

71 - Yahut: Zemahşerî'ye göre, "Peki, [benim yokluğum] size çok mu uzun göründü?" (Belirtmek gerekir ki, ‘ahd terimi, "andlaşma" ya da "vaad" anlamına geldiği gibi, "süre" ya da "zaman" anlamına da gelmektedir).

72 - Lafzen, "Yahut Rabbinizden bir gazabın size yönelmesini mi istediniz?" -Yani, "yaptıklarınızın sonuçlarını boş vermeye, gözardı etmeye mi karar verdiniz?"

87. "Sana verdiğimiz sözden biz kendi isteğimizle dönmedik; fakat [Mısır] halkı[nın kirli] zinet yükleriyle yüklüydük; ve bu yüzden onları [ateşe] attık; (73) aynı şekilde Sâmirî de [kendininkini] attı."

73 - Çıkış xii, 35'de anlatıldığına göre, İsrailoğulları Mısır'dan ayrılmadan hemen önceki günlerde "Mısırlılar'dan altın ve gümüş şeyler (zinetler) ödünç aldılar". Bu "ödünç alma" işi, açıkçası, asılsız gerekçelere dayanıyordu ve ödünç alınan zinetleri sahiplerine iade etmek gibi bir niyetle yapılmamıştı: çünkü, Tevrat'taki ifadeye göre (xii, 36) İsrailoğulları böyle yaparak "Mısırlıları soymuşlardı." Kayda değer olan şudur ki, tahrif edilmiş muhtevasıyla bugünkü Tevrat bu davranışı mahkum etmiyor olsa da öyle görünüyor ki, bunun yol açtığı günah duygusu zaman içinde bir iç huzursuzluğu halinde İsrailoğulları'nın üstüne çökmüş ve bu yüzden günahkarca elde edilen bu zinetlerden kurtulmaya karar vermişlerdir (Beğavî, Zemahşerî ve -alternatif yorumlarından birinde- Râzî).

88. Fakat sonra, [onların Musa'ya anlattıklarına göre, (74) Sâmirî] onlara [erimiş altından], böğüren bir buzağı heykeli (75) yapıp çıkardı; ve bunun üzerine onlar da [birbirlerine:] "İşte sizin tanrınız da, Musa'nın tanrısı da budur; ne var ki, o [geçmişini] unuttu!" (76) dediler.

74 - Parantez içindeki bu ilave, önceki ayette doğrudan ifade edilen anlatımın burada ve devamında dolaylı bir ifade tarzıyla yer değiştirmesi sebebiyle zorunlu olmuştur.

75 - Bkz. 7. sure, 113 not.

76 - Hz. Musa'nın Firavun'un sarayında -tam bir Mısırlı olarak- yetiştiği hususuna ilişkin bir îma.

89. Peki, görmüyorlar mıydı ki, [bu heykel] onlara cevap veremez; onlara ne zarar verebilir, ne de bir yarar sağlayabilir?
90. Oysa, [Musa daha dönmeden] önce Harun, onlara: "Ey kavmim!" demişti, "Bu [put]la çok kötü bir biçimde ayartılmaktasınız; çünkü, unutmayın, sizin Rabbiniz O sınırsız rahmet Sahibidir! Öyleyse, bana uyun ve emrime itaat edin!" (77)

77 - Zımnen, "ve Sâmirî'ye uymayın". Bu ifade, Hz. Harun'u altın buzağıyı yapmakla ve ona tapınmakla suçlayan Tevrat'la (Çıkış xxxii, 1-5) tam bir tezat ortaya koymaktadır.

91. [Ama] onlar: "Asla" dediler, "Musa bize dönünceye kadar o'na tapınmaktan vazgeçmeyeceğiz!"
92. [Ve Musa döndüğünde:] "Ey Harun!" dedi, "Bunların yoldan çıktığını gördüğün halde, seni tutan neydi?
93. [Neydi, onları terk edip] beni izlemekten [seni alıkoyan]? Yoksa, [bile bile] benim emrime karşı mı geldin?" (78)

78 - Karş. 7:142'nin son cümlesi; zikri geçen bu ayette, Hz. Musa'nın, Sina Dağı'na çıkmadan önce Hz. Harun'a "dürüst ve erdemli davranması"nı (islih) öğütlediği ifade edilmektedir. Bu konuyla bağlantılı olarak bkz. 7:150'de Hz. Harun'un Hz. Musa'ya cevabı; ayrıca ilgili 117. not.

94. [Harun:] "Ey anamın oğlu!" dedi, "Saçımdan sakalımdan tutma! (79) Gerçek şu ki, ben senin, ‘Bak işte, İsrailoğulları'nın arasına ayrılık soktun; sözüme (80) riayet etmedin!' demenden korktum".

79 - Bkz. 7:150.

80 - Lafzen, "benim sözüme" yahut "söylediğim şeye" -açıkça anlaşılacağı üzere, burada, Hz. Musa'nın halkın birliğini korumanın önemi konusundaki sözlerine (Zemahşerî).

95. [Musa:] "Peki, ya senin amacın neydi, ey Sâmirî?" dedi.
96. "Ben onların göremediği bir şeyi gördüm; (81) ve bu yüzden, Elçi'nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım; içimde bir şey böyle [yapmaya] itti beni." (82)

81 - Belirtmek gerekir ki, besura (lafzen, "gördü" yahut "gören/görür oldu") fiili "[bir şeyi] zihnen kavradı", "vukuf kazandı" yahut "anladı" gibi deyimsel anlamlarla yüklüdür. Bunun içindir ki, Ebû Müslim İsfehânî (ki bu zatın yukarıdaki ayetin tamamıyla ilgili tefsirini Râzî analiz etmiş ve son derece makul bulduğunu ifade etmiştir) bu cümleye şu anlamı vermektedir: "Ben onların (yani, halkın geri kalan kısmının) anlamadığını anladım; yani, senin söylediklerinin, Ey Musa, bazılarının yanlış olduğunu fark ettim". Öyle görünüyor ki, Sâmirî, müte‘âl ve görünmeyen Tanrı ya da Allah fikrine karşı çıkıyor ve halkın "görünen, elle dokunulabilen somut" bir tanrıya inanması gerektiğini düşünüyordu. (Ayrıca bkz. bundan sonraki not.)

82 - Başka bazı müfessirlerce ortaya konan birtakım hayal mahsulü açıklamaların tersine, Ebû Müslim (Râzî'nin kaydettiğine göre) eser (lafzen, "eser/kalıntı" yahut "iz") terimini bir kişinin ve özellikle bir peygamberin "tebliğ ve uygulaması" yahut -daha toparlayıcı bir deyişle- "öğretisi" anlamındaki mecazî yüklemiyle açıklamaktadır; ve buna bağlı olarak, kabedtu kabdaten min eseri'r-rasûl fe-nebeztuhâ ibaresinin "Rasûl'ün öğretisinden bir tutam [yani, "onun bir kısmını"] aldım ve onu (öğretinin muhtevasından) çıkarıp attım" anlamına geldiğini ortaya koymuştur; bu yoruma göre, Sâmirî'nin "Rasûl" derken üçüncü tekil şahıs olarak kasdettiği kimsenin Hz. Musa'nın kendisi olduğu anlaşılmaktadır (önceki notta temas edildiği gibi, Ebû Müslim'in bu pasajla ilgili yorumunu Râzî olduğu gibi benimsemektedir). Kanaatimizce, Sâmirî'nin Hz. Musa'nın öğretisinden bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah'tan başka nesnelere ya da varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinçaltı eğilimlerini açığa vurmaktadır: Tanrısal varlığın yahut en azından onun "tecellisi" olarak tasarlanabilen şeyin somut bir imajını ortaya koyarak kavranamaz, tasarlanamaz olanı insanın sınırlı algı ve duyu alanına yaklaştırmayı amaçlayan boş ve aldatıcı bir hayalcilikten ibarettir, bu yoldaki tüm çabalar insanın Allah'a ilişkin kavrayışını aydınlatacağına daha da bulanık bir hale soktuğundan, bu yönde atılan her adım en başta kendi amacını baltalamakta ve böylece çıkmaz bir yola sokulmuş olan dindar eğilimli kişinin manevî potansiyeli büsbütün ziyan edilmektedir: Kur'an'daki veriliş tarzı itibariyle, altın buzağı kıssasıyla anlatılmak istenen gerçek de, şüphesiz budur.

97. [Musa:] "Git artık" dedi (ona), "ama şunu bil ki, bundan böyle hayat boyunca ‘Bana dokunmayın!' (83) demekten ibaret olacaktır senin payına düşen! [Öte dünyada ise] hiç kuşkusuz, kaçıp kurtulamayacağın bir yazgı beklemektedir seni! (84) Şimdi bak, kendini her şeyinle adayarak tapındığın şu düzmece tanrına: onu nasıl yakacağız ve sonra toza toprağa çevirip nasıl denize savuracağız!

83 - Lafzen, "dokunma yok/dokunmak yasak" -Sâmirî'nin bundan böyle kendini içinde bulacağı yalnızlık ve toplumsal soyutlanmışlık durumunu mecaz yoluyla dile getiren bir ifade.

84 - Lafzen, "senin için katılmaktan kaçınamayacağın bir buluşma var".

98. (Size gelince, ey İsrailoğulları!) Sizin biricik tanrınız, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır; sınırsız bilgisiyle her şeyi kuşatan O'dur!"
99. İŞTE sana geçmişte olup bitenlerin mahiyetinden de böyle (bir üslup içinde) bahsediyoruz; çünkü katımızdan hatırlatıcı bir öğreti bahşettik sana. (85)

85 - Ayetin başında yer alan kezâlike ("böyle/böylece") zarfı hem Kur'an'ın geçmiş olayları -bunlar ister tarihî olaylar olsun, ister menkıbevî ya da temsîlî olaylar olsun- ele almasındaki amaca, hem de ele alış tarzına dikkat çekmek için kullanılmıştır. Kur'an'daki her kıssanın ya da olaylara ilişkin her anlatımın altında yatan amaç, değişmez biçimde hep belli birtakım temel gerçeklerin yansıtılması olduğu için, ele alınan şu veya bu olaya dair anlatım, çoğu zaman Kur'an'ın öne çıkarmak ya da dikkat çekmek istediği ilke ve gerçeklerle doğrudan bağlantısı olmayan çizgiler bir kenara bırakılarak amaca doğrudan hizmet eden yoğun, özlü ve vecîz ifade birimleriyle ortaya konulmaktadır. "Hatırlatıcı" tabiriyle, Allah'ın vahiy yoluyla insana teklif ettiği, bütün çağlarda, bütün insanlar için geçerli değişmez psiko-sosyal yasa ve işleyişlere dikkat çeken vahyî rehber, yani Kur'an kasdedilmektedir.

100. Ondan yüz çeviren herkes, hiç şüphe edilmesin ki, Kıyamet Günü'nde sırtında [ağır] bir yük taşıyacaktır;
101. ebediyyen bu yük altında kalacaktır böyleleri; (bir bilseler,) onlar için Kıyamet Günü'nde ne kötü bir yük olacak bu!
102. O Gün ki, sûra üflenir; o Gün ki, suçlu olanları, gözleri [korku ve şaşkınlıktan] donuklaşmış olarak (86) bir araya toplayacağız;

86 - Lafzen, "[gözleri] mavi[leşerek]" -yani, gözleri sanki mavimsi, donuk bir perdeyle perdelenmiş gibi.

103. birbirleriyle fısıldaşarak: "[Dünyada] on [günden] fazla kalmadınız (değil mi)?" diye soracaklar. (87)

87 - Kur'an'da başka pek çok yerde rastlandığı gibi (örn. 2:259, 17:52, 18:19, 23:112-113, 30:55, 79:46 vb.), bu ve bundan sonraki ayet de insanın "zaman"ı algılama tarzının aldatıcı karakterine ve buna bağlı olarak böyle bir "zaman" kavramının izafîliğine işaret etmektedir. "On" sayısı Arapça'da çoğu zaman "birkaç" anlamında azlık bildirmek için kullanılır (Râzî).

104. İçlerinden en kavrayışlısı: "[Orada] sadece bir tek gün kaldınız!" dediği zaman onların birbirlerine (şaşkınlıktan) neler diyeceklerini de, şüphesiz en iyi Biz biliriz. (88)

88 - Bu anlam örgüsü içinde bu ifade "ne dediklerini tam olarak ancak Biz anlarız" anlamındadır.

105. VE SANA [Kıyamet Günü'nde] dağları[n ne olacağını] soracaklar. O zaman (onlara) de ki: "Rabbim onları toza toprağa çevirip savuracak,
106. yeri dümdüz ve çıplak bir hale getirecek, (89)

89 - Lafzen, "onu düz ve çıplak/kuru bırakacak" -cümledeki "onu" zamiri, dolaylı olarak, yere yani, arza ilişkindir (Zemahşerî ve Râzî).

107. [öyle ki] orada ne kıvrım ne de tümsek göreceksin". (90)

90 - Kur'an'ın kıyamet ve ahiret konusuyla ilgili öğretisine göre "dünyanın sonu", evrenin fiziksel olarak yok oluşu -yokluğa indirgenmesi- anlamına değil, fakat, daha çok, onun, insanın şimdiden tasarlayamayacağı bir mahiyette, her şeyi içine alan toplu ve kökten bir değişime, dönüşüme uğraması anlamına gelmektedir. Son Gün'e ilişkin pek çok temsîlî tasvirden (örn. 14:48, ki bu ayette "yerin başka bir yere, göklerin başka göklere dönüşeceği Gün"den söz edilmektedir) bu anlaşılmaktadır.

108. O Gün herkes, kendisinden kaçıp kurtulmak kabil olmayan bir davetçinin peşinden gider; (91) ve tüm sesler o sınırsız rahmet Sahibi'nin huzurunda saygıyla kısılır; öyle ki yalnızca cansız-baygın bir uğultu işitirsin.

91 - Lafzen, "kendisinden sapma olmayan (l⠑ivece lehû) bir davetçiye uyarlar" -Nihaî Yargı'ya çağırılışı îma eden bir ifade.

109. O Gün, hakkında sınırsız rahmet Sahibi'nin izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına kayırmanın, arka çıkmanın bir yararı olmayacaktır. (92)

92 - Hesap Günü'nde şefaat ya da kayırma konusundaki Kur'ânî anlayış için bkz. 10:3 hk. 7. not. Yukarıdaki ayetin sonunda atıfta bulunulan "söz", İbni ‘Abbâs'a dayanarak Beğavî'nin kaydettiğine göre, Kelime-i Tevhîd'dir: yani, "Allah'tan başka tanrı olmadığı"nı ifade eden söz. Söz'den kasıt da Allah'ın birliğine, eşsiz-ortaksız olduğuna ilişkin inanç. Ayrıca bkz. 19:87 ve ilgili 74. not.

110. [Çünkü] O, insanların gözleri önünde olanı da, onlardan saklı tutulanı (93) da bütünüyle bilmektedir, ama onlar O'nu bilgice asla kuşatamazlar.

93 - Tam bu şekliyle 2:255, 21:28 ve 22:76'da da geçen bu ifade hk. bir açıklama için bkz. 2. sure, 247. not.

111. Ve var olan her şeyin kaynağı-dayanağı olan O kendine yeterli ebedî-diri varlık önünde [o Gün] yüzler saygı ve hicapla eğilir; ve zulmün yüküyle yüklü olanın (94) soluğu kesilir, gücü tükenir.

94 - Yani, ölmeden önce tevbe edip doğru yola dönerek yaptığı haksızlıkları, kötülükleri tamir etmeyen kimsenin (Râzî). Bu anlam örgüsü içinde, özellikle, Allah'ın doğru yol öğretisini -yani, 99-101. ayetlerde sözü geçen "hatırlatıcı"yı- reddeden kişi kasdedilmiş olabilir.

112. Buna karşılık, inanıp da dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan kimseye gelince: böyle birinin, haksızlığa uğramaktan ya da [hak ettiği karşılıktan] yoksun bırakılmaktan korkmasına hiçbir sebep yoktur. (95)

95 - Lafzen, "[herhangi bir] haksızlık korkusu yoktur" -Bu şu anlama da gelebilir: "böyle birinin vaktiyle düşünmüş, tasarlamış olabileceği ama işlemediği günahlardan ötürü bir cezaya çarptırılacağından korkmasına sebep yoktur- "ne de hak ettiği mükafattan mahrum bırakılacağından..." Karş. dürüst ve erdemli davrananların ahirette, "hayattayken yaptıkları en iyi işlere göre" mükafatlandırılacağını ifade eden 16:96-97.

113. İŞTE BÖYLECE (96) bu [vahyî mesajı] Biz sana Arap diliyle (ifade edilmiş) bir hitabe olarak indirdik; (97) ve onda her türden uyarıyı apaçık dile getirdik ki, insanlar Bize karşı sorumluluk bilinci taşısınlar; yahut bu (kitap) onlarda yepyeni bir bilinç uyanıklığı meydana getirsin. (98)

96 - Bu pasajla bağlantılı olan yukarıda 99. ayette olduğu gibi, burada da kezâlike ("böylece") zarfı Kur'an'ın ifade tarzına ve amacına işaret eden bir atıf durumundadır.

97 - Lafzen, "Arapça bir hitabe (kur'ân) olarak". Bkz. özellikle, 12:2, 13:37, 14:4, 19:97

98 - Lafzen, "Bilinçli ve duyarlı olsunlar ve bu (kitap) onlarda bir hatırlama/bir uyanma meydana getirsin". Burada "hatırlama" Allah'tan yana bir hatırlama anlamınadır. Ehdese fiili "[bir şeyi] var etti", yani "yeniden yahut ilk defa meydana getirdi" demektir; zikr ismi ise "hatırlama/hatıra", yahut "bir şeyin akılda tutulması" veya "akla getirilmesi" (Râgıb), yani "bilinç düzeyine çıkması/çıkarılması" demektir.

114. Öyleyse, [bil ki] Allah, var olan her şeyin ötesindeki yüceler yücesidir; mutlak ve nihaî egemenlik sahibi, mutlak ve nihaî Gerçek'tir; (99) dolayısıyla, Kur'an'ın vahyi sana bütünüyle ulaştırılmadan önce onun hakkında (görüş bildirmekte) tezlik gösterme; (100) fakat [daima] "Ey Rabbim, benim ilmimi artır!" de. (101)

99 - Hakk ismi Allah'ın bir sıfatı olarak kullanıldığında, yarattığı geçici ve değişken âlemin ötesinde, mutlak ve katıksız anlamda, ezelî ve ebedî olan ve değişmeksizin var olan nihaî "gerçek" anlamını ifade eder: beri yandan Allah'ın Melik sıfatı, O'nun var olan her şeyin üstündeki mutlak egemenliğini ifade etmektedir ve bunun için de çeviride "mutlak ve nihaî egemenlik Sahibi" ifadesiyle aktarılmıştır.

100 - Lafzen, "Kur'an'da acele etme/tezlik gösterme" (bkz. bir sonraki not).

101 - Bu ayet -klasik müfessirlerden çoğunun belirttiği gibi- büyük bir ihtimalle, her ne kadar ilk ağızda Muhammed (s)'e hitab ediyor olsa da, aslında, bütün çağlarda Kur'an okuyan herkesi ilgilendirmektedir. Yukarıdaki ayetin ifade ettiği mesaj şöyle özetlenebilir: Kur'an Allah'ın Kelâmı, Allah'ın Sözü olduğuna göre, onu oluşturan parçaların hepsi -ibareler, cümleler, ayet ve sureler- bir arada birbiriyle tutarlı ve bağlantılı tam bir bütün meydana getirmektedirler (karş. 25:32'nin son cümlesi ve ilgili 27. not). Bunun içindir ki, Kur'an mesajını tam olarak anlamak isteyen kimse, "aceleci yaklaşımlardan", yani ayetleri ait oldukları umumî anlam örgüsünden soyutlayarak onlardan aceleci sonuçlar çıkarmaktan sakınmalı, Kur'an'ı bir bütün olarak ele almalı, münferit meseleleri bu bütün içinde değerlendirmelidir. (Keza bkz. 75:16-19 ve ilgili notlar.)

115. VE GERÇEK ŞU Kİ, biz Âdem'e önceden buyruğumuzu ulaştırmıştık; (102) ne var ki o bunu unuttu; o'nu, yaratılışındaki amaçta azimli ve gayretli bulmadık.

102 - Sözkonusu ilahî buyruk -yahut daha uygun bir deyişle, ilahî uyarı- 117. ayette dile getirilmektedir. Bu pasaj, 99. ayetteki ifadeyle, ("Sana geçmişte olup bitenlerin mahiyetinden böyle [bir üslup içinde] bahsetmekteyiz") bağlantılı olup, manevî gerçekleri gözardı etme eğiliminin insan türünün daimî özelliklerinden biri olduğunu işaret içindir (Râzî). İnsan türü, Kur'an'ın başka yerlerinde olduğu gibi, burada da Hz. Âdem'le simgelenmektedir.

116. [Şöyle ki:] Biz meleklere, "Âdem'in önünde yere kapanın!" dediğimiz zaman, İblis'in dışında, onların hepsi yere kapandı; (İblis bunu yapmaya) yanaşmadı; (103)

103 - Bkz. 2:30-34 ve ilgili notlar; özellikle 23, 25 ve 26. notlar; ve ayrıca 15:41 hk. 31. not: Bu notlarda da belirttiğimiz gibi, kavramsal düşünme yetisi/yeteneği insanın ayırıcı özelliği, en önde gelen donanımı olduğuna göre, onun, ahlak anlamında kendisi için belirlenen "amaca bağlılık" konusunda gösterdiği gevşekliğin bir sonucu olarak Allah'ın buyruğunu "unutması", insan türüne özgü ahlakî zayıflığın bir tezahürüdür (karş. 4:28 -"insan zayıf yaratılmıştır"): ki bu da onun, yukarıda 113. ayette işaret edildiği gibi, sürekli olarak ilahî yol göstermeye muhtaç olduğunu göstermektedir.

117. ve bunun üzerine Âdem'e: "Ey Âdem!" dedik, "Gerçek şu ki, bu senin ve eşinin düşmanıdır; öyleyse, dikkat edin, sizi (bu) hasbahçeden çıkarıp da seni bedbaht kılmasın. (104)

104 - Lafzen, "bedbaht olmayasın". Burada sözü geçen "hasbahçe (cennet)" sözcüğünün anlamı konusunda bkz 2. sure, 27. not.

118. (O hasbahçe ki,) orada acıkmaman ve kendini çıplak hissetmemen sağlanmıştır; (105)

105 - Lafzen, "çıplak olmayacaksın": Fakat Hz. Âdem ile Havvâ'nın ancak yasağı çiğneyip de gözden düştükten sonra "çıplaklıklarının farkında olduklarını" söyleyen 121. ayetteki (ayrıca 7:22'deki) ifade gözönünde bulundurulursa, "çıplak olmayacaksın" sözünün mantıken, insanın, herhangi bir giysi taşımadığı halde çıplaklığını hissetmediği ya da çıplaklığının farkında olmadığı ilkel safiyet durumunu ya da dönemini ifade eden manevî bir anlamla yüklü olduğu rahatlıkla söylenebilir. (Bu temsîlin daha derin anlamları için bkz. 7:20 hk. 14. not.)

119. keza, orada susamaman ve güneşin sıcaklığından etkilenmemen de sağlanmıştır".
120. Ne var ki, Şeytan o'na sinsice fısıldayarak: "Ey Âdem!" dedi, "Sana sonsuzluk ağacını ve (dolayısıyla) hiç çökmeyecek bir hükümranlığı(n yolunu) göstereyim mi?" (106)

106 - Bu sembolik ağaç Tevrat'ta "hayat ağacı" ve "iyi ile kötüyü bilme ağacı" olarak tanımlanmaktayken (Tekvîn ii, 9) yukarıdaki Kur'ânî anlatımda Şeytan ondan "sonsuzluk ya da ebedî hayat (huld) ağacı" olarak söz etmektedir. Bu ağacın meyvesinden tatmalarına rağmen Hz. Âdem ile Havvâ'nın ölümsüzlüğe varamamış olduklarına bakılırsa, Şeytan'ın bu teklifinin de, bütün ötekiler gibi aldatıcı olduğu açıktır. Beri yandan Kur'an, bu ağacın gerçek mahiyeti hakkında, ondan "ölümsüzlük ağacı" olarak söz edenin Şeytan olduğuna işaret etmenin ötesinde herhangi bir şey söylememektedir. Buna dayanarak diyebiliriz ki yasak ağaç, Yaratıcı'nın insanın arzu ve eylemleri için koyduğu sınırları, yani insanın Allah-vergisi kendi tabiatını zorlayıp bozmadan aşamayacağı sınırları simgeleyen bir temsîlden ibarettir. İnsanın yeryüzünde ebediyeti arzu etmesi, hiçbir dayanağı olmadan ölümü, ölümden sonra kalkışı ve buna bağlı olarak da, Kur'an'ın "ahiret" ya da "öte dünya" (âhiret) olarak tanımladığı nihaî gerçekliği inkar etmesi demektir. Bu arzu ya da tutku, Şeytan'ın, "çöküşü olmayan bir güce ya da egemenliğe" ulaşmanın, başka bir deyişle, bütün sınırlandırmalardan ve dolayısıyla, son tahlilde, Allah kavramının kendisinden yani, insan hayatına gerçek anlam ve amacını kazandıran biricik kavramdan "sıyrılma"nın insanın elinde olduğu yolundaki iğvâsıyla yakından ilgilidir.

121. Ve böylece her ikisi de o ağac[ın meyvesin]den yediler; bunun üzerine çıplaklıklarının farkına vardılar ve bahçeden topladıkları yapraklarla üzerlerini örtmeye çalıştılar. Ve [böylece] Âdem Rabbine karşı geldi ve dolayısıyla ciddî bir hataya düşmüş oldu. (107)

107 - Hz. Âdem ile Havvâ'nın "kendi çıplaklıklarının farkına varmaları" şeklindeki sembolik anlatım hakkında bkz. yukarıda 105. not ve ayrıca 7:26-27'de, kaybedilmesi insanın atalarını "kendi çıplaklıkları"nın, yani mutlak çaresizliklerinin ve dolayısıyla Allah'a karşı bağımlılıklarının farkına vardıran "takvâ (Allah'a karşı sorumluluk bilinci) giysisi"ne ilişkin atıf.

122. Ama sonra Rabbi [yine de] o'nu [Rahmetiyle] seçip ayırdı; o'nun tevbesini kabul etti ve o'na doğru yolu gösterdi;
123. [yani onlara şöyle] dedi: "Birbirinize düşman olarak hepiniz topluca (108) inin bu [safiyet/arınmışlık] makamından! Bununla birlikte, muhakkak ki, size Benden doğru-yol bilgisi gelecektir: kim ki Benim doğru-yol öğretimi izlerse yoldan sapmayacak ve bedbaht olmayacaktır.

108 - Bkz. 7. sure, 16. not.

124. Ama kim ki Beni anmaktan yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır; (109) ve Kıyamet Günü onu kör olarak kaldıracağız".

109 - Yani, herhangi bir gerçek anlam ve amaçtan yoksun, manevî planda dar ve kısır; bu durum, sonraki cümlede işaret edildiği gibi, böylelerinin ahiretteki azaplarının da kaynağı olacaktır.

125. [Böyle biri, Kıyamet Günü'nde:] "Rabbim, ben gören biriyken beni niçin kör olarak kaldırdın?" diye soracak.
126. [Allah da ona:] "Şunun için," diye cevap verecek, "sana mesajlarımız gelmişti de sen onları gözardı etmiştin; ve bugün de aynen öyle gözardı edileceksin!"
127. Çünkü, kendi elindekileri boşa harcayan (110) ve Rabbinin mesajlarına inanmayan kimseleri Biz işte böyle cezalandıracağız; ve [böylelerinin] ahirette [çekeceği] azap, gerçekten de, (azapların) en zorlusu olacaktır!

110 - Men esrafe ibaresine verilen bu anlam hk. bkz. 10. sure, 21. not- bu notta, aynı fiil kökünden türemiş olan müsrif ism-i fâilinin anlamı üzerinde durulmuştu.

128. PEKİ, bu [hakkı inkar eden] kimseler, yurtlarında gezip dolaştıkları kendilerinden önce gelip geçmiş kuşaklardan nicesini helak ettiğimizi görerek bundan kendileri için bir ders çıkarmadılar mı? (111) Oysa, bu olguda, akıl sahipleri için mutlaka çıkarılacak dersler vardır!

111 - Lafzen, "... nice kuşakları helak etmemiz onlara doğru yolu göstermedi mi?" Unutulmamalıdır ki, karn ismi yalnızca "kuşak/nesil" anlamına değil, fakat, çoğu zaman daha çok "belli bir çağda yaşayan insan topluluğu", yani terimin tarihî anlamıyla "uygarlık" anlamına da gelmektedir.

129. Rabbinin [her günahkara tevbe için tanınan] belirli süre (112) konusunda önceden verilmiş bir kararı olmasaydı, [günah işleyenlerin derhal cezalandırılması] kaçınılmaz olurdu. (113)

112 - Lafzen, "Ve [O'nun tarafından] belirlenmiş bir süre". Ayetin aslında cümlenin sonunda bulunan bu ibare, klasik müfessirlerden çoğunun işaret ettiği gibi, ayetin giriş cümleciğiyle bağlantılıdır; çeviride bu husus gözönünde bulundurulmuştur.

113 - Karş. 10:11 ve 16:61.

130. Bunun içindir ki, [hakkı inkar eden]ler ne derlerse desinler, sabret; ve güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle an; ve gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli vakitlerinde (114) yine Rabbinin kudret ve yüceliğini an ki hoşnutluğa, esenliğe erişesin.

114 - Lafzen, "gündüzün kenarlarında [yahut "uçlarında"]. Bu konuyla ilgili olarak bkz. 11:114 ve ilgili 145. not.

131. Ve sakın, pek çoklarına, (115) (sadece) onları sınamak için, avunsunlar diye verdiğimiz dünya hayatına mahsus şu ya da bu parlaklığa, görkeme gözünü dikme; çünkü Rabbinin [sana] sağladığı rızık, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (116)

115 - Lafzen, "onların bir kısmına" [yahut "onlardan bazı tiplere"] (ezvâcen minhum). Müfessirlerden çoğuna göre, bu ibare önceki pasajlarda sözü geçen inkarcılarla ilgilidir; ne var ki, hırs ve tamahın her çeşidini mahkum eden yukarıdaki öğüt çok daha geniş bir kapsama sahip olduğundan, çeviride bu ibareyi "pek çoklarına" tabiriyle aktardık.

116 - Allah'ın kişiye bahşettiği her şeyin ilahî bilgi ve hikmete dayandığına ve dolayısıyla, Allah'ın kişi için önceden belirlediği kadere tam olarak uygun olduğuna işaret eden bir ifade. Alternatif bir yorumla, yukarıdaki ifadenin, öte dünyaya ve Allah'ın dürüst ve erdemli kişilere bahşedeceği manevî nimetlere işaret ettiği de söylenebilir.

132. Yakınlarına da salâtı emret ve sen de bunda devamlı, sebatlı ol. [Fakat unutma ki] Biz senden [Bizim için] rızık sağlamanı istemiyoruz; (117) (tersine,) senin rızkını veren Biziz. Ve gelecek, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselerin (118) olacaktır.

117 - Parantez içinde "Bizim için" sözleriyle yaptığımız ilave Râzî'nin yukardaki cümleye ilişkin yorumuna dayanmaktadır: "Allah böylece açıklamaktadır ki, Kendisi her türlü ihtiyaçtan uzak olduğuna göre, bu ibadeti [yani, salâtı] yalnızca insanların kendi yararları için emretmektedir". Bir başka deyişle, salât, Eski Ahid'in muharref bugünkü nüshasında sık rastlanan bir tanımlamaya uyarcasına "kıskanç bir Tanrı"ya ödenen bir vergi ya da haraç olarak değil, fakat yalnızca salâtı yerine getiren kimsenin kendi yararına olan bir eylem olarak anlaşılmalıdır.

118 - Lafzen, "Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanındır".

133. YİNE DE [hakka karşı kör olanlar]: "[Muhammed] Rabbinden bize bir mucize getirseydi ya!" (119) deyip duruyorlar. [Fakat] zaten onlara, eski yazılı belgelerde bulunması gereken konularda [bu ilahî mesajın doğruluğunu gösteren] açık bir delil gelme-di mi? (120)

119 - Yani, peygamberlik görevinin bir kanıtı olarak: karş. 6:109 ve Kur'an'da, inkarcıların, Kur'an mesajına, ancak görünür "mucizeler"le desteklendiği takdirde inanacakları yolundaki sözlerini nakleden başka yerler.

120 - Yani, "Kur'an, önceki peygamberlere indirilen vahyî mesajlarla aynı temel gerçekleri dile getirmiyor mu?" Bunun dışında yukarıdaki belâgat gereği soru, önceki kitaplarda Muhammed (s)'in gelişini önceden haber veren işaretlere ilişkin bir îma da taşımaktadır (örn. 2:42 hk. 33. notta temas edilen, Tesniye xviii, 15 ve 18 yahut Yuhanna xiv, 16; xv, 26 ve xvi, 7 -ki burada Hz. İsa Son Peygamber'den, kendisinden sonra gelecek olan "Tesellici" olarak bahsetmektedir; İncil'de yer alan bu müjde konusunda bkz. 61:6 hakkında yazdığımız not).

134. Çünkü, eğer bu [ilahî mesajı vahyetmeden] önce onları (cezalandırıcı) bir azapla helak etseydik, [Hesap Günü'nde]: "Ey Rabbimiz, keşke bize bir elçi gönderseydin de [ahirette böyle] alçalıp gözden düşeceğimize Senin mesajlarına uysaydık!" demekte gerçekten de [haklı olurlardı]. (121)

121 - Karş. 6:131, 15:4 yahut 26:208-209; bu ayetlerde, Allah'ın, manevî/ahlakî anlamda doğruyla eğrinin ne olduğunu bilmeden işlediği herhangi bir hata için insanı asla cezalandırmadığı, yani insana doğru yolu gösteren ilahî mesajı ulaştırmadan onu sorumlu tutmadığı belirtilmektedir.

135. De ki: "Herkes [geleceğin kendilerine getireceği şeyi] ümitle beklemektedir; (122) öyleyse siz de bekleyin, bakalım; çünkü kimlerin düz yolu seçtiğini ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında göreceksiniz!"

122 - Yani, insan tabiatı odur ki, içinde bulunduğu şartlar ve dünya görüşü ne olursa olsun, seçtiği yolun, seçilebilecek yolların en doğrusu olduğunun gün gelip ortaya çıkacağını sanır.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: