Meal Seç / Sure Seç

Hac Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

22 - Hac
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Suyûtî, (Taberî'nin İbni ‘Abbâs'a dayanarak kaydettiği üzere) hicret sırasında vahyedilen 39-40. ayetler ve Bedir Savaşı sırasında (H. 2. yıl) vahyedildiği söylenen diğer bazı ayetler dışında, bu sureyi iniş sıralamasına göre büyük kısmıyla Medine döneminin ortasına yerleştirmektedir. Buna karşılık klasik müfessirlerden çoğu (örn. Beğavî, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî), bazı otoritelere göre Medine dönemine ait olduğu söylenen altı ayet dışında (19-24. ayetler) surenin şüphe götürmez bir biçimde Mekke döneminde vahyedildiği görüşündedirler. Sonuç olarak, surenin, kuvvetle muhtemeldir ki, büyük kısmı Mekke döneminde, geri kalan kısmı da Hz. Peygamber'in Medine'ye varışından kısa bir süre önce vahyedilmiştir. Sure ismini, 25. ayet ve devamında Kâbe tavafı (hacc) ve bununla ilgili bazı ritüellere (şe‘âir) ilişkin atıftan almaktadır.
1. EY İNSANLAR! Rabbinize karşı sorumluluk bilinci taşıyın; çünkü, Son Saat'in sarsıntısı, gerçekten korkunç olacak!
2. O (saate) ulaştığınız Gün, emziren her kadın emzirdiği çocuğu unutur gider; her gebe kadın [vaktinden önce] yükünü bırakır; ve insanlar sarhoş olmadıkları halde sana sarhoşlarmış gibi gözükürler; (1) ama yine de, Allah'ın azabı[nı gördükleri zaman duyacakları dehşet çok daha] zorlu olacaktır. (2)

1 - Lafzen, "insanları sarhoş göreceksin", yani, sarhoşmuşçasına ne yapacağını bilmez davranışlar içinde göreceksin. Bu yanıltıcı görünüş, "görme" ediminin -ayetin ilk cümlesinde kullanılan "siz" çoğul ifadesinden sonra terâ ("göreceksin") tekil formunun kullanılmasında kendini gösteren- katıksız öznel (sübjektif) karakteri ibarenin "sana sarhoşlarmış gibi gözükürler" şeklinde çevrilmesini doğrulamaktadır.

2 - Parantez içinde yaptığımız açıklayıcı ilave ("gördükleri zaman duyacakları dehşet çok daha ..."), 21:103'de geçen ve dürüst ve erdemli insanlardan bahisle, "[Kıyamet Günü'nün uyandıracağı] büyük korkunun", diğer bütün insanları etkisi altına alacağını ama "böylelerini kaygılandırmayacağı"nı belirten ifadeye dayanmaktadır.

3. Hal böyleyken, yine de, nice insan, herhangi bir bilgiye sahip olmaksızın Allah hakkında tartışmakta ve (bu yolda,) baş kaldıran her türlü şeytanî gücün (3) peşine takılmaktadır;

3 - Bkz. 15:17 hk. 16. notun ilk yarısı.

4. o şeytanî güçler ki, kendilerine yönelen kimseleri yoldan çıkarmaya ve onları kavurucu azaba sürüklemeye memur edilmişlerdir.
5. EY İNSANLAR! Ölümden sonra kalkış [olgusun]dan şüphedeyseniz, o zaman, [hatırlayın ki,] Biz, gerçekten de sizi[n her birinizi] topraktan, sonra bir döl suyu damlasından, sonra döllenmiş hücreden, sonra (temel unsurları ve istidatlarıyla) tamamlanmış ama (bütün ögeleriyle) henüz tamamlanmamış bir ceninden (4) yarattık ki, size [menşeinizi böylece] açıklayalım.Ve [doğmasını] dilediğimizin, [annesinin] rahminde [Bizce] belirlenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak dünyaya getirir ve [yaşamanıza imkan veririz]; böylece [bazılarınız] olgunluk çağına erişir; öyle ki, kiminize [daha çocukluk çağında] ölüm tattırılırken, kiminiz de yaşlılığın öyle düşkün çağlarına eriştirilir ki, bildiğini bilmez olur. (5) Ve [sen, ey insanoğlu, ölümden sonra kalkıştan şüphe ediyorsan, düşün ki:] bir bakıyorsun yeryüzü kupkuru; ama ona su indirdiğimizde, (bir de bakıyorsun) canlanıp kabarmış ve her türden güzel ekinler ortaya koymuş!

4 - Yukarıdaki çeviri İbni ‘Abbâs ve Katâde'nin (önceki Beğavî tarafından, sonraki Taberî tarafından kaydedilmiştir), embriyonik gelişmenin çeşitli evrelerine atfen, muhalleka ve ğay-r-i muhalleka ibaresiyle ilgili açıklamaları doğrultusundadır. Taberî, ğayr-i muhalleka tabirini, ceninin (mudğa) henüz bireysel hayata ulaşmadığı -yahut, Taberî'nin kendi ifadesiyle, "kendisine henüz ruh üflenmediği" (lâ yunfehu fîha'r-rûh)- evreye işaret eden bir ifade olarak açıklamaktadır. "Topraktan yarattık" ifadesine gelince, bu insanın en ilkel (ya da elementer) biyolojik menşeini ve onun topraktan gelen öteki unsurlarla olan yakınlığını göstermek içindir; bu konuda bkz. 3:59 hk. 47. notun ikinci yarısı; 23:12 hk. 4. not.

5 - Bkz. 16:70 hk. 79. not.

6. Bütün bunlar [böylece vuku bulmaktadır,] çünkü Allah Nihaî Gerçek'tir (6) ve çünkü O, ölü olanı dirilten ve her şeye gücü yetendir.

6 - Bkz. 20. sure, 99. not.

7. Ve [bil ki, ey insanoğlu,] Son Saat, şüphe götürmez bir biçimde gelip çatacaktır ve Allah mezarlarda yatan herkesi kaldıracaktır.
8. Hal böyleyken, yine de insanların içinde niceleri vardır ki, herhangi bir bilgiye, herhangi bir doğru yol öğretisine ve ışık saçan bir ilahî kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında tartışmakta;
9. [başkalarını] Allah yolundan saptırmak için [hakka] sırt çevirmektedir.Böyle birinin bu dünyadaki payı [manen] gözden düşmedir; (7) Kıyamet Günü'nde ise ona yakıcı azabı tattıracağız;

7 - Haksızlık yapan insanlardan pek çoğu bu dünyada görünüşte "müreffeh" ya da "muzaffer" olduğuna göre, yukarıda sözü edilen "gözden düşme"nin ahlakî nitelikte olduğu -yani, ahlakî algı ve kavrayışta tedricî bir bayağılaşmayı ve sonuç olarak manevî planda küçülmeyi, alçalmayı ifade ettiği- açıktır.

10. [Ve ona] (o Gün:) "bu senin kendi elinle önceden kazandığın şey; çünkü Allah kullarına asla en küçük bir haksızlık yapmaz!" [denecek].
11. Ve insanlardan kimi de vardır ki, Allah'a [imanla küfrün] sınır[ın]da (8) kulluk eder; öyle ki, başına bir iyilik gelse, O'ndan hoşnut olur; ama başına sınayıcı bir güçlük gelse hemen bütünüyle yüz çevirir, (9) ve böylece dünyayı da, ahireti de kaybeder; zaten, hiçbir şeyle kıyaslanamayan kayıp da gerçekte budur! (10)

8 - Yani, hiç birinde karar kılmaksızın imanla küfür arasında gidip gelerek.

9 - Lafzen, "yüzü üstüne döner" -insanın "yüzü" (vech), deyimsel olarak onun bütün varlığını ifade etmektedir.

10 - Lafzen, "en açık kayıp budur".

12. [Böyle yaparken,] Allah yerine, kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarıp yakarır; (11) düşülebilecek en vahim sapıklık da zaten budur. (12)

11 - Benimsediği inanca kayıtsız şartsız bağlı kalmakta acze düşen insan, çoğu zaman, gerçek ya da hayalî, birtakım haricî güçlere kendi kaderi üzerinde belirleyici bir "etki" ya da rol yakıştırmaya ve böylece onlara tanrısal nitelikler isnat etmeye eğilimlidir.

12 - Lafzen, "(en) uzak sapma budur işte (zâlike huve)." Bizim açıklayıcı çevirimiz hk. bir açıklama için bkz. 14:18'in son cümlesi hk. 25. not.

13. [Ve bazan da] kendisine zararı yararından çok olacak olan kimseye, [bir başka insana] yalvarıp yakarır: gerçekten de, bu ne kötü efendi ve bu ne kötü uyruk! (13)

13 - "Bir başka insana" ifadesiyle yaptığımız açıklayıcı ilave, hemen hemen her zaman yaşayan bir şahsa işaret eden men zamirinin gereğidir. Burada, bu zamir, kendinin, "Allah'a ancak imanla küfür sınırında kulluk edenler" tarafından tanrılaştırılmasına izin veren ve böylece hem kendini, hem de peşinden gidenleri manen uçuruma sürükleyen kimseye işaret etmektedir.

14. GERÇEK ŞU Kİ, Allah imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanları, içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçelere kabul edecektir; çünkü Allah dilediğini yapar.
15. Kim ki Allah'ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini (14) düşünüyorsa, göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; (15) ve böylece görsün, bakalım, bu hilesi onu sıkıntısından (16) kurtaracak mı?

14 - Yani, kendisine yardım için Allah'ın yeterli olmadığını; öyle anlaşılıyor ki, "[imanla küfrün] sınır[ında] Allah'a kulluk eden" (bkz. 11. ayet) ve bu yüzden de Allah'ın gücünün insanı bu dünyada da, öte dünyada da mutluluğa ulaştırmaya yeteceğinden şüphe eden kimse îma ediliyor. Yukarıda hû kişi zamiriyle Hz. Peygamber'in işaret edildiği yolunda müfessirlerin çoğunluğunun ileri sürdüğü görüş bizce, biraz zorlama bir görüştür ve yukarıdaki anlam akışıyla çakışmamaktadır.

15 - Li-yekta‘ ifadesinin "yol katetsin" şeklinde aktarılması kata‘a (lafzen, "kesti") fiilinin bilinen deyimsel anlamına dayanmaktadır ("mesafe kat etmek"); Ebû Müslim'in yekta‘ ibaresine ilişkin yorumu da bu yöndedir (Râzî). "[Başka] bir yolla" (bi-sebebin) ifadesi ise yukarıda 12-13. ayetlerde dile getirilenlerle alakalıdır.

16 - Lafzen, "onu öfkelendiren" ya da "kızdıran şeyden"; yani kendini çaresiz ve terk edilmiş bulmanın verdiği sıkıntıdan.

16. Bu [ilahî öğretiyi] Biz işte böyle apaçık mesajlar şeklinde indirdik; artık (bundan böyle) Allah, [doğru yola ulaşmayı] isteyen kimseyi doğru yola yöneltecektir. (17)

17 - Yahut: "Allah dilediği kimseyi doğru yola yöneltir". Yukarıda benimsediğimiz karşılık hususunda bir açıklama için bkz. 14:4 hk. 4. not.

17. Gerçek şu ki, [bu ilahî öğretiye] inananlar, Yahudi inancına bağlı olanlar ve Sâbiîler, (18) Hristiyanlar ve Mecusîler (19) ve bir de, Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar (20) arasındaki hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir: çünkü Allah her şeye tanıktır.

18 - Bkz. 2. sure, 49. not.

19 - Mecûs: M.Ö. son bin yılın ortalarında yaşayan ve öğretileri Zend-Avesta adlı kitapta toplanan İranlı din kurucusu Zerdüşt'ün (Zarathustra) izleyicileri. Bu din bugün İran'ın Gabr'leri, ve daha belirgin bir biçimde Hindistan ve Pakistan Parsîleri tarafından devam ettirilmektedir. Bunların dini, dualist bir felsefe ortaya koysa da, temelde, evrenin yaratıcısı olarak Kâdir-i Mutlak bir Tanrı'nın var olduğu inancına dayanmaktadır.

20 - Hristiyanlar ve Mecusîler, Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırsalar da, bu varlıkları öz olarak daha çok Tek Tanrı'nın tecellisi -ya da tecessümü- olarak gördükleri ve dolayısıyla kendilerinin yalnızca Allah'a kulluk ettiklerine inandıkları için yukarıda ilk kategoride yer almışlardır. Buna karşılık, "Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar" (ellezîne eşrakû) Allah'ın birliğini, eşsiz-ortaksız olduğunu açıkça reddettikleri için ayrı bir kategoride yer almaktadırlar.

18. [EY İNSANOĞLU,] göklerde ve yerde var olan her şeyin, -güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların ve hayvanların- Allah'ın (kudret ve yüceliği) önünde yere kapandığını görmüyor musun?(21)Ve insanlardan bir nicesi [Allah'a bilinçli olarak baş eğmektedir]; (22) ama niceleri de [O'na karşı geldikleri için öte dünyada] kaçınılmaz biçimde azabı hak edecekler; (23) ve Allah'ın [Kıyamet Günü'nde] alçalttığı kimseyi de onurlandırabilecek kimse yoktur; çünkü, Allah dilediği her şeyi mutlaka yapar.

21 - Secde teriminin bu anlamı için bkz. 13:15, 16:48-49 ve ilgili notlar. Men zamiri için bu anlam örgüsü içinde benimsediğimiz "var olan her şey" ifadesi 13:15 hk. 33. notta açıklanmaktadır.

22 - Zemahşerî ve Râzî'ye göre, "bilinç" şartına dikkat çeken bu açıklayıcı ilave önceki isim cümlesinin öznesiyle (mübtedâ) bağlantılı olan dolaylı olarak îma edilen bir yüklem (haber) durumundadır; burada belirtilmek istenen husus, evrende var olan her şeyin/herkesin isteyerek ya da zorunlu olarak Allah'ın kudret ve yüceliği önünde secde etmesine rağmen (karş. 13:15), insanların hepsinin bu eylemi bilinçli olarak yapmadığı hususudur.

23 - Lafzen, "oysa birçokları için [öte dünyada] azap kaçınılmaz olacak" (hakka ‘aleyhi); yani hayattayken yapıp-ettiklerinin bir sonucu ya da ürünü olarak; yoksa, terimin günlük dildeki anlamıyla keyfî bir "cezalandırma" olarak değil.
19. Birbirine karşıt bu iki taraf (24) Rableri hakkında (her zaman) birbiriyle çatışma, tartışma içinde olmuşlardır:[Onlardan] hakkı inkara kalkışanlar (25) için [öte dünyada] ateşten giysiler biçilecek ve başlarının üstünden yakıcı umutsuzluk (26) boca edilecektir;

24 - Lafzen, "bu iki düşman" yahut "bu iki hasım"; yani Allah'ın birliğine, eşsiz-ortaksız olduğuna inananlarla, O'ndan başkalarına tanrısal nitelikler yakıştıranlar yahut bütünüyle O'nun varlığını inkar edenler.

25 - Yani, bilmeyerek hataya düşenlerin dışındakiler.

26 - Hamîm teriminin bu anlamı için bkz. 6:70'in son cümlesi hk. 62. not, ayrıca 14:50 hk. 65. not ve 73:12-13 hk. 7. not; bu son notta, öte dünyada günahkarların uğrayacakları azaba ilişkin benzer tarzdaki temsîlî tasvir hk. Râzî'nin yorumundan söz edilmektedir.

20. ve bununla onların içlerinde olan her şey ve deriler(i) eriyip gidecek; (27)

27 - Yani, iç ve dış boyutlarıyla tüm kişiliklerini, tüm benliklerini tam bir çöküntüye, çözülmeye uğratarak.

21. ve onlar demir kıskaçlarla [bağlanmışçasına hep bu durumda] tutulacaklar; (28)


28 - Lafzen, "onlar için demir kıskaçlar (mekâmi‘) olacak". Mekâmi‘ kelimesinin tekili olan mikme‘a ismi, "kıskaca aldı", "zaptetti" yahut "boyunduruk altına aldı" anlamına gelen kame‘a fiilinden türemiştir (Lisânu'l-‘Arab). Bunun içindir ki, yukarıdaki ayette bahsi geçen "demir kıskaçlar" tabiri, hakkı inkara kalkışanların ya da niyetli olanların öte dünyada kendilerini mahkum etmiş oldukları azaptan kurtulmanın mümkün olmadığını ifade içindir.


22. ve kendi boğuntuları içinde (kıvranıp dururken) bu durumdan ne zaman kurtulmaya çalışsalar her seferinde yeniden (aynı boğuntuya) sokulacaklar ve [onlara:] "Tadın (bu) yakıcı azabı [sonuna kadar]!" [denecek].
23. [Buna karşılık,] imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar orta koyanları Allah, içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçelere sokacaktır; orada onlar altın bilezikler ve inciler takınacaklar ve onların giyim-kuşamları da ipekten olacak; (29)

29 - Bkz. 18:31 ve ilgili 41. not.

24. çünkü böyleleri sözün en iyisine, en tutarlısına (30) yönelmek [arzusunu göster]diler ve böylece O bütün övgülere layık olan'a götüren yola yöneltildiler.

30 - Yani, Allah'tan başka tanrı olmadığı ilkesine dayanan öğretiye. (Akılda tutulmalıdır ki, kavl terimi yalnızca "söz" anlamına değil, zihinsel planda örgüleştirilmiş "görüş" ya da "öğreti " anlamına da gelmektedir.)

25. BİLİN Kİ, hakkı inkara şartlanmış olanlara, [başkalarını] Allah'ın yolundan (31) çevirmeye, (keza) hem orada yaşayan, hem de dışarıdan gelen bütün insanlar için tayin ettiğimiz Mescid-i Harâm'dan [alıkoymaya] çalışanlara ve (bile bile) haksızlık yaparak oranın saygınlığına gölge düşürmeye (32) kalkışanlara [öte dünyada] çok can yakıcı bir azap tattıracağız. (33)

31 - Bu ifade, önceki ayette geçen "bütün övgülere layık Olan'a götüren yol" ifadesiyle bağlantılıdır.

32 - Lafzen, "orada sapıkça eylemler (ilhâd) amaçlayan" -dinî ilkelerden yana ortaya

33 - İbni ‘Abbâs'a dayanarak İbni Hişâm'ın kaydettiğine göre bu ayet Hicret'in 6. yılının sonuna doğru, yani Kureyşli Müşriklerin Medine'den hac için gelen Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Mekke'ye girip Kâbe'yi (Mescid-i Harâm'ı: "Dokunulmaz Mescid'i") tavaf etmelerine karşı çıktıkları zaman vahyedilmiştir. Fakat bu görüş doğru olsa da, olmasa da -ki her iki yönde de elde tarihî bir delil bulunmamaktadır- yukarıdaki ayetin ulaştırdığı mesaj şu ya da bu tarihî durumla kayıtlı olmayıp, inananları dinlerinin simgesel merkezini ziyaret etmekten alıkoymak yahut onun saygınlığına, dokunulmazlığına gölge düşürmek amacıyla, fiilî ya da zihnî mahiyetteki her türlü girişimi işaret etmektedir.

26. Çünkü, İbrahim'e bu İbadet Evi'nin (34) kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman [o'na demiştik ki:] "Bana kimseyi ortak koşma! (35) Ve Benim Mâbedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde [Rablerini tazim ve tefekkür ederek] dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut!" (36)

34 - Yani, Kâbe'nin; bkz. 2:125 hk. 102. not.

35 - Hz. İbrahim'in Allah'a herhangi bir varlığı ortak koşmaktan bütünüyle uzak olduğu yolundaki sık tekrarlanan Kur'ânî ifade gözönünde bulundurulursa, bize öyle geliyor ki, yukarıdaki buyruk daha özel bir anlam taşımakta, yani "Mâbed'in kendisinin bir tapınma nesnesi olmasına izin verme; sadece, bu Mâbed'in Tek Tanrı'ya adanmış ilk mâbed olması nedeniyle özel bir anlam ve önem taşıdığını insanlara açıkla" anlamına gelmektedir (karş. 3:96). Ayet, ayrıca, önceki ayetin başında bahsi geçen "hakkı inkara şartlanmış olanlar"a ilişkin bir atıf da taşımaktadır.

36 - Bkz. 2. sure, 104. not.

27. Bunun içindir ki, [ey Muhammed,] bütün insanları hacca çağır: (37) yaya olarak ve hızlı yürüyen her [türlü] binek (38) üstünde, [dünyanın] en uzak köşelerinden sana gelsinler

37 - Lafzen, "insanlar arasında haccı duyur," yani müminler arasında (Taberî). Müfessirlerin çoğu bu pasajın Allah'ın Hz. İbrahim'e yönelttiği buyruğun bir devamı olduğunu söylemişlerdir; ama bazıları -özellikle, Hasan Basrî- bu pasajın Muhammed (s)'e hitab ettiği görüşündedirler. (İslam'da kurumlaşan bir ibadet olarak, yılda bir kez Mekke'ye hac konusunda bkz. 2:196-203 ve ilgili notlar.)

38 - Lafzen, "çevik binek". Müfessirlerin bazılarını, uzun ve yorucu yolculuklara dayanma yeteneğinden ötürü buradaki "çevik binek"in deve olduğu yolundaki görüşe sevk eden bir ifade. Oysa, klasik Arapça'da demmerahû yahut edmerahû fiilleri sadece deveyle ilgili olarak değil, atla ilgili olarak da kullanılmakta ve "[bineği] talim yaptırdı ve [yarışa ya da savaşa] hazırladı" anlamına gelmektedir; dolayısıyla, midmâr hem "atların savaş ya da yarış için talim yaptırıldığı yer" ve hem de "yarış alanı" demektir (Cevherî, Esâs; karş. ayrıca Lane V, 1803). Bunun içindir ki, dâmir sıfat ismi -özellikle yukarıda olduğu gibi, ricâlen ("yaya") ifadesiyle karşıtlık içinde kullanıldığı zaman- "çeviklik", yahut daha uygun bir ifadeyle, "hız yapmaya müsait" anlamına gelmekte ve çıkarsama yoluyla "hızlı yol alan" her türlü ulaşım aracı için kullanılabilmektedir.

28. de (bunun) kendilerine sağlayacağı yararları görsünler; (39) ve (kurban için) belirlenen günlerde, [bu amaçla] O'nun kendilerine rızık olarak sağladığı hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar; (40) ve böylece siz de bunlardan yiyin ve darlık içindeki yoksulu da doyurun. (41)

39 - Lafzen, "onlara [ulaşacak] yararlara tanık olsunlar" -yani, Allah'a adanan ilk mâbedin karşısında ulaşacakları manevî bilinç ve duyarlığa; ayrıca, bütün müminleri kucaklayan kardeşlik bilincine. Bu manevî kazanımlar yanında, yılda bir kez Mekke'ye haccın, dünyanın her yanından gelen müminlere, cemaatin coğrafî olarak birbirinden ayrı muhtelif parçalarını etkisi altında tutan toplumsal ve siyasî problemlerden haberdar olma fırsatını vermektedir.

40 - Kur'an'ın hayvan kesilirken Allah'ın adının anılması konusundaki ısrarı müminlerin "can almanın ciddî bir eylem olduğunu hissederek" bu işi yapmalarını ve "Allah'ın onlara hayvanların etini yemek iznini verirken gösterdiği güvenin önemini" anlamalarını sağlamak içindir (Marmaduke Pickthall, The Meaning of the Glorious Koran, London 1930, s. 342, dipnot 2). "Belirlenmiş günlere (eyyâm ma‘lûmât) gelince, bunlar, ay takvimine göre Zilhicce'nin onuncu günü ve bunu takib eden iki gündür ki, bu günler hem Kurban Bayramı'dır, hem de Hacc'ın son günleridir (İbni ‘Abbâs'a dayanarak Râzî).

41 - Hacılara, kurban ettikleri hayvanın etinden ancak bir kısmını yeme izni verilmiş ise de, bununla yoksulları doyurmak asıldır (farz) (Taberî, Zemahşerî) ve bu, kurban kesmenin birincil amacını teşkil etmektedir. Kurban kesmek, ayrıca, kendisine rüyasında Allah'ın bu yöndeki isteği bildirilince ilk oğlunu O'nun uğruna kurban etmeye hazır olduğunu gösteren Hz. İbrahim'in hatırasını yâd etmek için de bir vesiledir (bkz. 37:102-107 ve ilgili notlar). Kurban kesmenin bir diğer boyutu da, rızkı verenin, hayata ve ölüme hükmedenin Allah olduğunu ve her şeyin/herkesin O'na döneceğini hatırlatıcı bir eylem olması ve nihayet (Râzî tarafından da vurgulandığı gibi), her müminin hak yolda kendini feda etmeye hazır olduğunu simgeleyen bir ibadet olmasıdır.

29. Bundan sonra, uymak zorunda oldukları belli birtakım kısıtlamalara son versinler; (42) [varsa] adaklarını yerine getirsinler ve (Dünyanın) bu en eski Mâbedini [bir kere daha] tavaf etsinler. (43)

42 - Taberî'nin görüşüne göre, sümme'l-yekdû tefesehum ifadesi "Hac dolayısıyla yapmaları zorunlu olan ibadetleri (menâsik) yerine getirsinler" anlamına gelmektedir. Oysa, diğer müfessirler ayette geçen bu (çok nadir) tefes sözcüğünü, haccın ifası sırasında gözetilmesi zorunlu, saç kesmemek, traş olmamak, cinsî münasebette bulunmamak, dikişsiz hacı ihrâmından başka bir giysi giymemek vb. (2:197) belirli birtakım kısıtlamalara ilişkin bir atıf olarak anlamışlar ve sonuç olarak yukarıdaki ifadeyi "tefes [olarak nitelendirilen ve hac sırasında gözetilmesi zorunlu olan kısıtlamalar]a son versinler" şeklinde yorumlamışlardır.

43 - Yani, Kâbe'yi (bkz. 2. sure, 102 ve 104. notlar) tavaf etsinler ve böylece hac uygulamasını (menâsikini) tamamlasınlar.

30. Bütün bunlar [Allah tarafından öngörülmüştür;] dolayısıyla, kişi eğer Allah'ın (bu) yasaklayıcı buyruklarını saygıyla gözetirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğine sonuç verecektir.[Yasak oldukları] size bildirilenlerin dışında, [kurban etmek ve etinden yemek üzere] bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. (44) Öyleyse artık, [Allah'ın yasaklamış bulunduğu her şeyden, ve en çok da] inanç ve uygulama olarak puta taparlığın her türlü bayağılığından uzak durun; (45) asılsız her türlü sözden kaçının,

44 - Bkz. 5:3'ün ilk paragrafı. Böylece, Kur'an, bir kere daha, özellikle yasaklanmamış olan her şeyin (per se), özünde meşru ve helal olduğunu belirtmektedir.

45 - Evsân (lafzen, "putlar") terimi sadece düzmece tanrıları simgeleyen nesnel ve somut imajlara değil, en geniş anlamıyla, asılsız inanç ve uygulamalarla ya da sahte değerlere "bağlanma" eğilimiyle bir arada düşünülebilen her şeye işaret etmektedir; bunun içindir ki, hemen ardından "her türlü asılsız sözden" kaçınma buyruğu gelmektedir.

31. (ve bunu,) O'ndan başka kimseye-hiçbir şeye tanrısal nitelikler yakıştırmaksızın [ve] sahte ve düzmece olan her şeyden yüz çevirip yalnızca Allah'a yönelerek (46) [yapın]: çünkü, bilin ki, Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen, kuşların didikleyip kapıştığı, yahut rüzgarın uzak, ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.

46 - Hunefâ' (tekili hanîf) terimine ilişkin bir açıklama için bkz. 2:135 hk. 110. not.

32. İşte bu [akılda tutulmalıdır,] Allah tarafından konulan simgeleri (47) saygıyla gözeten kimse [bilsin ki,] bu [simgeler gerçek anlamını inananların] kalpler[in]de Allah'a karşı taşıdıkları sorumluluk bilincinde bulmaktadırlar.

47 - Lafzen, "Allah'ın simgeleri (şe‘âir)". Bu anlam örgüsü içinde, hacda yerine getirilmesi ya da gözetilmesi gereken edimsel ve biçimsel yükümlülüklere işaret eden bir ifade (bkz. 5:2 hk. 4. notun ikinci yarısı). Hac'la ilgili erkan ya da yükümlülüklerin simgesel karakterine ilişkin bu atıf inanan kişinin dikkatini bu yükümlülüklerin manevî anlam ve önemine çekmek ve onu, bu tür unsurları putperestçe bir düşüncesizlik içinde birer fetiş haline sokmaması yönünde uyarmak içindir. Bazı müfessirlerin, "simgeler (şe‘âir)"den kasdın, burada, özellikle kurbanlık hayvanlar ve onların kurban edilme usulü olduğu yolundaki görüşleri metnin anlam akışına pek uymamaktadır. Taberî'nin bu ve bundan sonraki ayete ilişkin açıklamasında belirttiği gibi, şe‘âir terimi hacla ilgili bütün edimsel ve biçimsel yükümlülükleri, usul ve kaideleri ve yerleri (mekanları) içine almaktadır (ve dolayısıyla, hepsi de simgesel mahiyet taşıyan bu unsurların herhangi biriyle sınırlandırılamaz).

33. Bu [simgeleri gözetmekte gösterilen bilinç ve duyarlığın] size [O'nun tarafından] belirlenmiş bir süreye kadar (48) yararları olacaktır; sonra bunda güdülen amacın ve varılan sonucun [tevhid inancını simgeleyen] En Eski Mescid [olduğunu anlayacaksınız]. (49)

48 - Yani, "hayatınızın sonuna kadar" (Beydâvî).

49 - Halle (lafzen, "[düğüm vb. bir şeyi] çözdü" ya da "açtı" yahut "yükü indirdi" ya da "kaldırdı") fiilinden türeyen mehill ismi hem "izlenmesi gereken yol/rota", hem de "bir yükümlülüğün bittiği, son bulduğu yer ve zaman" anlamına gelmektedir (Tâcu'l-‘Arûs). Terim, bir önceki ayette açıkça bahsi geçen "Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle" (takvâ) doğrudan ilgili göründüğü yukarıdaki anlam örgüsü içinde, gerçek takvanın (Allah'a karşı sorumluluk bilincinin) amaç ve ereğinin Kâbe'nin (En Eski Mescid) varlığıyla simgelenen Tevhid (Allah'ın birliği, eşsiz ortaksız olduğu) inancının kavranması olduğuna işaret etmek üzere, deyimsel olarak "amaç ve erek" anlamını taşımaktadır.

34. Bunun gibi, [Bize inanan] her ümmet için kurban kesmeyi bir kulluk eylemi olarak öngördük ki, [bu amaçla,] (50) kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah'ın ismini ansınlar. Ve [her zaman akıllarında tutsunlar ki:] Sizin tanrınız Tek bir Tanrı'dır; öyleyse bütün varlığınızla kendinizi O'na teslim edin.Ve sen de [ey Peygamber,] tüm iyi yürekli, alçak gönüllü kimseleri [Allah'ın hoşnutluğuyla] müjdele.

50 - Yani, kişinin lüzumlu ve değerli olarak bilip sahip çıktığı bir şeyi, beşere yakışan duygusal tepkilerden mutlak olarak uzak olan Allah'ı "yatıştırmak" için gözden çıkarılmış bir fidye olarak değil, fakat O'nun adına bilinçli ve bencillikten uzak bir takdîme olarak sunmak üzere. (Ayrıca bkz. aşağıdaki 36. ayet.)

35. Onlar ki, ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri saygı ve sakınmayla titrer; (onlar ki) başlarına gelen her türlü darlığa, sıkıntıya göğüs gererler; salâtta devamlı ve duyarlıdırlar; ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da harcarlar. (51)

51 - Bkz. 2. sure, 4. not.

36. Hayvanların kurban edilmesine gelince, Biz bunu sizin için Allah tarafından konulmuş simgelerden (52) biri olarak öngördük ki bunda sizin için [nice] yararlar vardır. Öyleyse artık, [kurban edilmek üzere] sıraya dizildiklerinde onların üzerinde Allah'ın ismini anın; ve cansız olarak yere serildiklerinde onların etinden (53) kendiniz de yiyin; kendi nasibiyle yetinip istemeyen kimseyi de, istemek zorunda kalan kimseyi de (onunla) doyurun. Biz, işte bu amaçla (54) onları (55) sizin yararınıza sunuyoruz ki şükredesiniz.

52 - Bkz. yukarıda 47. not.

53 - Lafzen, "onlardan".

54 - Lafzen, "bunun için/böylece".

55 - Yani, kurbanlık hayvanları.

37. [Fakat unutmayın ki,] onların ne etleri Allah'a ulaşır, ne de kanları; lakin O'na ulaşan, yalnızca sizin O'na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O'nun yüceliğini saygıyla anasınız.Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele
38. ki, Allah inananları [bütün kötülüklere karşı] mutlaka koruyacaktır; çünkü, Allah, hangi türden olursa olsun, hainleri ve nankörleri asla sevmez. (56)

56 - Bkz. 4. sure, 134. not.

39. KENDİLERİNE haksız yere saldırılan (57) kimselere [savaşma] izni verilmiştir -ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir.

57 - Lafzen, "o kimseler madem ki zulmedildiler". Önceki ayette geçen "Allah inananları [bütün kötülüklere karşı] koruyacaktır" vaadiyle bağlantılı olarak, bu ayet savunma amaçlı savaşa izin olduğunu bildirmektedir. Bu konuyla ilgili tüm Hadisler (özellikle, Taberî ve İbni Kesîr'in kaydettikleri) bu ayetin savaş problemine ilişkin ilk atıf olduğunu göstermektedir. Abdullah İbni ‘Abbâs'a göre, sözkonusu ayet Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinden hemen sonra, yani Hicrî birinci yılın başlarında vahyedilmiştir. Savaşın yalnızca -ve yalnızca- savunma amacıyla yapılabileceği ilkesi, bir yıl sonra vahyedilen Bakara suresinde daha ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır (bkz. 2:190-193 ve ilgili notlar).

40. onlar ki, sadece "Bizim Rabbimiz Allah'tır!" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Çünkü, Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, (58) şüphesiz o zaman, içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler [çoktan] yıkılıp gitmiş olurdu. (59)Ve muhakkak ki Allah, O'nun dâvâsına arka çıkanlara yardım edecektir: çünkü, Allah (her şeyi hükmü altında tutan) en yüce iktidar Sahibidir.

58 - Lafzen, "Allah insanlardan bir kısmını diğeriyle savmasaydı" (karş. 2:251'in ikinci paragrafındaki benzer ifade).

59 - Bu ifadeden kasıt, gerçekte savunma güçlerinin teşkilini gerektirebilecek en önemli âmilin din özgürlüğünün savunulması olduğudur (bkz. 2:193 ve ilgili 170. not); çünkü, aksi takdirde, 2:251'in son cümlesinde belirtildiği gibi, "yeryüzü çürümeye ve yozlaşmaya maruz kalırdı".

41. [O yardıma layık olanlar ki,] kendilerini yeryüzünde egemen kılsak [dahî] salâta devam ederler, arınmak için verilmesi gerekeni verirler, yapılması iyi ve doğru olanı emreder, yanlış ve kötü olanı yasaklarlar; ama yine de, olup biten her şeyin sonucu Allah'a kalmıştır.
42. İMDİ, o [hakkı inkara şartlanmış olan] kimseler seni yalanlıyorlarsa, [ey Muhammed, unutma ki,] onlardan çok önce, Nûh toplumu, ‘Âd ve Semûd toplumu da [kendilerine gönderilen elçileri] yalanlamışlardı;
43. tıpkı, İbrahim toplumunun, Lût toplumunun,
44. Medyen halkının [yaptığı gibi]; ayrıca, Musa da [Firavun ve yandaşlarınca] (60) yalanlanmıştı. [Her seferinde] hakkı inkar edenlere belirli bir süre için fırsat verdim, ama günü gelince onları kıskıvrak yakaladım ki böylece, Benim onları hiçe saymam nasıl olurmuş, görsünler!

60 - Yani, kendi halkı tarafından değil, Firavun ve yandaşları tarafından; çünkü kendi halkı, günahkarca davranışlarına rağmen o'nun Allah'ın elçisi olduğunu kabul etmişti (Taberî). ‘Âd, Semûd ve Medyen halkına ilişkin atıflar 7. surede 48, 56 ve 67. notlarda yer almaktadır.

45. Ve zulüm ve haksızlıkta onmaz düzeylere vardıkları için nice şehirleri yok ettik, öyle ki, şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor; çatıları çökmüş, kuyuları kurumuş, [bir zamanlar göğe doğru] yükselen sarayları (şimdi yerle bir olmuş)!
46. Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin? (61) Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalpler!

61 - Lafzen, "orada (olup biteni) kavrayacak kalpleri, işitecek kulakları olsun".

47. Ve bir de [ey Muhammed,] (gelecekse gelsin diyerek) onlar azap konusunda sana meydan okuyorlar: (62) fakat (bilmelidirler ki) Allah vaadinden asla cayacak değildir ve bilin ki, Rabbinin ölçüsüyle bir gün, sizin hesap ettiğiniz bin yıl gibidir. (63)

62 - Bu konuda bir açıklama için bkz. 6:57, 8:32, 13:6 ve ilgili notlar.

63 - Yani, insanın "zaman" ya da "süre"den anladığı şeyin Allah'a göre bir anlamı yoktur; çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir; başlangıcı ve sonu yoktur O'nun; öyle ki, "O'nun için, ha bir gün, ha bin yıl, aynı şeydir" (Râzî). Karş. bir "gün"ün "elli bin yıla" denk olduğunun ifade edildiği 70:4; ayrıca, "Allah diyor ki, Ben Mutlak Zamanım (dehr)" anlamındaki güvenilir Hadis.

48. Ve onmaz zulüm ve haksızlıklara dalıp gitmiş nice toplumlara bir süre için fırsat vermiştim! Ama günü gelince onları kıskıvrak yakalayıverdim: çünkü bütün yolculukların sonu Banadır!
49. [EY MUHAMMED,] de ki: "Ey insanlar! Ben, yalnızca, size [Allah tarafından gönderilen] apaçık bir uyarıcıyım!"
50. Ve [bilin ki,] imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanları bağışlanma ve çok üstün, çok büyük bir rızık beklemektedir; (64)

64 - Bkz. 8:4 ve ilgili 5. not.

51. ama mesajlarımıza karşı, onları amaçlarında zaafa uğratma niyetiyle, düşmanca çabalara girişenlere gelince: harlı ateşe girecek olanlar işte böyleleridir.
52. Bununla birlikte, senden önce her ne zaman bir elçi ya da haberci göndersek ve bu (elçi ya da haberci) ne zaman [uyarılarına olumlu tepkiler almayı] umut etse (65), Şeytan mutlaka o'nun güttüğü nihaî amaca gölge düşürmeye kalkışmıştır; (66) ama Allah Şeytan'ın düşürmeye çalıştığı gölgeyi giderir ve mesajlarını kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılar ve birbirleriyle açıklar; (67) çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen, mutlak ve sınırsız bilgi Sahibidir.

65 - Lafzen, "Senden önce hiçbir elçi ya da haberci göndermedik ki, o (elçi ya da haberci) ümit ettiği zaman, (temennâ) ...". Çoğu müfessire göre "elçi" ("rasûl") tabiri, yeni bir öğreti ya da şeriat vaz‘eden vahyî mesaj getiren kimse için, "peygamber" (nebî) ise, Allah'ın, mevcut bir şeriate ya da bütün ilahî şeriatlerde yer alan ortak ilkelere dayanan ahlakî değerleri bildirmekle görevlendirdiği kimse için kullanılmaktadır. Buna göre, her rasûl (elçi) aynı zamanda nebî (haberci)dir; ama her nebî, rasûl değildir.

66 - Yani, mesajı taşıyan kişinin (elçinin) güttüğü gerçek amacın (umniyyeh: lafzen, "arzu/özlem" ya da "ümit/beklenti") toplumun manen ilerlemesi ya da yükselmesi değil, kendi kişisel nüfûz ve iktidarının güçlenmesi olduğu vesvesesini insanlara vererek (karş. 6:112 -"Biz hem insanlar, hem de görünmeyen varlıklar (cinn) içinden şeytanî güçleri (şeyâtîn) her peygambere düşman kıldık"; 6. sure, 98. notta bu ifadeyle ilgili bir açıklama bulunmaktadır).

67 - Lafzen, "sonra Allah ayetlerini kendi içinde açık ve açıklayıcı kılar". Yuhkimu âyâtehû ibaresinin anlamı budur (karş. 11:1'deki uhkimet âyâtuhû ifadesi): yani, Allah kendi muhtevalarıyla kendilerini ortaya koyan mesajlar vahyederek Hz. Peygamber'e birtakım "gizli amaçlar" ya da "kişisel saikler" yakıştırma imkanını kötü niyetli muhalifler için bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Cümlenin başındaki sümme (lafzen, "sonra") takısı bir zamanda peşpeşelik değil, edimler ya da eylemler arasında mevcut sıra, uyum ya da bağlantıyı ifade içindir; bunun içindir ki çeviride "ve" bağlacıyla aktarılmıştır.

53. [Yine de, Allah'ın bu tür şüphelere fırsat vermesi,] Şeytan'ın [peygamberlerin niyeti konusunda gönüllere] düşürmeye çalıştığı gölgeyi kalplerinde bir eğrilik, bir hastalık (68) bulunan, kalpleri katılaşmış olan kimseler için bir sınama aracı kılmasındandır; çünkü, [bu tür şüphelere kapılarak kendilerine] yazık eden kimseler, (69) doğrusu, çok derin bir yanılgı içindedir.

68 - Bkz. 2:10 ve ilgili not.

69 - Lafzen, "zalimler/haksızlık yapanlar".

54. Ve [yine, Allah'ın Şeytan'ın bu çabalarını boşa çıkarması,] doğru bilgiden nasibi olanların bu ilahî mesajın senin Rabbinden ulaşan katıksız gerçek olduğunu kavramaları, O'na inanmaları ve bütün kalpleriyle O'na bağlanıp boyun eğmeleri içindir.Çünkü gerçekten de, Allah imana erişenleri dosdoğru bir yola yöneltir.
55. Hakkı inkara şartlanmış olanlar ise, Son Saat kendilerini apansız yakalayıncaya ve bütün ümitlerin boş olduğu o Gün'ün azabı başlarına çökünceye kadar (70) O'nun hakkında kapıldıkları şüpheden sıyrılmayacaklardır.

70 - Lafzen, "yahut o çorak günün azabı onlara ulaşıncaya kadar"; yani, öldükleri güne kadar Allah'ın varlığını tanıyıp O'nun yol gösterici mesajlarına uymaya yanaşmayan kimseler için hiç de umut verici şeyler vaad etmeyen bir günün azabı kendilerine ulaşıncaya kadar.

56. O Gün, tüm egemenlik [herkesin görebileceği biçimde] yalnızca Allah'ın elinde olacaktır. O, [bütün insanları] yargılayacak [ve] aralarında[ki farkı ortaya koyacaktır]: buna göre, imana erişip de dürüst ve erdemli işler yapan kimseler kendilerini nimetlerle dolu hasbahçelerde bulacaklar;
57. ama hakkı inkara, mesajlarımızı yalanlamaya kalkışanlara gelince, işte böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor olacaktır.
58. ÖTE YANDAN, zulüm diyarını terk eden (71) [ve] Allah yolunda [kavgaya girişip] ölen ya da öldürülen kimselere gelince: muhakkak ki, Allah onları [öte dünyada] güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır; çünkü, rızık verenlerin en iyisi, şüphesiz Allah'tır;

71 - Ellezîne hâcerû ifadesinin bu anlamı için bkz. 2:218 hk. 203. not. "Allah yolunda [kavgaya girişip] ölen ya da öldürülen" ifadesi, 39-40. ayetlerde geçen ve Allah'ın, dinlerini ve bağımsızlıklarını korumak için müminlere verdiği savaş izninden söz eden ifadeyle bağlantılıdır. Bu uğurda kendini feda etmenin taşıdığı yüksek erdem Kur'an'ın muhtelif yerlerinde ve özellikle 4:95-96'da vurgulanmaktadır; buna bağlı olarak, aynı erdemin, sonraki pasajda sözü edilen Hesap ya da Yargı Günü'nde de büyük bir önemi vardır.

59. [ve dolayısıyla,] onları, mutlaka, son derece hoşnut kalacakları bir [varoluş] konumuna eriştirecektir; (72) çünkü Allah, mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir, halîmdir.

72 - Yahut: "onları [ölümden sonraki hayatlarına] hoşlanacakları bir tarzda sokacaktır" (karş. 4:31'in son cümleciği hk. 40. not). Bu ifadeyle, Allah yolunda can veren kimselerin bu eylemleriyle, daha önce işlemiş olabilecekleri tüm günahlarından ötürü O'nun affını kazanmış olacakları îma ediliyor.

60. Bu şu demektir: Kim ki kendisine yapılan saldırıya denk bir tepkiyle karşılık verdiği halde (73) [yeniden] acımasızca kendisine saldırılırsa, Allah böyle birine mutlaka arka çıkacaktır; çünkü, Allah çok bağışlayan ve böylece kullarını günahtan arındıran gerçek bağışlayıcıdır. (74)

73 - Lafzen, "maruz kaldıkları saldırının misliyle karşılık verenler" -yani, yalnızca nefsi müdafaa amacıyla giriştikleri eylemlerde düşmanlarının kendilerine yaptığı saldırının sınırlarını aşmayanlar. (Sözkonusu misillemeyle ilgili benzer bir ifade 16:126'da da yer almakta ve ilgili 150. notta açıklanmaktadır.)

74 - Bu ayetin giriş cümlesi, misillemenin başlangıçta maruz kalınan saldırının boyutlarını aşmaması şartıyla nefsi müdafaanın savaş için meşru tek gerekçe olduğu ilkesini dile getirirken, ayetin son kısmı, haklı sebeplere dayanmayan saldırılar karşısında müminlerin, düşmanın savaşan güçlerini bütünüyle etkisiz duruma getirmek üzere topyekün savaşa girişmelerinin meşru olduğunu îma etmektedir (karş. 2:190 ve 192-193). Topyekün savaş açma yukarıda atıfta bulunulan sınırlı misilleme ilkesiyle çelişir gibi görünebileceği için, Kur'an Allah'ın, başka şartlarda günah olabilecek böyle bir eylemden ötürü, mükerrer saldırı eylemleriyle "kendilerine karşı haksız yere savaş açılan (mümin)leri" (ayet 39) bağışlayacağını belirtiyor.

61. Bu böyledir, çünkü Allah [öylesine sınırsız kudret Sahibidir ki,] (75) gündüzü kısaltarak geceyi uzatan, geceyi kısaltarak gündüzü uzatan O'dur; çünkü Allah olup biten her şeyi görücü, işiticidir.(76)

75 - Zımnen, "ve haksız saldırılara uğrayan müminlere de yardım edecek güçtedir".

76 - Yani, insanların kalbinde olanı bilen O'dur; bununla birlikte, insan aklının kuşatamayacağı sınırsız bilgi ve hikmetiyle, hürriyet ışığının bedeli ve bir sınama aracı olarak zulmün karanlığının öne geçmesine fırsat tanıyan da, sonra ışığın karanlığa galebe çalmasını sağlayan da O'dur; bu olgu insanlık tarihi boyunca tekrarlanan ezelî ve çevrimsel bir süreçtir. (İbni Kesîr'in belirttiği gibi, yukarıdaki pasaj 3:26-27'ye ilişkin dolaysız bir atıf durumundadır: "De ki: Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım, Sen egemenliği dilediğine verir dilediğinden alırsın ... Sen dilediğini yapmaya kâdirsin; gündüzü kısaltarak geceyi uzatır; geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın ..."

62. Bu böyledir, çünkü nihaî gerçek, şüphesiz, Allah'tır; (77) apaçık sahte ve düzmece olan ise, onların O'ndan başka yalvarıp yakardıkları varlıklardır; ve çünkü Allah ulular ulusu, yüceler yücesidir!

77 - Bkz. 20. sure, 99. not.

63. Görmüyor musun, gökten su indiren Allah'tır; ki onunla yeryüzü yeşeriyor? Doğrusu, Allah her şeyden haberdar olan, [bilgi ve gözetimiyle] her şeye nüfûz eden ama kendisine asla nüfûz edilemeyen aşkın Varlık'tır. (78)

78 - Latîf ("kavranılmaz/beşerî algı ve tasavvur gücüyle kuşatılamaz") terimiyle ilgili bir açıklama için bkz. 6. sure, 89. not.

64. Göklerde ve yerde var olan her şey O'na aittir; ve Allah'tır, Yalnız O'dur, bütün övgülere layık ve kendine yeterli olan.
65. Yeryüzünde var olan her şeyi ve koyduğu (fizikî) yasalara uyarak denizde seyreden gemileri size boyun eğdirenin (79) Allah olduğunu görmüyor musun? Ve gök cisimlerini, (80) kendi izni olmadıkça (81) yeryüzüne düşmemeleri için, yerlerinde, yörüngelerinde tutan[ın O olduğunu görmüyor musun?]Gerçekten de Allah insanlara karşı çok acıyıp esirgeyen, çok şefkat gösterendir.

79 - Yani, "...dan yararlanmanızı sağlayan" (karş. 14. sure, 46. not).

80 - Lafzen, "gök". Burada "gökten" kasıt, Allah'ın koyduğu kozmik yasalara bağlı kalarak yörüngelerinde dönüp duran yıldızlar, gezegenler vb. dir (Merâğî, XVII, 137).

81 - Yani, Kur'an'ın sıkça dile getirdiği gibi, evrensel kozmik bir afet ya da değişim olarak kendini gösterecek olan Son Saat'e kadar.

66. Nitekim, size hayat veren, sonra sizi öldüren ve en sonunda sizi yeniden hayata döndürecek olan O'dur; [bütün bu gerçeklere rağmen, yine de] insan, gerçekten, çok nankördür.
67. BİZ her ümmete, kulluklarını göstermeleri için [ayrı] bir ibadet tarzı (82) tayin ettik. Bunun içindir ki, [ey inanan kişi, seninkinden başka yollar tutan] kimseler bu konuda seni tartışmaya sürüklemesinler; (83) sen yalnızca [onların hepsini] Rabbine çağır: çünkü, sen gerçekten dosdoğru bir yol üzerindesin.

82 - Lafzen, "bir ibadet yolu" (mensek, bazan bir "ibadet türü ya da biçimi" anlamına da geliyor). Bu pasajın anlamıyla ilgili daha etraflı bir açıklama için bkz. 5:48'in son paragrafı: "Her biriniz için [farklı] bir sistem, [farklı] bir hayat tarzı tayin ettik"; ve ilgili 66-68. notlar.

83 - Yani, "seni tartışmaya sürüklemelerine izin verme" (Zemahşerî, Beğavî).

68. Ama eğer seninle tartışmaya [çalışırlarsa, onlara sadece] de ki: "yapıp-ettiklerinizi en iyi bilen Allah'tır". (84)

84 - Karş. 10:41: "Benim yapıp-ettiklerim bana, [yazılacak] sizin yapıp-ettikleriniz de size: ne siz benim yaptıklarımdan sorumlusunuz, ne de; ben sizin yaptıklarınızdan sorumluyum".

69. [Çünkü] üzerinde ayrılığa düşegeldiğiniz tüm konularda Kıyamet Günü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır. (85)

85 - Bkz. 2. sure, 94. not.

70. Allah'ın göklerde ve yerde olup biten her şeyi, bütün içeriğiyle bildiğini bilmiyor musun? Bütün bunlar [Allah'ın koyduğu] evrensel yasalar dizgesinde kayıtlıdır; (dolayısıyla,) bütün bunlar[ı bilmek], gerçekten Allah için çok kolaydır.
71. Yine de, (86) [yeri gelince O'na inandıklarını söyleyen] kimseler, Allah'ı bırakıp, O'nun haklarında hiçbir delil indirmediği (87) ve gerçekte kendilerinin de haklarında pek bir şey bilemeyecekleri (88) başka varlıklara, başka güçlere kulluk edip duruyorlar; [Hesap Günü'nde, işte bu] zalimler kendilerine asla yardımcı bulamayacaklardır.

86 - Yani, Allah'ın her şeyi bilen ve dolayısıyla her şeyi kucaklayan Varlığıyla biricik Tanrı olduğunun farkında oldukları halde.

87 - Bkz. 3. sure, 106. not.

88 - Yani, bağımsız tefekkür ve müşahede yoluyla.

72. Kendilerine apaçık mesajlarımız okunduğu zaman, hakkı inkara şartlanmış olanların yüzündeki inkarcı tavrı hemen fark edebilirsin; kendilerine mesajlarımızı okuyanlara neredeyse saldıracak gibidirler!De ki: "Peki, size şimdi hissettiklerinizden daha vahim olanı (89) haber vereyim mi? Bu [Ahiret Günü'nün] ateşidir ki Allah onu hakkı inkara şartlanmış olanlara vaad etmiştir; varılacak ne kötü bir sondur o!"

89 - Lafzen, "daha şerli/daha kötü olanı", yani "Allah'ın mesajlarından yana duyduğunuz ürküntü ve isteksizlikten daha ürkütücü, daha elem verici bir şeyi".

73. EY İNSANLAR! (İşte) size bir misal veriliyor; onu dinleyin şimdi: sizin Allah'tan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o (düzmece) varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahî, bir sinek bile yaratamazlar (değil mi?); hatta bir sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu bile geri alamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar güçsüz!...
74. Bu [konuda hataya düşe]nler Allah'ın gücünü gereği gibi kavrayıp değerlendiremiyorlar; çünkü Allah, her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar Sahibidir.
75. [Sınırsız kudret ve nüfûzuyla] Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Ama yine de her şeyi gören, her şeyi işiten Allah'tır: (90)

90 - Yani, peygamberler ve melekler O'nun yalnızca kulları olup O'nun her şeyi gören, her şeyi işiten mutlak ilim ve kudretinden herhangi bir paya sahip değillerdir ve dolayısıyla hiçbir şekilde insanları kendilerine kulluk etmeye çağırmazlar.

76. [bu elçilerin bildikleri sınırlıyken,] O onların gözleri önünde olanları da, onlardan gizli tutulanları (91) da bütünüyle bilmektedir; çünkü her şey, tüm olaylar ve olgular [mebde' ve me‘âd olarak] Allah'a dönmektedir.

91 - Mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum deyimiyle ilgili bir açıklama için bkz. 2. sure, 247. not.

77. SİZ EY imana erişenler! [Allah'ın huzurunda] eğilin, yere kapanın ve [yalnızca] Rabbinize kulluk edin; ve iyi işler yapın ki, kurtuluşa, esenliğe erişesiniz!
78. Ve Allah'ın dâvâsı için, O'nun yolunda gösterilmesi gereken en zorlu, en üstün çabalara girişin; [mesajına muhatap ve taşıyıcı olarak] sizi seçen ve din konusunda üzerinize bir zorluk, bir güçlük yüklemeyen O'dur: (92) [ve size] atanız İbrahim'in inancını [izlemeyi öneren de O]. (93) Elçi'nin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanlığın önünde gerçeğe tanık olmanız için geçmiş çağlarda da, bu ilahî mesajda da, sizi "kendilerini yürekten Allaha teslim edenler" (94) diye isimlendiren O'dur.Öyleyse, salâtta devamlı ve duyarlı olun, arınmak için verilmesi gerekeni verin ve sımsıkı Allah'a bağlanın. Sizin gerçek Efendiniz O'dur; ne üstün, ne yüce Efendi; ne üstün, ne yüce Yardımcı!

92 - İslam dininde "zorluğun, güçlüğün" olmamasını birkaç yönde değerlendirmek gerekiyor: (1) İslam, Kur'ânî öğretinin anlaşılmasını zorlaştıracak yahut sağduyuyla çelişebilecek dogmatik ve mistik unsurlardan uzaktır; (2) günlük hayatı gereksiz sınırlamalarla güçleştiren karmaşık törensel ve biçimsel yükümlülükler yahut tabusal sistemler içermemektedir; (3) insan tabiatına kaçınılmaz biçimde ters düşen kendine-eziyetçi, çileci tüm yaklaşımlara kapalıdır (karş. bu konuda 2:143'ün ilk cümlesi hk. 118. not); (4) "insanın zayıf yaratılışlı bir varlık" olduğunu (4:28) her konuda hesaba katmaktadır.

93 - Hz. İbrahim, burada sadece -izleyicilerine bu pasajda hitab edilen- Peygamber Muhammed (s)'in soyca atası olduğu için değil, fakat aynı zamanda "kendini bilinçli olarak Allah'a teslim eden" herkes için bir öncü, bir prototip olduğu (ve dolayısıyla muvahhidlerin manevî "atası" olduğu) için de "atanız" olarak nitelendirilmektedir (bkz. bir sonraki not).

94 - Müslim terimi "kendini Allah'a teslim eden" anlamına gelmektedir; buna göre, islâm da "Allah'a teslim olmak/Allah'a boyun eğmek" demektir. Her iki terim de Kur'an'da Tek Tanrı'ya inanan ve bu inancı, O'nun vahyettiği mesajları şeksiz şüphesiz kabul ederek doğrulayan, teyid eden herkes için kullanılmaktadır. Kur'an bu ilahî mesajların sonuncusu ve en evrensel olanı olduğu için tüm inananlar onu tebliğ eden Son Peygamber'in gösterdiği yolu izlemeye ve böylece bütün insanlığa örnek olmaya çağrılmaktadırlar (karş. 2:143 ve ilgili 119. not).

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: