Meal Seç / Sure Seç

Kasas Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

28 - Kasas
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin bir bütün olarak Mekke döneminin sonlarına doğru, 17. sureden (İsrâ') hemen önce vahyedildiğinde hemen hiç şüphe yoktur; sadece, bazı otoritelere göre, 85. ayet Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında Cuhfe denen bir yerde vahyedilmiştir. Surenin geleneksel "ismi" 25. ayetin ikinci bölümünde geçen el-kasas (kıssa/hikaye) sözcüğünden mülhemdir; bu isim benimsenirken, surenin yarıya yakın bir kısmının Hz. Musa'nın kıssasına ayrılmış olmasından etkilenilmiş olmalıdır. Belirtmek gerekir ki bu kıssa, Hz. Musa'nın hayatını daha çok beşer yanıyla, yani insan olmanın kaçınılmaz tezahürleri karşısında kendini gösteren beşerî güdüleri, iç çatışmaları, şaşkınlık ve hatalarıyla vermekte ve böylece azîz ya da velî olarak bilinen erdemli kimselere yahut peygamberlere "insanüstü" nitelikler, "tanrısal" güçler yakıştırmak yolundaki eğilimlere karşı Kur'an'ın uyarıcı tezini ortaya koymaktadır. Nitekim sure de, bu tezi hulasa edecek biçimde "Allah'tan başka tanrı yoktur" ve "O'nun [ebedî] Zâtı'ndan başka herkes/her şey yok olmaya mahkumdur" ifadeleriyle dile getirilen temel gerçeğin uyarıcı yankısıyla son bulmaktadır.
1. Tâ-Sîn-Mîm. (1)

1 - Bkz. Ek II.

2. BUNLAR, özünde açık olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî kitabın mesajlarıdır. (2)

2 - Mübîn sıfatına verdiğimiz bu anlam hk. bir açıklama için bkz. 12:1 hk. 2. not.

3. Sana Firavun'la Musa arasında geçen olayların bir bölümünü inanmaya eğilimli insanlar için bütün gerçeğiyle anlatacağız.
4. O ülkede Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, (3) sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, [yalnız] kadınlarını sağ bırakıyordu: (4) çünkü o, gerçekten de, [yeryüzünde] bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi.

3 - Lafzen, "parçalara" yahut "gruplara". Halkın, "yüksek" sınıf ile "aşağı" sınıf olarak sınıflara ayrıldığına işaret ediyor -ki Kur'an bu tür ayrımları kesinlikle reddetmektedir. Sonraki cümlede dile getirildiği biçimde, Firavun'un "hor ve güçsüz gördüğü" yahut "görmek istediği" grup, Mısır toplumunda en aşağı basamaklara itilen ve hemen hemen bütün insan haklarından yoksun bırakılan İsrailoğulları'dır.

4 - Bkz. 7. not.

5. Fakat Biz istiyorduk ki, yeryüzünde hor ve güçsüz görülen kimselerden yana çıkalım, onların dinde öncüler (5) olmasını sağlayalım, onları [Firavun'un şeref ve itibarına] varis kılalım.

5 - Lafzen "önderler" yahut "örnek şahsiyetler" (eimme, tekili imâm): İbranîler'in, açıkça tevhîd inancını benimseyen ilk toplum olduklarını ve bu anlamda, Hristiyanlığın da İslamın da habercisi olduklarını îma eden bir ifade.

6. ve onları güvenlik içinde yeryüzünde yerleştirelim; Firavun'u, Hâmân'ı (6) ve onların ordularını da onların [İsrailoğulları'nın] eliyle korktukları şeye uğratalım. (7)

6 - Kur'an'da, Firavun'un baş danışmanı olarak muhtelif yerlerde sözü geçen "Hâmân" Tevrat'ta bahsedilen Persli Haman'la karıştırılmamalıdır. (Ester'in Kitabı iii, vd.) Kur'an'da kullanılan "Hâmân" sözcüğü, büyük bir ihtimalle, özel bir isim değil, fakat eski Mısır dininde tanrı Amon'a nisbet edilen yüksek sınıftan rahiplere verilen Hâ-Amen ünvanının Arapça'ya mal olmuş şeklidir. Hz. Musa'nın yaşadığı çağda Mısır'da Amon kültü hakim olduğuna göre, bu kültü temsil eden en yüksek dereceli rahibin de yönetimde Firavun'dan sonraki ikinci adam olması tabiidir. Kur'an'da bahsi geçen Hâmân'ın gerçekten Amon kültünün baş rahibi olduğu görüşünü, Firavun'un bu Hâmân'dan (hem bu surenin 38. ayetinde, hem de 40:36-37'de bahsi geçtiği gibi) "çıkıp Musa'nın tanrısını görmek için" kendisine "yüksek bir kule" yapmasını istemesi de destekler gözükmektedir. Ayrıca, Hâmân'dan "kule yapıcısı" olarak söz edilmesi, büyük Mısır piramitlerinin dinsel amacına ve baş rahibin piramitlerin baş mimarı olarak üstlendiği fonksiyona işaret ediyor olabilir. (Ayrıca bkz. 37. not.)

7 - Mısır'ın yerlileri, belli ki, Mısır'ı istila eden ve sonra da İbranîler'le ittifak kuran (bkz. 12. sure, 44. not) önceki Hiksos hanedanını hatırlayarak, İbranîler'in gelecekte de yabancı istilacılarla işbirliği içine gireceğinden korkuyorlardı (karş. Çıkış i, 10); işte böyle bir tehlikeye karşı kendilerini korumak için -Kur'an'da muhtelif yerlerde ve Tevrat'ta bahsedildiği gibi- İbranîler'in erkek çocuklarını öldürmeye karar vermişlerdi.

7. Ve bunun içindir ki, [Musa doğduğu zaman,] annesine: "Onu [bir süre] emzir" diye ilham ettik, "ama o'nun başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman o'nu nehrin sularına bırak; (8) ve (o'nun için) korkma, üzülme; çünkü Biz o'nu sana geri getireceğiz ve kendisini elçilerimizden bir elçi yapacağız!"

8 - Zımnen, "ki, Biz o'nu kurtaralım"; karş. 20:39.

8. Ve (sonunda) Firavun ailesi[nden biri] (9) o'nu buldu [ve kurtardı]: çünkü [Biz] o'nun ileride, Firavun'un, Hâmân'ın ve onların maiyetindekilerin gerçekten yanlış yolda olduklarını görerek karşılarına bir düşman ve bir üzüntü [kaynağı] olarak çıkmasını [dilemiştik]!

9 - Hem sonraki ayetten, hem de 66:11'den anlaşıldığı üzere, Hz. Musa'yı nehirde bulan kişi Firavun'un kendi karısıdır.

9. Ve Firavun'un karısı, (Firavun'a): "[Bu çocuk] hem benim hem de senin için neşe kaynağı [olabilir]!" dedi, "Onu öldürmeyin; belki bize faydası dokunur; yahut o'nu evlat edinebiliriz!" Ve [pek tabii, bunları konuşurken, olacak olanlardan] haberleri yoktu.
10. Bu arada, Musa'nın annesi yüreği acıyla dolup taşarak sabahı etti; öyle ki, eğer [sözümüze olan] inancını sonuna kadar canlı tutması için (10) yüreğini iyice güçlendirmemiş olsaydık o'nun kim olduğunu az kalsın açığa vuracaktı. (11)

10 - Lafzen, "inananlardan olması için".

11 - Yani, ona geri verirler diye çocuğun kim olduğunu söyleyecekti.

11. İşte bu haldeyken (Musa'nın) kız kardeşine: "Onu izle!" dedi. Ve [kız da], [Firavun ailesinden] kimseye fark ettirmeden o'nu uzaktan gözetledi.
12. Ve Biz daha ilk günden o'nun [Mısırlı] süt annelerin memesini yadırgamasını sağladık; ve [kız kardeşi bu durumu öğrenince, onlara:] "Size o'nun bakımını sizin adınıza üzerine alabilecek ve o'nu güzelce eğitip yetiştirecek bir aile göstereyim mi?" dedi.
13. İşte böylece, o'nu annesine kavuşturduk ki gözü gönlü aydınlansın, artık üzülmesin ve onların çoğu bunu bilmeseler bile o, Allah'ın verdiği sözün mutlaka gerçekleşeceğini bilsin!
14. DERKEN, [Musa] erginlik çağına ulaşıp [zihnen] iyice olgunlaşınca, kendisine [doğruyla eğriyi birbirinden ayırmaya yarayan] güçlü bir muhakeme yeteneği ve ilim verdik; (12) iyiliğe yatkın olanları Biz işte böyle mükafatlandırırız.

12 - 12:22'de Hz. Yusuf'la ilgili olarak da kullanılan bu ifade, hükm ("[doğru ile eğriyi] ayırd etme yeteneği") kavramıyla dile getirilen rasyonel düşünceye ve onunla çakışan üstün manevî, ahlakî bilinç ve sezgiye (ve en derin anlamıyla ‘ilm'e) işaret etmektedir. 26:20'den de anlaşılacağı üzere Hz. Musa bu manevî/ruhî kemale 15 vd. ayetlerde anlatılan hadiselerden sonra erişti. /i>

15. Ve (Musa), halkının [şehirde olup bitenden] habersiz [evlerinde oturdukları bir gün] (13) şehre indi; ve biri kendi halkından, (14) ötekisi düşmanlarından olan iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi düşman tarafından olan kişiye karşı o'nu yardıma çağırdı; bunun üzerine Musa onu yumrukla devirip işini bitirdi. [Ama hemen sonra kendi kendine:] "Bu düpedüz Şeytan'ın işi!" dedi, "Doğrusu o [insanı] yoldan çıkaran apaçık bir düşmandır!" (15)

13 - Lafzen, "halkının (hiçbir şeyin) farkında olmadığı bir anda".

14 - Yani, İbranîler'den.

15 - "Şeytan'ın işi" ifadesiyle ilgili olarak bkz. 115:17 hk. 16. notun ilk yarısı. 16-17. ayetler göstermektedir ki, yukarıda anlatılan olayda Mısırlı değil, İsrailoğullarından olan adam suçludur (karş. sonraki not). Görünüşe bakılırsa Hz. Musa, olayda hangi tarafın haklı olduğunu anlamaya çalışmadan, kavmî insiyâkına kapılarak İsrailoğullarından olan adamın yardımına koşmuş; ama hemen sonra, sadece bir adam öldürdüğü için değil, fakat bunu kabilevî -ya da bugünkü deyimle- ırkî peşin hükümlerle yaptığı için ciddî bir suç işlemiş olduğunu fark etmiştir. Açıkça görülmektedir ki, Kur'an'ın Hz. Musa'nın kıssasının bu bölümünde asıl işaret etmek istediği husus budur. Bu konudaki Kur'ânî anlayışa Hz. Peygamber tarafından da her fırsatta dikkat çekilmiştir; o'ndan bu konuda rivayet edilen meşhur Hadisler'den biri şöyledir: "Kabilevî ‘asabiyetle ortaya atılan kişi bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden kavgaya giren bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden ölen bizden değildir" (Cubeyr b. Mut‘im'den rivayetle Ebû Dâvûd). Kendisinden "kabilevî asabiyet"in ne olduğu konusunu açıklaması istendiğinde, Hz. Peygamber, "haksız oldukları bir konuda insanın kendi halkına/kabilesine arka çıkmasıdır" demiştir (a.g.e. Vâsile b. Eska‘ya dayanarak).

16. [Ve] "Ey Rabbim!" diye dua etti, "Ben kendime yazık ettim! Beni ba-ğışla." Ve [Allah] da o'nu bağışladı. Çünkü O çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.
17. "Ey Rabbim!" dedi (Musa,) "Bana bahşettiğin nimetler hakkı için bir daha asla suçlulara arka çıkmayacağım!" (16)

16 - İbni ‘Abbâs ve Mukâtil'den naklen Beğavî, "Bu ifade, Hz. Musa'nın yardım ettiği İsrailoğlu'nun kâfir olduğunu yani, kelimenin ahlakî tanımıyla, ‘hakka karşı çıkan', yani ‘haksız' biri olduğunu göstermektedir" diye kaydetmektedir. (Ayrıca bkz. bu surenin 86. ayetinin son cümlesi.)

18. Böylece, ertesi sabah, korku içinde çevresini gözetleyerek yine şehirde dolaşıyordu; bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen adam [yine] o'nu [yardımına] çağırmıyor mu! (17) Musa, [bu sefer] ona: "Sen gerçekten apaçık bir azgınmışsın!" (18) dedi.

17 - Bu sefer başka bir Mısırlı'ya karşı.

18 - Lafzen, "vahim bir hata içindesin" yahut "yoldan çıkmış birisin".

19. Bununla birlikte, yine de ikisinin de [ortak] düşmanı durumundaki kişiyi (19) tam yakalamak üzereyken, bu sonraki: "Ey Musa!" dedi, "Dün öldürdüğün adam gibi beni de öldürmek mi istiyorsun? Senin tek amacın, haksızlıkları düzelten biri olmak değil, ülkenin başına zorba kesilmek!"

19 - Böylece, kavgaya karışan Mısırlı'dan "ikisinin [ortak] düşmanı" olarak söz ediliyor olması göstermektedir ki, İsrailli kişiye karşı duyduğu kavmî yakınlık Hz. Musa üzerinde bir kere daha etkili olmuştur.

20. Tam o sırada şehrin öteki ucundan bir adam koşarak geldi ve "Ey Musa!" dedi, "[Ülkenin] ileri gelenleri seni öldürmek üzere hakkında görüşüyorlar; hemen çık git; şüphesiz ben senin iyiliğini isteyen kimselerdenim!"
21. Bunun üzerine [Musa] korku içinde çevresine bakınarak ve "Ey Rabbim, zalimlere karşı beni koru!" diye dua ederek oradan uzaklaştı.
22. Ve Medyen'e doğru yola çıkarken [kendi kendine]: "Umarım, Rabbim beni [böylece] doğru yola yöneltir!" (20) dedi.

20 - Medyen halkı (Kitâb-ı Mukaddes'de Midien) Araplar'ın Amorit kolundandır. Medyenli'ler hem ırk, hem de dil olarak İbranîler'e çok yakın olduklarına göre, bu dar zamanında Hz. Musa'ya yardımcı olmuş olmaları beklenebilir. Medyen bölgesinin coğrafî konumu için bkz. 7. sure, 67. not.

23. DERKEN, Medyen'in su kuyularına (21) vardı ve orada [hayvanlarını] suvaran kalabalık bir grup insanla karşılaştı; ve onlardan biraz ötede kendi hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki kadın gördü. [Onlara:] "Arzunuz nedir?" diye sordu. "Bu çobanlar işlerini bitirip uzaklaşmadıkça biz [hayvanlarımızı] suvaramıyoruz; çünkü [biz kadınız ve] babamız da pek yaşlı" diye cevap verdiler.

21 - Lafzen, "su" yahut "sular".

24. Bunun üzerine, [Musa] onların [hayvanlarını] suvardı; sonra gölgeye çekilip, "Ey Rabbim, bana bahşedeceğin her hayra öylesine muhtacım ki!" diye niyazda bulundu.
25. Az sonra o iki [kız]dan biri, utana sıkıla çıkageldi ve "[Hayvanlarımızı] sulamana karşılık ücret ödemek için babam seni çağırıyor" dedi. [Musa] onun yanına varınca, başından geçenleri ona anlattı. Beriki: "Korkma!" dedi, "Artık o zalim halkın elinden kurtulmuş bulunuyorsun!"
26. O iki [kız]dan biri: "Babacığım," dedi, "o'nu ücretli olarak yanında tut; çünkü ücretli olarak yanında tutabileceğin en güçlü ve güvenilir kişi bu olacak!"
27. [Bir süre sonra, kızların babası, Musa'ya:] "Bak," dedi, "seni, sekiz yıl yanımda çalışmana karşılık bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum; bu süreyi on [yıl]a tamamlarsan artık bu senin bileceğin bir iş; sana fazladan yük yüklemek istemem; [tersine], eğer Allah dilerse, beni hep dürüst davranan (22) biri olarak bulacaksın."

22 - Lafzen, "dürüst ve erdemli kimselerden".

28. [Musa:] "Bu seninle benim aramızda kalsın" dedi, "artık hangi süreyi doldurursam doldurayım bana karşı bir husumet olmasın. Bu söylediklerimize Allah da şahit olsun!"
29. VE MUSA, sonunda, bu süreyi doldurup da ailesiyle birlikte [çölde] yola çıktığında Sina Dağı'nın yamacında bir ateş gördü; (23) [ve] yanındakilere: "Siz durun," dedi, "ben [orada] bir ateş gördüm; size oradan belki bir haber, (24) yahut [en azından] ısınmanız için (bir tutam) tutuşmuş odun getiririm".

23 - Hz. Musa'nın çöldeki bu yürüyüşü hk. bir açıklama için bkz. 20:10 hk. 7. not; "ateş" temsîli için bkz. 27:7-8 hk. 7. not. Kur'an'ın bu tercümesinde orijinal metinde et-tûr ("dağ") olarak geçen ismi hep "Sina Dağı" olarak aktardık; çünkü Kur'an'ın bu terimle atıfta bulunduğu dağ her zaman bu dağdır (Sina Dağı).

24 - Yani, "hangi yoldan gitmemiz gerektiği hakkında bir bilgi".

30. Fakat oraya yaklaşınca, o kutlu yerde, vadinin sağ yamacındaki [yanan] ağaç yönünden kendisine: (25) "Ey Musa, Benim Ben, Allah: Âlemlerin Rabbi!" diye seslendi.

25 - "Sağ yamaç" tabiri 19:52 ve 20:80'de olduğu gibi burada da, "kutluluk, güven ve bereket" çağrışımı vermektedir; bu konuda bkz. 74:39 hk. 25. not. "Kutlu yer" tabirine gelince, bkz. 20:12'deki "iki kere kutlu kılınmış vadi" ifadesi. Yukarıdaki ayette atıfta bulunulan "ağaç", şüphesiz, Tevrat'ta sözü geçen (Çıkış iii, 2) "yanan çalılık"la aynı şeydir.

31. Ve [sonra Allah, o'na:] "Asânı yere bırak!" [dedi].Fakat, Musa, asâsının yılan gibi hızla hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (26) [Ve Allah, o'na:] "Ey Musa!" [dedi,] "[Geri dön], yaklaş, korkma! Çünkü sen [bu dünyada da, öte dünyada da] güvenlik içinde olan kimselerdensin!" (27)

26 - Asâ mucizesi, muhtemelen, sembolik bir anlam taşımaktadır; bkz. 20. sure, 14. not.

27 - Karş. 27:10: "Benim huzurumda elçilere korku yoktur".

32. "[Ve şimdi] elini koynuna sok; lekesiz olarak bembeyaz [ışıl ışıl] çıksın! (28) Ve bütün korkulardan sıyrılmış olarak [artık] kolunu kanadını indir! (29) Bu iki şey, senin, Rabbin tarafından Firavun ve onun seçkinler çevresine [gönderilen bir elçi] olduğunu gösteren alametlerdir. (30) Çünkü onlar yoldan çıkmış, yozlaşmış bir topluluk haline gelmiş bulunuyorlar."

28 - Bkz. 7:108 hk. 85. not.

29 - Zemahşerî'nin belirttiği gibi, yukarıdaki cümle beklenmedik bir anda korkutucu bir şeyle karşılaşan ve insiyakî olarak elini kolunu açıp korunma durumuna geçen insanın, korku sebebi ya da nesnesi ortadan kalktıktan sonra "kolunu [lafzen, "kanadını"] indirip, kendini toparlamasını" dile getiren deyimsel bir ifadedir. İfade burada, bir yandan da 31. ayetin son cümlesini yankılamaktadır: "Sen [bu dünyada da, öte dünyada da] güvenlik içinde olan kimselerdensin".

30 - Burada "iki alamet" (burhânân) tabiri, Hz. Musa'nın, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğundan yana duyduğu inanç sayesinde maddî ve manevî her türlü korkuya karşı bağışık kalabilme gücü olarak anlaşılabileceği gibi, görünüşle gerçekliğin her zaman çakışmadığını görme ve gösterme kabiliyeti olarak da anlaşılabilir.

33. [Musa:] "Ey Rabbim!" dedi, "Ben onlardan birini öldürdüm ve bu yüzden onların da beni öldürmelerinden korkuyorum..." (31)

31 - Hz. Musa bunu söylerken, kendi canından korktuğunu değil, fakat kendisine yöneltilen görevi yerine getiremeyeceğinden endişe ettiğini ifade etmek istiyor.

34. Ayrıca, kardeşim Harun'un konuşma tarzı benimkinden daha açık, daha düzgündür; (32) öyleyse benim söylediklerimi [daha akıcı bir şekilde] doğrulayan bir yardımcı olarak o'nu da benimle birlikte gönder; çünkü, gerçek şu ki, beni yalanlayacaklarından korkuyorum".

32 - Karş. 20:27-28 ve 26:12-13, keza ilgili notlar.

35. [Allah:] "Senin pazunu kardeşinle güçlendireceğiz ve ikinize öyle bir güç ve nüfûz vereceğiz ki size dokunamayacaklar (33) ve mesajlarımız sayesinde siz ikiniz ve sizi izleyenler üstün gelecekler!" dedi.

33 - Lafzen, "ki size ulaşamayacaklar".

36. FAKAT Musa apaçık mesajlarımızla [Firavun'un ve onun seçkinler çevresinin] karşısına çıkınca, berikiler hemen: "Bu [bir ölümlü beşer tarafından] uydurulmuş parlak bir büyüden (34) başka bir şey değil; biz atalarımızdan böyle bir şey işitmemiştik!" dediler.

34 - Bkz. sihr teriminin yukarıdaki anlamında Kur'an'da ilk defa kullanıldığı 74:24 hk. 12.

not.
37. [Musa:] "Kimin O'nun katından bahşedilmiş doğru yol bilgisiyle geldiğini, bu (geçici dünya) yurdu(nu)n sonunda kime kalacağını en iyi bilen benim Rabbimdir. (35) Muhakkak olan şu ki, zalimler asla kurtuluşa, esenliğe erişemezler!" diye karşılık verdi.

35 - Yukarıdaki ifade hk. bir açıklama için bkz. 6. sure, 118. not.

38. Bunun üzerine Firavun: "Soylular!" dedi, "Ben sizin için benden başka tanrı tanımıyorum! (36) Bunun içindir ki, sen ey Hâmân, benim için [tuğla] ocağını tutuştur, balçığı pişir ve bana öyle yüksek bir kule yap ki, çıkıp Musa'nın şu tanrısını bir göreyim! (37) Çünkü ben o'nun şu onmaz yalancılardan biri olduğunu sanıyorum!"

36 - Mısırlılar'ın gerçekte pek çok düzmece tanrıya tapındıkları gözönünde tutulursa, bu ifadenin lafzî anlamıyla ele alınmaması gerektiği açıktır; ne var ki, Firavunlar tanrı fikrinin bedenleşmiş hali, tecessümü olarak görüldükleri içindir ki, yukarıdaki ifadenin sahibi olan Firavun, kendisini bütün tanrısal nitelikleri kişiliğinde toplayan "En Büyük Tanrı" olarak görmekte ve halkı tarafından da öyle görülüp tapınma derecesinde yüceltilmektedir (karş. 79:24).

37 - Yahut: "Musa'nın tanrısına çıkayım". Ettali‘u fiiline bu anlamlardan hangisi verilirse verilsin, Firavun'un yüksek bir kulenin inşasını istemesi yalnızca Mısır'daki büyük firavun ehramlarından/piramitlerinden birinin inşasına ilişkin bir îma (bkz. yukarıda 6. not) değil, aynı zamanda Hz. Musa'nın ortaya koyduğu, var olan her şeyin mutlak manada üstünde ve ötesinde olan, yaratıcı ve hükmedici olarak her şeyi kuşatan, elinde tutan Tek Tanrı kavramına yöneltilmiş alaycı ve küçümseyici bir îma da taşımaktadır.

39. İşte böylece, o ve onun buyruğunda olanlar, hiçbir haklılık kaygısı taşımaksızın (38) [yargı için] Bize dönmeyeceklerinden eminmişçesine (39) yeryüzünde büyüklük tasladılar!

38 - Lafzen, "haksız yere" yahut "hakka dayanmaksızın" (bi gayri'l-hakk).

39 - Lafzen, "ve Bize dönmeyeceklerini sanıyorlardı". Eski Mısırlılar da, hiç şüphesiz, ölümden sonra dirilişe inanıyorlardı ve bu inanç ilahî yargı fikrini de içine alıyordu. Ancak, burada Hz. Musa'ya muhatap olan Firavun'un hakkın tebliği karşısındaki azgın muhalefetine dikkat çekilmek istendiği içindir ki, Kur'an onun bu tutumunu îma yoluyla ölümden sonra kalkışa ve insanın Allah'a karşı nihaî sorumluluğuna inanmayan kimselerin tutumuna benzetmektedir; bunun içindir ki, yukarıdaki cümleciğin başında yer alan ve bağlacını "...mişcesine" ekiyle aktarmanın daha uygun olacağını düşündük.

40. Ve bu yüzden onu ve onun buyruğunda olanları kıskıvrak yakalayıp denize gömdüm. Bak işte, zalimlerin sonu nasıl oldu!
41. [Yeryüzünde onların işini bitirdik] ve böylece kendilerini [cehennem] ateşinin yolunu gösteren [kötülüğün] sembol tipleri (40) olarak [insanlığın karşısına] çıkardık; öyle ki, Kıyamet Günü'nde böylelerine asla yardım edilmeyecektir;

40 - Lafzen "ateşe çağıran sembol tipler (eimme)". Hz. Musa kıssasının bu bölümünün anahtar ya da eksen cümlesi budur. 15-16. ayetlerle nasıl bir günah olarak kavmî ve kabilevî önyargılara dikkat çekiliyorsa (bkz. 15. not), burada da Firavun'dan "[kötülüğün] sembol tipleri"nden biri olarak söz edilirken de, Firavun'un kişiliğinde Kur'an'ın muhtelif yerlerinde İblis'in "başkaldırısı" temsîliyle tekrarlanan (bkz. 2:34 hk. 26. not, 15:41 hk. 31. not) ve katıksız "şeytanî" tutumlar ya da tavırlar olarak nitelendirilen boş gurura (tekebbür) ve büyüklük kompleksine (istikbâr) dikkat çekilmektedir. Bu "şeytanî" insiyâklar ya da dürtüler, mahiyet olarak kötü oldukları içindir ki, insanı kötü eylemlere sevk etmekte ve sonuç olarak insanın manevî/ahlakî donanımını zayıflatmakta yahut büsbütün tahrip ederek onun ahiret hayatını da zindana çevirmektedir.

42. çünkü Biz bu dünyada bir horlanma, aşağılanma taktık onların peşine; (41) Kıyamet Günü'nde ise onlar iyice küçük düşmüş, bayağılaşmış kişiler arasında yer alacaklardır. (42)

41 - Yani, "Firavun gibi" yahut "firavunca" sıfatının tarih boyunca insanlarda uyandırdığı lânetli çağrışımda kendini gösteren kötü şöhret. Belirtmeliyiz ki, la‘net sözcüğü burada öncelikle "yâd görme, yabancılama", yani iyi ve arzu edilebilir her şeyden uzak tutma (ib‘âd) anlamı taşımaktadır.

42 - Yani, kendi kötü eylemleri yüzünden Allah'ın rahmetinden uzak kalmış kişiler arasında; klasik müfessirlerden ve dilbilimcilerden çoğunun makbûh terimine verdikleri anlam bu yöndedir (karş. Lisânu'l-‘Arab, Tâcu'l-‘Arûs vb.).

43. Ve gerçek şu [ki], daha önceki [günahkar] nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanlar için bir aydınlanma kaynağı, bir doğru yol bilgisi ve bir rahmet olarak Musa'ya (vahyedilmiş) kitabı (43) verdik ki, [Bizi] anıp düşünsünler.

43 - Tedvîn edilmiş (yazıyla kaydedilmiş) ilk vahyî yasalar kitabı olması dolayısıyla Tevrat insanlığın dinî tarihinde yeni bir safhayı başlatmıştır (karş. İsrailoğulları'nın dinde ya da doğru yolda "öncüler" yapılmak istenmesine ilişkin bu surenin 5. ayetindeki atıf).
44. İMDİ, [sana gelince, ey Muhammed,] Biz Musa'ya Yasamızı bildirirken sen o kutlu vadinin batı yamacında değildin; [o'nun devrinde olup bitenlere] şahit olan kimseler arasında da bulunmuyordun; (44)

44 - Bu ifade, Kur'an'da anlatılan Hz. Musa kıssasının Muhammed (s)'e vahiyden başka bir yolla intikal etmiş olamayacağını ve dolayısıyla Kur'an'ın da, şüphe götürmeyecek bir biçimde vahiy ürünü olduğunu dile getirmektedir. Yukarıda "yasa" sözcüğüyle aktardığımız el-emr terimi, İbranîce'de, Hz. Musa'ya vahyedilen kitaba isim olarak ıstılahlaşmış olan Torah ("yasa" veya "buyruk") sözcüğünün Arapça karşılığıdır.

45. tersine, Biz [onlarla senin aranda] nice nesiller yarattık ve onlardan sonra nice çağlar geçip gitti. Ve Sen, mesajlarımızı kendilerine okuyup açıklamak üzere, Medyen halkı arasında da yaşamadın; (45) fakat Biz [elçilerimizi insanlara her zaman] gönderiyoruz.

45 - Yani, "Ey Muhammed, peygamberlerimizin ilki sen değilsin; tıpkı Şuayb'ı Medyen halkına gönderdiğimiz gibi, seni de kendi çağının insanlarına elçi olarak gönderdik" (Râzî'nin kaydına göre Dehhâk).

46. Evet, Biz [Musa'ya] seslendiğimiz zaman sen Sina Dağı'nın yamacında değildin; (46) fakat [sen de, öteki elçiler gibi,] senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarasın diye Rabbinden bir rahmet aracı olarak [gönderildin] ki böylece belki (geçmişte olup bitenleri) düşünür [de Bizi] anarlar.

46 - Bazı klasik müfessirlere göre, "Sina Dağı'nın yamacı"yla ilgili bu ikinci atıf 7:156'da bahsedilen "Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır" yolundaki ilahî teminata ilişkin bir îma taşımaktadır (Taberî, Râzî). Bu yorum Muhammed (s)'in elçi olarak görevlendirilişinin Rabbinin rahmetinin bir sonucu olduğunu işaret eden sonraki atıf bakımından da yerinde gözükmektedir.

47. Ve [ayrıca, Biz seni, Yargı Günü'nde] kendi elleriyle yapıp-ettiklerinden ötürü başlarına bir musibet geldiği zaman: "Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndermiş olsaydın senin mesajlarına uyar ve inanan kimselerden olurduk!" demesinler diye [gönderdik].
48. Buna rağmen, yine de kendilerine katımızdan hakikat geldiği zaman "Niçin ona da Musa'ya verilenin bir benzeri verilmedi?" (47) derler. Fakat böyleleri, bundan önce, Musa'ya verileni de inkar etmemişler miydi? [Nitekim] "Birbirini destekleyen iki aldatmaca örneği!" (48) diyorlar ve ekliyorlar: "Biz topunu birden reddediyoruz!"

47 - Kur'an'da sık sık belirtildiği gibi, Muhammed (s)'e vahyedilen temel ahlakî gerçekler, bozulmamış haliyle önceki vahyî kitaplarda vaz‘edilenlerle esasta aynıdır. Muhammed (s)'in gerek kendi çağındaki gerekse sonraki çağlardaki muhaliflerinin, Kur'an'ın güvenilirliğini (authenticity) sorgularken, "Eğer Allah tarafından vahyedilmiş olsaydı, getirdiği teklifler ve özellikle de toplumsal ilkeler, daha önceki kitaplarda, örn. Tevrat'ta öngörülen esaslarla bu kadar kökten ayrılıklar gösterir miydi?" diyerek itiraz ettikleri ifade budur. Bu itirazı yapanlar önceki kitapların (Tevrat, İncil) zaman içinde tahrifata uğrayıp uğramadığını hesaba katmadıkları bir yana, Kur'an'da sıkça belirtildiği gibi, önceki yasa örgülerinin (şeriatların) belli toplumların manevî/ahlakî seviyelerine, insanlık tarihinin belli safhalarına tekabül ettikleri ve dolayısıyla insan inkişafının daha sonraki safhası için yeni ilke ve yasalarla yenilenmeleri gerektiği gerçeğini gözardı etmektedirler (bu konuda bkz. 5:48'in ikinci paragrafı ve ilgili 66. not). Oysa, ayetin devamından ve özellikle son cümlesinden açıkça anlaşılacağı üzere, bu gayrisamimî iddianın amacı Kur'an karşısında eldeki Eski Ahid'in güvenilirliğini, sıhhatini savunmak değil, fakat daha çok, hem Eski Ahid'e hem de Kur'an'a duyulan güveni sarsarak, din dışı zihniyetin doğal olarak her zaman karşı olduğu temel dinî ilkeyi, yani ilahî vahiy fikrini, insanın var olan her şeyin Yaratıcısı ve Âmili olan Allah'a karşı mutlak bağımlılığı ve sorumluluğu fikrini çürütmektir.

48 - Bir yandan, Eski Ahid'in Muhammed (s)'in gelişini önceden haber verdiği fikrini (karş. 2. sure, 33. not), bir yandan da Kur'an'ın önceki kitapları tevhidî ve ahlakî temel ilkeler doğrultusunda teyid ettiği yolundaki sık tekrarlanan Kur'ânî ifadeyi hedef alan karalayıcı bir ifade. Sihr ("büyü") terimine bizim yüklediğimiz "aldatmaca" ve bazan da "gözbağcılık" anlamı için bkz. 74:24 hk. 12. not.

49. De ki: "Eğer doğru sözlü kimselerseniz, haydi, Allah katından, doğru olana bu ikisinden (49) daha yakın bir yol gösteren bir başka kitap getirin, ona ben de uyayım!"

49 - Yani, Tevrat ve Kur'an'dan. Bu anlam örgüsü içinde İncil'den bahsedilmemiştir; çünkü, Hz. İsa'nın kendisinin de belirttiği gibi, o'nun mesajı Hz. Musa'nın tebliğ ettiği ilkelere dayanmaktaydı ve dolayısıyla Tevrat'ı yürürlükten kaldırmayı amaçlamıyordu.

50. Ve eğer senin bu çağrına da karşılık veremiyorlarsa, (50) artık bil ki, onlar sadece geçici doyumlara tutsak, bencil ve çıkarcı isteklerinin peşindedirler. Allah'tan bir doğru yol bilgisi olmaksızın, geçici aldatıcı doyumlar, bencil ve çıkarcı istekler peşinde kendine yol arayan kişiden daha sapık kim olabilir ki? Gerçek şu ki, Allah zulmü kendine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez!

50 - Lafzen, "Eğer sana cevap vermiyorlarsa"; bununla, zaten böyle bir çağrıyı kabul edebilecek durumda olmadıkları ifade edilmek isteniyor.

51. GERÇEK ŞU Kİ, Biz vahyi onlara adım adım ulaştırdık (51) ki böylece belki [üzerinde düşünür], akıllarında tutarlar.

51 - Lafzen, "Biz bu sözü onlara tedrîcen ulaştırdık". Bu tedricîlik anlamı, Kur'an'ın Muhammed (s)'in yirmiüç yıllık risalet görevi içinde adım adım vahyedildiğine işaret etmek üzere -gramatik olarak nezzelnâ fiiliyle aynı yapıda olan- vessalnâ fiilinin muhtevasında vardır.

52. Kendilerine bundan önce de kitap vermiş bulunduğumuz kimseler buna [da] inan[mak zorundad]ırlar. (52)

52 - Bu hem -Muhammed (s) zamanında ihtidâ eden (İslam'a dönen) Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili- tarihsel olguya işaret eden bir ifadedir, hem de Yahudi ve Hristiyanlardan İslam'a dönenlerin olacağını bildiren ilahî bir müjdedir. Bununla birlikte, akılda tutulmalıdır ki, Allah'ın "kitap vermiş bulunduğu kimseler" ifadesi, bu anlam örgüsü içinde, önceki kitaplarla kendilerine ulaşan temel birtakım tevhidî ve ahlakî ilkelere, bu kitapların maruz kaldığı tahrifatın ötesinde, bilinçli ve samimî olarak bağlı kalan kimselere işaret etmektedir. Böylelerinin Kur'an'ın önceki kitaplarla aynı temel ahlakî gerçekleri vaz‘ettiğini anlamalarını sağlayan -ya da sağlayacak olan- da işte bu bilinç ve samimiyettir. (Karş. 26:196-197 ve ilgili 83-85 notlar.)

53. Bu kimseler [değişmeyen gerçek] kendilerine ulaştırıldığında, hemen, "Buna inandık!" derler, "Çünkü bu bize Rabbimizin katından ulaşan bir gerçek; bu bize ulaşmadan önce de, biz zaten O'na yürekten boyun eğen kimselerdik!"
54. Güçlüklere göğüs germelerine, kötülüğü iyilikle savmalarına, (53) kendilerine rızık olarak bahşettiğimiz şeylerden başkaları için de harcamalarına karşılık kendilerine iki kat ecir verecek olduğumuz kimseler işte böyleleridir;

53 - Bkz. 13:22'deki benzer ifade hk. 44. not. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde, "güçlüklere göğüs germek" ve "kötülüğü iyilikle savmak"la ilgili atıfla, açıktır ki, hakim dinî temayüller ve geleneksel yaşama tarzının rağmına doğru yolu seçen insanların kendi toplumları tarafından maruz bırakıldıkları her türlü maddî ve manevî baskıya, toplumsal tecrit ve boykota işaret edilmektedir.

55. onlar ki, boş ve anlamsız sözler işittikleri zaman (54) ondan hemen yüz çevirip, "Bizim yapıp-ettiklerimizin hesabını biz vereceğiz, sizin yapıp-ettiklerinizin hesabını da siz vereceksiniz. Size selâm olsun; bizim, [doğru ile yanlışın anlamından] habersiz kimselerle işimiz yok" derler.

54 - Boş ve anlamsız sözlerden kasıt, ayette bahsedilen kimselerdeki manevî biçimlenmeyi, manevî yenilenmeyi önyargılara dayanarak alay konusu yapan kimselerin söylediği karalayıcı sözler olsa gerektir.

56. GERÇEK ŞU Kİ, sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin; fakat Allah'tır, [yönelmek] isteyeni doğru yola yönelten; (55) ve yine O'dur, doğru yola girecek olanları (56) en iyi bilen.

55 - Yahut: "Allah'tır, dilediği kimseyi doğru yola yönelten". Sözdizimi olarak aynı ifade için her iki karşılık da doğrudur. Son derece güvenilir muhtelif Hadis rivayetlerine göre yukarıdaki ifade, Hz. Peygamber'in, çok sevdiği ve kendisini hayatı boyunca sevip korumuş olan ölüm döşeğindeki amcası Ebû Tâlib'e atalarının müşrik inançlarını bırakıp Tek Allah inancını benimsemesi yönünde yaptığı telkinlerden sonuç alamamasıyla ilgilidir. Ebû Cehil ve öteki Mekke'li seçkinlerin etkisiyle Ebû Tâlib, kendisinden nakledilen sözlerle, "Abdulmuttalib'in dinine" (Buhârî) yahut rivayetin (Taberî'nin naklettiği) başka bir tarîkine göre, "Atalarının (el-eşyâh) dinine" bağlı olduğunu ifade ederek son nefesini vermiştir. Bununla birlikte, yukarıdaki ifade ("sen sevdiğin herkesi doğru yola yöneltemezsin") zamanla kayıtlı olmayan bir önemi haizdir; ve bu anlamda, kişinin, bir başka kişiyi, bu kişi çok sevdiği biri de olsa, kendi istek ve eğilimi olmadıkça doğru yola sokmaya, doğruya inandırmaya ya da yanlış ve hatalı olan çizgiden uzaklaştırmaya çalışmasının bir noktadan sonra yararsız olduğunu işaret etmektedir.

56 - Muhtedîn ifadesi için yukarıda benimsenen karşılık, bu anlam örgüsü içinde, pek çok klasik müfessirin yaptığı açıklamalarla çakışmaktadır; örn. "doğru yol rehberini kabul edenler" (Zemahşerî); "zaman içinde doğru yolu bulan herkes" (Râzî); "doğru yola girmeye yatkın ve niyetli olanlar (musta‘iddîn)" (Beydâvî); "hidayeti hak eden herkes" (İbni Kesîr) vb. Bütün açıklamalardan şu anlaşılmaktadır ki, Allah'ın hidayeti, ancak buna ulaşmak isteyenlere vaad ettiği rahmetin nihaî belirtisinden ibarettir. Bu konuda daha derinlemesine bir açıklama için bkz. Zemahşerî'nin aydınlatıcı mülahazalarına yer veren 14:4 hk. 4. not.

57. "Seninle aynı yolu izleyecek olursak kendi toprağımızdan koparıp atarlar bizi" diyorlar. (57) Oysa, Katımızdan rızık olarak her türlü ürünün getirilip toplandığı, koruyucu örf altında güvenli bir yere yerleştirmedik mi onları? (58) Ne var ki, çokları [bunun] farkında değil.

57 - Lafzen, "Seninle beraber doğru yolu tutacak olsak, bizi ülkeden koparıp atarlar". Bu pasajın içiçe iki anlamı vardır. Tarihî planda, yukarıdaki ifade, Muhammed (s)'in çağrısına karşı Mekke'li pek çok müşrikin şu mazeretini dile getirmektedir: "Senin çağrını kabul edecek olursak diğer kabilelerden pek çoğu bizi cedlerimizin dinine ihanetle suçlayacaklar ve bizi kendi topraklarımızdan sürüp çıkaracaklardır". Aynı ifade, daha genel ve zamana bağımlı olmayan anlamıyla, hangi çağda, hangi kültürel ve dinî ortamda olursa olsun, manevî planda yeni bir çağrının hak olduğunu fark etmiş olmakla birlikte, kendileriyle mensup oldukları çevrenin arasını açacağından ve onları toplum içinde dayanaksız bırakacağından çekindikleri için hakkı açıkça tanımaya yanaşmayan insanların tereddüdünü yansıtmaktadır.

58 - Yukarıda dünyaya ve çevrelerine tutsak insanların korkularını dile getiren önceki ifade gibi bu Kur'ânî cevap da iki seviyede anlamlandırılmalıdır. Sınırlı ve tarihsel anlamıyla bu cevap, Hz. İbrahim'in, Kâbe'nin etrafındaki toprakların her çağda güvenli kılınması ve çoraklığının, verimsizliğinin dışarıdan gelecek bereketli yardımlarla telafî edilmesi yolundaki duasını îma etmekte (karş. 14:35-41; ayrıca, 2:126) ve böylece Hz. Peygamber'in Mekke'li çağdaşlarına Allah'a karşı dürüst ve inançlı oldukları sürece yurtlarından atılmaktan korkmamaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Öte yandan, ifadede geçen -ve 61. ayette de atıfta bulunulan- "koruyucu örf altında, güvenli yer" sözü, Allah'ın kendisine inanan ve O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olan kimselere bu dünyada manevî huzur, öte dünyada da bitmeyen bir mutluluk, esenlik bahşedeceği ve böylece iyi hallerinin, dürüst ve erdemli davranışlarının bereketli "ürünleriyle" ödüllendirilecekleri, "korku ve üzüntü çekmelerine gerek kalmayacağı" yolundaki vaadini dile getirmektedir (karş. 2:62, 3:170, 5:69, 6:48, 7:35, 10:62, 46:13). Ayrıca bkz. 29:67 hk. 59. not.

58. Oysa, Biz, varlık ve refahtan ötürü azgınlaşan nice toplumları yok etmişizdir; işte, (gözönünde) onların yaşadıkları yerler: pek azı dışında, onlardan sonra oralarda kimse yerleşmemiştir; çünkü herkes göçüp gittikten sonra, ebediyyen kalacak olan yalnızca Biziz! (59)

59 - Lafzen, "varis olan Biziz" (kunnâ). Bu ifadeye verdiğimiz anlam için bkz. 15:23 hk. 22. not. Dünyevî her türlü çıkar ve doyumun, ilahî hidayetin getireceği kalıcı kazançlar yanında son derece önemsiz ve geçici olduğunu vurgulayan bir ifade.

59. Bununla birlikte, yine de senin Rabbin hiçbir toplumu, kendi içlerinden onlara mesajlarımızı okuyup açıklayacak bir elçi göndermedikçe (60) yok etmez; ve yine Biz hiçbir toplumu, üyeleri birbirlerine zulmetmeyi yol olarak benimsemedikçe, yok etmiş değiliz. (61)

60 - Zımnen, "Ve böylece doğruyla eğrinin ne olduğunu onlara göstermedikçe": karş. 6:130-132 ve ilgili 116 ve 117. notlar.

61 - Bu bakımdan karş. 11:117 ve 149. not. Bu ve bundan önceki notta işaret edilen üç ayet (yani, 6:130-132, 11:117 ve 28:59) birbiriyle son derece ilgilidir ve dolayısıyla bu konudaki mesajın anlaşılması yönünde, üçünün bir arada okunması faydalı olacaktır. Yukarıdaki pasaj, 58. ayetle ve oradaki "varlık ve refaha" yapılan atıfla, özellikle bu unsurlar insanların ulaşmak için birbirlerine zulmettikleri şeyler olmaları sebebiyle, sıkıca bağlantılıdır.

60. Size verilen şeyler dünya hayatına ilişkin geçici doyumlardan ve yine dünyada kalan süs ve eğlenceden ibarettir; oysa, Allah katında kazanılanlar daha hayırlı, daha kalıcıdır. (Buna rağmen,) aklınızı kullanmayacak mısınız?
61. Öyleyse, kendisine, [yeniden dirileceği gün] (62) gerçekleştiğini göreceği güzel bir vaadde bulunduğumuz kimsenin hali, kendisine dünya hayatında geçici doyumlar sağladığımız, ama Kıyamet Günü kendisini yargı karşısına çıkarılanlar arasında bulacak olan (63) kimsenin hali gibi midir?

62 - Bkz. 58. notun ikinci yarısı.

63 - Zımnen, "Kendisine bahşettiğimiz nimetleri kötüye kullandığı ve bunları Bizden başka güçlere isnad ettiği için".

62. Çünkü, o Gün böylelerine seslenilip, "Tanrılıkta Bana ortak olduğunu sandığınız [varlıklar ya da güçler] (64) şimdi neredeler?" diye sorulacak.

64 - Lafzen, "[var olduğunu] vehmettiğiniz ortaklarım": bkz. 66:22-23 hk. 15 ve 16.

notlar.
63. [Bunun üzerine, vaktiyle yapılan] uyarının apaçık aleyhlerine tecelli ettiğini gören (65) kimseler: "Ey Rabbimiz!" diyecekler, "Bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir; (evet,) biz kendimiz azdığımız gibi, onları da azdırdık (66) (Ama şimdi) onları Senin hükmüne bırakıyoruz; zaten onların tapındığı gerçekte biz değildik". (67)

65 - Yani Allah'ın yargısının aleyhlerine gerçekleştiğini gören kimseler (karş. 27:82 ve ilgili 73. not). Ayetin devamından da anlaşılacağı gibi, burada hitab edilen kimseler, toplumlarına yanlış ölçüler, yanlış değer hükümleri empoze ettiği farzedilen "din ve düşünce önderleri"dir; ve yandaşlarının tuttuğu eğri yoldan en başta bunlar sorumlu olduklarından, öte dünyada azabı en başta çekenler de bunlar olacaktır.

66 - Yani, "biz onları yoldan çıkardıysak, bu, kötü niyetimizden ötürü değildi; bizi nasıl bizden öncekiler yoldan çıkardıysa, biz de onlardan devraldığımız bakış açıları ve yaşam tarzıyla sonrakileri yoldan çıkarmış olduk". Bu "cevap", hiç şüphesiz, zevahiri kurtarmak için söylenmiş mesnetsiz bir sözdür; fakat burada bu söze, insanın kaba maddeciliğe dayanan sahte -ve böyle olduğu halde, yine de yüceltilmekten geri durulmayan- değer ve kavramlara karşı gösterdiği bağlılığın sadece bir "toplumsal sirayet" meselesi olduğunu; bir başka deyişle, bu maddeci sahte değerlere sırf öncekilerden intikal ettiği ve sonraki nesiller tarafından da körü körüne benimsendiği için zaman içinde reddedilemez gözüyle bakılır olduğunu göstermek için yer verilmiştir. En derin anlamıyla bu pasaj, Kur'an'daki benzer başka ifadeler gibi, zihnî ya da ahlakî bir önermenin doğruluğuna hükmetmek için öteki bütün şartları bir kenara bırakıp sadece onun önceki nesiller tarafından muteber görülmüş olmasını yeterli görmenin zihnen ve ahlaken kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır.

67 - Bir başka deyişle, onlar sadece kendi arzu ve heveslerine kulluk ediyorlar, ama bu arzu ve heveslerini haricî varlıklara yansıtıyor yahut onlarla özdeşleştiriyorlardı. Bu konuda bkz. 10:28 ve ilgili notlar, özellikle 46. not, ayrıca bkz. 34:41 ve 52. not.

64. Sonra onlara: "Çağırın, bakalım" denecek, "tanrısal nitelikler yakıştırarak [Allah'a] ortak koştuğunuz [varlıkları ya da güçleri]!" (68) Ve onlar da bu sözü geçen [varlıkları ya da güçleri] yardıma çağıracaklar, ama berikiler kendilerine herhangi bir karşılık vermeyecekler; ve sonunda, göre göre sadece azabı görecekler karşılarında; [oysa, bu umutsuz, çaresiz duruma düşeceklerine] vaktiyle doğru yolu tutsalardı ya! (69)

68 - Lafzen, "[Allah için uydurduğunuz] ortaklarınızı": bkz. yukarıda 64. not.

69 - Lev kânû yehtedûn ibaresine verdiğimiz bu anlam için bkz. yukarıda 56. not.

65. Nitekim, o Gün böylelerine seslenilip, "Size gönderilen elçilere nasıl bir tepki gösterdiniz?" (70) diye sorulacak.

70 - Bu ifade, ilgili 60. notla açıklanan 59. ayetin ilk cümlesiyle bağlantılıdır. Ayet, günahkarların Allah'ın elçileri tarafından ortaya konan doğru yol çağrısına icabet etmemiş olduklarını îma etmektedir. Kur'an'da başka pek çok örneğinde gördüğümüz gibi, burada da Allah'ın günahkarlara yönelttiği soru, aslında, nihaî yargı karşısında suçluluğunun farkına varacak olan kişi için artık aşikar olan manevî çöküşe dikkat çekmek içindir.

66. Ne var ki, o Gün, geçmişte olup bitenler için bir mazeret, bir açıklama getirmek yönünde önlerinde bütün yolların kapanmış olduğunu görecekler; (71) ve bu konuda birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklar. (72)

71 - Lafzen, "bütün mazeret ve açıklamalar onlara kapanacak". Cümlenin öznesi durumundaki enbâ' (lafzen, "haberler") ismi burada ayetin anlam akışı içinde yukarıda ifade edilmeye çalışılan bir anlamla yüklüdür (Taberî).

72 - Yani, bütünüyle ve topluca şaşkınlık içinde olacaklar. Lâ yetesâelûn (lafzen, "birbirlerine soru soramayacaklar") ibaresine yukarıda verilen anlam için bkz. bu ibare hakkında Beydâvî, Zemahşerî ve Beğavî tarafından yapılan açıklamalar.

67. Ama buna karşılık, pişman olup doğru yola dönen (73) ve dolayısıyla, inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan kişiye gelince, böyle birinin [öte dünyada] kendini kurtulan, esenliğe erişen kimseler arasında bulması (elbette) umulabilir.

73 - Yani, dünya hayatı sırasında. Kişinin kendi ahlakî ya da manevî eksikliğinin farkına varmasıyla başlayan tevbe haline ilişkin bir açıklama için bkz. 24. sure, 41. not.

68. VE [gerçek şudur:] dilediğini yaratan ve [insanlar için] en iyi olanı seçen senin Rabbindir. (74) Sınırsız kudret ve yüceliğiyle Allah onların tanrısal nitelikler yakıştırarak ortak koştukları her şeyin, herkesin mutlak olarak üstündedir!

74 - Klasik müfessirlerden bazıları mâ kâne lehumu'l-hıyerah ibaresindeki mâ'yı olumsuzluk eki (ya da takısı) olarak, hıyerah ismini "seçim/ihtiyar" yahut "seçme özgürlüğü/seçme serbestisi" olarak ele alıp buna dayanarak ibareye "seçen O'dur; onların [yani, insanların/kulların] seçme özgürlüğü yoktur" anlamını verme eğilimindedirler. Fakat, bizim kanaatimize göre, bu açıklama tarzı sadece bu surenin daha önceki ayetleriyle değil, her fırsatta insanın doğru ile eğri arasında seçim yapmak sorumluluğu altında olduğunu -ve dolayısıyla izafî bir seçim serbestisi içinde olduğunu- ama bunun yanında, olayların gidişini, sınırsız kudret ve bilgisiyle nihaî anlamda Allah'ın belirlediğini vurgulayan Kur'an mesajının tamamiyle çelişir gözükmektedir. Bunun içindir ki, biz çeviride mâ takısını olumsuzluk eki olarak değil, fakat ellezî ("ki" yahut "her ne")'nin gördüğü işi bir ilgi zamiri olarak gören ve hıyerah ismine, sözcüğün birincil karşılığıyla, yani "seçilen" yahut en iyisi olduğu kanaatiyle "tercih edilen" anlamını veren, bir başka deyişle onu hayr sözcüğüyle eş anlamlı olarak ele alan Taberî'nin benimseyip inandırıcı bir tarzda savunduğu görüşü esas aldık. Zemahşerî (Taberî'den bahsetmese de) bu görüşü açıkça desteklemekte, onu şöylece genişletmektedir: "Allah insanlık için en hayırlı (mâ huve hayr) ve en yararlı olanı (aslah) seçer; çünkü O, onlar için neyin iyi olacağını onlardan daha iyi bilir".

69. Ve yine senin Rabbindir, onların içlerinde gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da künhüyle bilen!
70. Çünkü O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. (Hayatın) başında da sonunda da (75) tüm gerçek övgüler yalnızca O'na yaraşır; nihaî hüküm O'nundur; çünkü O'na döndürüleceksiniz.

75 - Yahut: "Bu dünyada da, öte dünyada da".

71. De ki: "Hiç düşündünüz mü: Allah geceyi üzerinizde Kıyamet Günü'ne kadar sürekli kılacak olsa, söyleyin, Allah dışında size ışık getirebilecek başka bir tanrı var mı? (76) O halde, artık [gerçeğin sesine] kulak vermeyecek misiniz?"

76 - Lafzen, "Allah'tan başka size ışık getirebilecek tanrı kimdir?" Bununla, böyle bir "tanrı"nın var olmadığının dile getirilmek istendiği açıktır.

72. De ki: "Hiç düşündünüz mü: Allah gündüzü üzerinize Kıyamet Günü'ne kadar sürekli kılacak olsa, söyleyin, Allah dışında, bağrında dinlendiğiniz geceyi size (geri) getirebilecek başka bir tanrı var mı? Peki, artık [gerçeği] görmeyecek misiniz?" (77)

77 - Yani, "Şaşmaz bir düzen ve amaçlılık içinde yürüyen yaratılış mucizesine bakıp düşünmeyecek misiniz?"

73. Çünkü rahmetinden sizin için geceyi ve gündüzü O yarattı ki birinde dinlenesiniz, ötekinde de O'nun cömertliğinden [nasibinizi] arayasınız da belki böylece şükredesiniz.
74. EVET, O GÜN (78) onlara seslenip, "Bana ortak olduğunu düşündüğünüz [varlıklar ya da güçler] neredeler?" diye sorulacak. (79)

78 - Yani, Kıyamet Günü -böylece 62-66. ayetlerde temas edilen konuya dönülmektedir.

79 - Yukarıda 62. ayette geçen "soru"nun burada tekrarlanması, günahkarların dünyadaki tutumlarını aklen hiçbir şekilde haklı gösterebilecek durumda olmadıklarını vurgulamak içindir; sonraki ayetin başındaki ilave de bu hususa dikkat çekmek içindir.

75. Ve [bu soru cevapsız kalacak, çünkü] Biz [o sırada] her ümmetten bir şahit (80) çıkarmış olacağız ve [günahkarlara:] "Geçmişteki iddialarınızı doğrulayan bir delil getirin!" (81) diyeceğiz. Ve böylece görecekler ki, gerçek bütünüyle Allah'tan yana (82) ve kendi çarpık muhayyilelerinin ürünü bütün o düzmece tanrılar onları terk etmiş. (83)

80 - Yani, insanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde görevlendirilen ve ayette sözü edilen günahkarlar güruhuna vaktiyle Allah'ın mesajlarını yeterince tebliğ ettiklerine dair şimdi (Hesap Günü'nde) beyanda bulunacak olan peygamberler.

81 - Lafzen, "Getirin delilinizi" -yani, Allah'tan başka herhangi bir varlığın yahut kimsenin tanrısal nitelikler, tanrısal güçler taşıdığını isbat makamında.

82 - Yani, görecekler ki, Hak olan Allah'tır ve tanrılık da ancak Allah'a mahsustur; geri kalan her şey ve herkes O'nun mutlak iradesine bağlıdır.

83 - Mâ kânû yefterûn (lafzen, "uydurageldikleri şeyler") ibaresine burada ve 6:24, 7:53, 10:30, 11:21 ve 16:87'de verdiğimiz "kendi çarpık muhayyilelerinin ürünü düzmece tanrılar" karşılığı için bkz. 11. sure, 42. not; ayrıca, 6:22 hk. 15. not. Bu "çarpık muhayyile"nin özel bir örneği -insanın dünyevî itibar ve zenginliğine dayanarak sürüklendiği boş gurur ve gösterişe işaret edici yönde- hemen bundan sonraki ayette geçen Kârûn kıssasında sergilenmektedir (bkz. bir sonraki not).

76. [İMDİ,] Hesap Günü'nde bu duruma düşmek istemeyenler bilsinler ki şu ünlü Kârûn da Musa'nın kavmindendi (84) ve kendini büyük görüp onlara zulmediyordu; çünkü Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını taşımak bile bir manga adama, hatta daha fazlasına zor gelirdi. (85) Soydaşları ona: "[Servetinden ötürü] böyle böbürlenme, çünkü Allah böbürlenenleri sevmez!

84 - Yukarıdaki cümlenin kuruluş tarzı, Allah'ın büyük peygamberlerinden birinin ümmetine, yani o'nun getirdiği mesaja bağlı bir topluma mensup birinin bile -önceki pasajda işaret edilen "çarpık muhayyile"nin özel bir tezahürü olarak- kendini boş gurura ve büyüklük duygusuna kaptırıp günahkarca bir hayat sürdürmesinin az rastlanır bir durum olmadığına işaret etmektedir. Kârûn'la Eski Ahid'in Korah'ı (Sayılar, xvi) arasında kurulagelen özdeşlik, yukarıdaki kıssayla tarihî bir olayın anlatımı değil, fakat ahlakî bir mesaj amaçlandığı gözönünde bulundurulursa pek tutarlı gözükmediği gibi Kur'ânî metin tarafından da doğrulanmamaktadır. Bu husus, ayrıca, Kur'an'ın başka bölümlerinde (29:39 ve 40:24) Kârûn'la Firavun'un yanyana anılmasını da açıklıyor.

85 - ‘Usbeh terimi, on yahut daha çok (kırka kadar) adamın meydana getirdiği topluluk için kullanılır. Burada ise çokluktan kinaye olarak ağırlık ifade etmek üzere mecazen kullanılmıştır. Mefâtih ismi hem "anahtar" anlamına gelen miftah veya miftâh kelimesinin hem de "kilit altındaki şey" yani, "mal stoğu" ya da "hazine sandığı" anlamına gelen meftah kelimesinin çoğuludur ki, ayetteki anlam akışına uygun düşen de bu son kelimedir.

77. Öyleyse, Allah'ın sana verdiklerinden yararlanarak yalnızca ahiret yurdunda [iyi bir yer tutmanın] yolunu ara; (86) bu arada, pek tabii, bu dünyadaki nasibini de unutma; (87) ve Allah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de [başkalarına] öyle iyilikte bulun; ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma: çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!" dedikleri zaman,

86 - Lafzen, hayırlı, erdemli amaçlarla harcayarak.

87 - Lafzen, "ve ... unutma", vb.: cömert davranmakla birlikte, kendi ihtiyaçlarını da hesaba katarak ölçülü davran (karş. 2:143: "Biz sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik").

78. [Kârûn, onlara:] "Bu [servet] bendeki bilgi sayesinde bana verildi!" (88) diye karşılık verdi. Oysa, Allah'ın, ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve ondan daha fazla servet toplamış nicelerini [kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmaları yüzünden] yok ettiğini bilmiyor muydu (sanki)? Ama, şu var ki, suçluluğu kesinleşmiş olanlara (artık) günahlarından sual olunmaz!.. (89)

88 - Lafzen, "Benim kendi tecrübelerimin, akıllı ve iş bilir tutumumun ve bu yoldaki yeteneklerimin bir sonucu olarak" (karş. 39:49 ve ilgili 55. not).

89 - Bu ifadeyle, "böyle günaha batmışların" (mücrimûn) genellikle kendi hatalarını görmek konusunda onmaz bir körlük içinde olduklarının ve dolayısıyla öğüt ve uyarılara kapalı olduklarının îma edildiği açıktır.

79. [Kârûn] işte böyle görkem ve gösteriş içinde soydaşlarının karşısına çıkardı. (Öyle ki,) yalnızca dünya hayatına gözünü dikenler (ona bakıp da): "Ah, n'olurdu" derlerdi, "Kârûn'a verildiği kadar bize de verilseydi! Çünkü o gerçekten çok talihli biri!"
80. Kendilerine doğru, güvenilir bilgi bahşedilmiş olanlarsa: "Yazıklar olsun size!" derlerdi, (Bilmiyor musunuz ki,) gerçekten inanmış olan, dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseler için Allah'ın tasvip ettiği şeyler (90) daha hayırlıdır; ama şüphesiz, böyle bir nimete güçlüklere göğüs geren kimselerden başkası erişemez".

90 - Lafzen, "Allah'ın mükafatı", zımnen "manevî kazanç".

81. Ve sonunda onu da, evini barkını da yere batırdık: öyle ki, Allah'a karşı hiçbir şey, hiç kimse onun yardımına yetişmedi; (91) pek tabii, kendi kendine yardım edebilecek durumda da değildi.

91 - Lafzen, "kendisine yardım eden bir topluluk olmadı/bulamadı". Kârûn'un "yere batırılması", dünyevî varlık ve itibarının şu ya da bu sebeple, beklenmedik bir tarzda elinden çıktığını ifade eden mecazî bir anlamla yüklü olabilir.

82. Ve daha dün onun yerinde olmak isteyenler: "Vah bize!" dediler, "Demek ki, kullarından dilediğine rızkı geniş tutan, dilediğine de ölçülü-idareli veren Allah'mış! Ya Allah bize lütfetmemiş olsaydı, hiç şüphe yok, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vah vah, demek, hakkı inkar edenler iflah olmazmış!"
83. (Ama) ahiret yurduna gelince, Biz orayı yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere ayırmış bulunuyoruz; çünkü gelecek Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselerindir. (92)

92 - Bu son cümle, manevî değerlere varmak amacıyla insanın dünyevî varlık ve itibarın peşine düşmekten, ayartıcı, baştan çıkarıcı şeylere düşkünlük göstermekten kaçınmasının, anlamsız bir ilgisizlik ya da fırsat yoksunluğunun sonucu değil, fakat bilinçli olarak yapılan ahlakî bir seçimin sonucu olması gerektiğini açıklığa kavuşturmaktadır.

84. Kim ki [Allah'ın huzuruna] iyilik yaparak çıkarsa, daha iyisini, daha üstününü bulacaktır. (93) Ve kim ki kötülük yaparak çıkarsa, [bilsin ki,] kötülük yapanlar yalnızca yaptıklarının karşılığını görecekler. (94)

93 - Bkz. 27:89'daki benzer ifade hk. 79. not.



94 - Karş. 6:160 ve ilgili 162. not.

85. [EY İNANAN KİŞİ,] apaçık bir üslupla bu Kur'an'ı sana vaz‘eden (95) [Allah], şüphe yok ki, seni [ölümden sonra] yeni bir hayata döndürecektir. (96) [Hakkı kabule yanaşmayanlara] de ki: "Kimin doğru yolda yürüdüğünü (97) ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilen Rabbimdir!"

95 - Taberî'nin kaydettiğine göre Mücâhid, ferada ‘aleyke ibaresinin a‘tâke ("sana [onu] verdi") ibaresiyle hemen hemen aynı anlamda olduğu görüşündedir. Ne var ki bu, bizce, 24. surenin (Nûr) ilk ayetinde geçen ve ilgili 1. notta açıklanan feradnâhâ ("onu apaçık bir tarzda vaz‘ettik/ortaya koyduk") ifadesiyle benzer bir anlamda kullanılan yukarıdaki karmaşık ifadenin sadece bir kısmını açıklamaktadır. Yukarıdaki anlam akışı içinde, ‘aleyke ("senin üzerine") takısı, sonundaki zamirle birlikte cümleye, Kur'an mesajını alan kimsenin, yaşama tarzını onun koyduğu ilkelere dayandırma yönündeki ahlakî yükümlülüğüne işaret eden ilave bir anlam katmaktadır. Çeviride görülen birleşik ifade bu mülahazaya dayanmaktadır.

96 - Me‘âd tabiri, lugat olarak "dönülecek yer [ya da "durum"]", deyimsel olarak da "nihaî varış" yahut "nihaî durum" demektir; yukarıdaki anlam örgüsü içinde ise "ahiret hayatı"yla eş anlamlıdır ve çoğu müfessirin terime verdiği anlam budur. Fakat yukarıdaki pasajın özellikle Hz. Peygamber'e hitab ettiği yolundaki zayıf görüşe katılan bazı müfessirler, bu ismin burada, son derece özel ve maddî bir anlamda -"dönülen/dönülecek yer" anlamında- kullanıldığını ve bununla, Medine'ye hicreti sırasında yahut hicretinden sonra Hz. Peygamber'e, doğduğu şehre (Mekke'ye) bir gün zaferle döneceği yolunda verilmiş olan söze atıfta bulunulduğunu söylemektedirler. Oysa bize göre, bu pasaj, belirli bir yere ya da tarihî bir olaya indirgenemeyecek kadar derin bir anlam taşımakta, bütün müminlere hitab ederek onlara sadece bedenî ölümden sonraki hayatı değil, fakat aynı zamanda, kalpler Kur'an mesajına açık tutulduğu ve onun ilkelerine göre yaşandığı sürece bu dünyada tadılacak manevî dirilişi ya da yeniden doğuşu da vaad etmektedir.

97 - Lafzen, "kimin hidayet üzere geldiğini".

86. Ve [sen ey inanan kişi,] bu kitabın sana ulaşacağını ummazdın; (98) fakat işte Rabbinden bir rahmet olarak [sana ulaştı]. Öyleyse, artık hakkı inkara kalkışan kimselere asla arka çıkma;

98 - Lafzen, "ümit etmezdin" ya da "beklemezdin".

87. ve bir kere Allah'ın ayetleri sana indirilmiş olduğuna göre, bundan sonra artık sakın seni onlardan alıkoymalarına fırsat verme; tersine, (99) (insanları) Rabbine çağır. Ve sakın, Allah'tan başka varlıklara tanrısal güçler ve nitelikler yakıştıran kimselerden olma:

99 - Lafzen, "ve".

88. Yani, Allah'la beraber tutup başka bir tanrıya yalvarmaya kalkma! (Çünkü) O'ndan başka tanrı yok; (çünkü) O'nun [ebedî] Zâtı'ndan başka her şey, herkes, yok olmaya mahkumdur; (100) hüküm bütünüyle O'nun elindedir ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.

100 - Bkz. 55:26-27 ve ilgili 11. not.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: