Meal Seç / Sure Seç

Rum Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

30 - Rum
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hicret'ten altı veya yedi yıl önce nazil olan bu sure, adını, ilk ayetlerinde geçen Bizanslılar'a ait bazı gaybî haberlerden alır. (Bu haberlerin tarihsel arka planı için bkz. aşağıdaki 2 ve 3. notlar.) Nazil olduğu dönemde hâlâ geleceğin sis perdesi arkasında bulunan olayları açıkça haber vermekle başlayan sure, hemen ardından asıl konusuna geçer: Allah'ın yarattığı mevcudat karşısındaki hayranlık; sürekli olarak "ölüden diri meydana getirmesi" ve böylece ölüyü zamanın nihayetinde yeniden diriltme kudreti ve vaadinin vurgulanması. Fakat, Kur'an, birçok insanın bunu "anlamamakta direndiğini" (ayet 56) söyler, çünkü "Onlar bu dünya hayatının yalnız görünen yüzünü tanırlar, ebedî ve nihaî olandan ise tamamen habersizdirler" (ayet 7) ve insanların bu gerçeklerden habersiz olmaları yüzünden "kendi yapıp-ettiklerinin sonucu olarak denizde ve karada çürüme ve bozulma başladı" (ayet 41): bu, aynı zamanda, günümüz dünyasında yaşadığımız trajik gerçeklerle ilgili kesin bir öngörüdür.
1. Elif-Lâm-Mîm. (1)

1 - Bkz. Ek II.

2. BİZANSLILAR yenilgiye uğradı,
3. yakın bir yerde; ama bu yenilgiye rağmen (yeniden) üstünlük sağlayacaklar
4. birkaç yıl içinde: [çünkü] karar yetkisi, eninde sonunda (2) Allah'a aittir. İşte o gün inananlar sevineceklerdir

2 - Lafzen, "önce ve sonra". Yukarıda sözü edilen zaferler ve yenilgiler, Bizanslılar ile Pers İmparatorluğu arasında yüzyıllar süren savaşın son dönemleri ile ilgilidir. 7. yüzyılın başlarında Persler, Suriye ve Anadolu'nun bir bölümünü, "yakın toprakları", yani Bizans İmparatorluğu'nun merkezine yakın yerleri işgal etmişlerdi. 613'de Şam'ı, 614'de Kudüs'ü aldılar. Mısır, 615-16'da teslim oldu; aynı dönemde İstanbul'u bile kuşattılar. Bu surenin nazil olduğu dönemde -Miladî 615 veya 616'ya tekabül eden, Hicret'ten yaklaşık yedi yıl önce- Bizans İmparatorluğu'nun kesin olarak parçalanması yakın görünüyordu. Hz. Peygamber'in etrafındaki bir avuç mümin, İsevî olan ve kendileri gibi Tek Allah'a inanan Bizanslılar'ın kesin hezimete uğramaları ihtimalinden dolayı ümitsizliğe kapılmışlardı. Müşrik Kureyşliler ise Persler'e sempati besliyorlar ve onların üstünlük sağlamasının, Tek İlah fikrine karşı muhalefetlerini güçlendireceğini ümit ediyorlardı. Muhammed (s), Bizans'ın "birkaç yıl içinde" galip geleceğini haber veren yukarıdaki ayeti tebliğ edince, Kureyşliler bunu istihza ile karşıladılar. Bid‘ terimi (ki genelde "birkaç" olarak çevrilir) üç ile on arasındaki herhangi bir sayıyı ifade eder: nitekim, 622'de -yani, Kur'an'ın bu haberinden 6 veya 7 yıl sonra- durum Bizanslılar lehine değişti. O yıl İmparator Heraklius, Persler'i Toros dağlarının güneyinde Issus'da yenilgiye uğrattı ve ardından onları Küçük Asya'dan attı. 624'e kadar savaşı Pers topraklarında sürdürdü ve böylece düşmanı savunma yapmak zorunda bıraktı. 626 yılının Aralık ayı başlarında ise Pers ordusu Bizanslılar tarafından tam bir bozguna uğratıldı.

5. Allah'ın yardımına: (3) [çünkü] O, dilediğine yardım eder. O kudret ve merhamet Sahibidir.

3 - Bu ifade, sekiz veya dokuz yıl sonra, H. 2. yılın Ramazan ayında (ki Miladî 624'ün Ocak ayına tekabül eder) meydana gelen ve Müslümanların kendilerinden kat kat güçlü müşrik Kureyş ordusunu tam bir bozguna uğrattıkları Bedir Savaşı'na işarettir (bkz. sure 8, giriş notu). "O gün" ifadesi, burada, "o zaman" anlamına gelmektedir; çünkü, Bedir Savaşı bir günde bittiği halde Heraklius'un Persliler'e üstünlük sağlaması yıllar almıştı.

6. Allah'ın vaadi[dir bu]. Allah vaadinden asla dönmez. Ama insanların çoğu [bunu] bilmezler:
7. Onlar bu dünya hayatının yalnız görünen yüzünü tanırlar, ebedî ve nihaî olandan (4) ise tamamen habersizdirler.

4 - Âhiret terimi, burada, hem bu dünya hayatının iç gerçekliğini, hem de öteki dünyanın nihaî gerçekliğini anlatır.

8. Onlar kendi içlerinde bir muhasebe yapmayı hiç bilmezler mi? (5) Allah, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunan her şeyi [derunî] bir anlamdan ve [kendi belirlediği] bir zaman sınırından yoksun yaratmış olamaz: (6) fakat, çoğu kimse, sonunda Rablerine kavuşacaklarını hâlâ inatla reddeder!

5 - Lafzen, "onlar kendi içlerinde hiç düşünmezler mi?"

6 - Yani, Allah'ın ezelî ve ebedî olmasına karşılık bütün yaratılmışlar sınırlı bir ömre sahip olup değişmeye ve yok olmaya maruzdurlar. İllâ bi'l-hakk (lafzen, "ancak bir hakikat ile [veya hakikate göre]") ifadesinin "[derunî] bir anlamdan yoksun olarak" şeklinde çevrilmesi konusunda bkz. 10:5'in ikinci cümlesi ile ilgili not 11.

9. Onlar, hiç yeryüzünü dolaşıp kendilerinden önce yaşamış olan [hakikati inkar edenler]in sonlarının ne olduğunu görmediler mi? Onlar ki daha kudretliydiler, yeryüzünde daha derin izler bırakmışlardı ve dünyayı daha iyi (7) imar etmişlerdi; onlara [da] peygamberleri hakikatin bütün kanıtlarıyla gelmişti; ama [hakikati reddettikleri ve sonuçta yok olup gittiklerinde] Allah onlara haksızlık yapmış değildi, ama onlar kendi kendilerine haksızlık yapmışlardı.

7 - Lafzen, "daha çok". Bu ifade, aynı zamanda, "orada kalabalık bir nüfus oluşturdular" (yahut "kalabalık şekilde yerleştiler") şeklinde çevrilebilir.

10. Ve bir kez daha (söyleyelim:) (8) Allah'ın mesajlarını yalanlayarak ve onları alaya alıp eğlenerek kötülük işleyenlerin sonu hüsran olacaktır.

8 - Sümme'nin bu özel anlamı için bkz. sure 6, not 31.

11. [İNSANI] yoktan var eden Allah sonra ona yeniden can verecektir (9) ve sonunda hepiniz yine O'na döndürüleceksiniz.

9 - Yani, onu yeniden vücuda getirecektir: karş. 10:4, not 8. (Aynı ifadenin daha genel bir şekli, bu surenin 27. ayetinde geçmektedir.)

12. Ve Son Saat gelip çattığında günaha saplanmış olanlar hayal kırıklığına uğrayacaklardır:
13. çünkü Allah'a ortak koştukları varlıkların hiç birinden bir şefaat göremeyecekler, (10) çünkü [o zaman] bizzat kendileri eski müşrikçe kuruntularını terk edeceklerdir. (11)

10 - Lafzen, "[Allah'a] ortak (koştuk)ları arasında ... göremeyecekler" (bkz. sure 6, not 15).

11 - Lafzen, "onlar [Allah'a] ortak (koştuk)ları (ilahları)nı reddedeceklerdir".

14. Ve Son Saat gelip çattığında o Gün [herkesin] ne olduğu ortaya çıkacaktır:
15. iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar bir mutluluk-esenlik bahçesinde ağırlanacaklardır;
16. Hakikati reddedip mesajlarımızı inkar edenlere -ve [böylece] öteki dünyanın varlığını yalanlayanlara- gelince, (12) onlar azabın içine atılıvereceklerdir.

12 - Bkz. 7:147, not 111.

17. ÖYLEYSE akşam vaktine girdiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah'ın sınırsız şanını yüceltin;
18. Göklerde ve yerde her türlü övgünün O'na mahsus olduğunu [görerek] öğle vaktinde de sonrasında da [O'nu yüceltin]. (13)

13 - Yani, "Allah'ı bütün vakitlerde anın". Bu genel mahiyetteki öğüt dışında ayette zikredilen belli saatler, bir Müslümana günde beş kez farz kılınan namaz vakitlerini göstermektedir. "Akşam vakti", hem güneşin batımından sonraki (mağrib), hem de gecenin başlangıcındaki (‘işâ') namazlara işaret eder.

19. O, ölüden diriyi meydana getiren[dir], diriden de ölüyü; ve toprağı öldükten sonra yeniden canlandıran O'dur: işte siz de [ölümden hayata] böylece döndürüleceksiniz.
20. Sizi balçıktan yaratması, O'nun mucizevî işaretlerinden biridir (14) ve (yaratıldıktan) sonra, baktınız ki, birbirinizden farklı insanlar olup çıkmışsınız!

14 - Bkz. 3:59, not 47'nin ikinci bölümü ve 23:12, not 4.

21. O'nun işaretlerinden biri de, sizi cezbeden kendi cinsinizden (15) eşler yaratması ve aranıza sevgiyi ve şefkati yerleştirmesidir: bunda, kuşkusuz, düşünen insanlar için dersler vardır!

15 - Lafzen, "kendilerinizden" (bkz. sure 4, not 1).

22. Göklerin ve yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin farklılaştırılması (da) O'nun alametlerindendir: bunda, kuşkusuz, [fıtrî] bilgiye (anlama ve kavrama yeteneğine) sahip insanlar için dersler vardır!
23. Hem gece hem de gündüz uyuyabilmeniz ve O'nun nimetlerinin ardından koşma [arzu ve yeteneğine sahip olma]nız da O'nun işaretlerinden biridir: bunda, kuşkusuz, dinley[ip anlamak istey]en kimseler için mesajlar vardır!
24. Gözünüzün önünde size korku ve ümit (16) veren şimşekler çaktırması ve gökten yağmur yağdırıp bununla ölü toprağa can vermesi [de] O'nun mucizevî işaretlerinden biridir: akıllarını kullananlar için bundan alınacak dersler vardır!

16 - Yani, yağmur ümidi -bu, imanın ve manevî hayatın çok sık tekrarlanan Kur'ânî sembolüdür (karş. 13:12).

25. Göklerin ve yerin Allah'ın buyruğu altında sapasağlam durmaları da (17) O'nun mucizevî işaretlerindendir. [Bunları hatırlayıp düşünün: çünkü] sonunda O sizi bir tek seslenişle yerden kalkmaya çağırdığında, hepiniz [yargılanmak üzere] ortaya çıkacaksınız.

17 - Karş. 13:2. Bu ayette, Allah'ın, "görülebilir herhangi bir destek olmadan gökleri yükselttiği"nden söz edilir -not 4'de açıklanan ifade.

26. Göklerde ve yerde olan her şey O'na aittir: hepsi O'nun iradesine tâbidir.
27. [Bütün hayatı] yoktan var eden, sonra onu yeniden vücuda getiren O'dur (18): Bu O'nun için pek kolaydır; çünkü O, göklerde ve yerde mevcut olan bütün yüceliklerin özü ve esasıdır (19) ve yalnız O kudret ve hikmet sahibidir.

18 - Bu ayet ile yukarıdaki 11. ayet (ve aynı zamanda 10:4) hemen hemen aynı kelimelerle ifade edilmiş olmalarına rağmen, bu ayet, daha genel bir anlam taşımakta ve yalnızca insanla, insanın bireysel yeniden dirilmesiyle sınırlı kalmayıp bütün hayatı kavrayan sürekli bir yeniden yaratma sürecine işaret etmektedir.

19 - Mesel terimi, gerçekte bir "benzerlik" veya "yakınlık" ifade etmesine ve Kur'an'da çoğunlukla (bir sonraki ayette olduğu gibi) "örnek" anlamında kullanılmasına rağmen, bazan da, bir şeyin, kavramın veya canlının gerçek "niteliği", "özelliği" veya "tabiatı" anlamına gelen sıfat ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır (karş. 3:59'da "Hz. İsa'nın tabiatı" ve "Hz. Âdem'in tabiatı"na atıflar). "İnsanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yücelik taşıyan" Allah'a atıfta bulunulduğunda (bkz. 6:100, not 88), mesel ifadesi, diğer bütün varlık kategorilerinden tamamen farklı bir varoluş durumuna işaret eder; "O hiçbir şeye benzemez" (42:11) ve "Hiçbir şey O'na denk tutulamaz" (112:4) ayetlerinde olduğu gibi: o halde, mesel'in "öz/esas" olarak çevrilmesinin bu bağlamda en uygun karşılık olduğunu söyleyebiliriz.

28. O size kendi hayatınızdan örnek getirir: (20) Sağ elinizin sahip olduğu kimseleri (21) size verdiğimiz rızık üzerinde [tam yetki sahibi] ortaklarınız olarak görmeye ve böylece [onlarla] bu hakkı eşit olarak paylaşmaya razı olur musunuz? Ve [daha güçlü olan] emsallerinizden (22) korktuğunuz gibi onlar[a danışmadan o hakkı kullanmak]tan korkar mısınız? İşte akıllarını kullanan insanlara mesajlarımızı böylece açıklarız.

20 - Lafzen, "kendinizden bir örnek (mesel)".

21 - Yani, köleleri veya birinin otoritesi altında yaşayan kimseleri.

22 - Lafzen, "benzerlerinizden" -yani, "statü olarak size denk durumda olanlardan". Buradaki soru, tabii ki, üslup gereği sorulan (rhetorical) bir sorudur ve olumsuz bir karşılığa sahiptir. Fakat eğer (kasdedildiği üzere) bir efendi, kölelerini kendi isteğiyle tam yetki sahibi ortaklar olarak görmezse -efendi ile köle, esas olarak, her ikisi için ortak olan insanî değerler açısından eşit olsalar bile (Zemahşerî)- insan, herhangi bir varlığı veya nesneyi, mutlak efendisi ve yaratıcısı olan ve mevcut veya muhtemel hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek bir konumda bulunan Allah'a nasıl denk görebilir? (Benzer bir amaca yönelik örnekler 16:75-76'da görülebilir.)
29. Ne var ki, zulüm işlemeye şartlanmış olanlar bir [hakikat] bilgisine dayanmadan kendi arzu ve heveslerinin peşinde giderler. (23) Allah'ın [bu şekilde] saptırdıklarını kim doğru yola sevk edebilir ve [bu işde] kim onlara yardım edebilir? (24)

23 - Bu örnekte geçen ellezîne zalemû ("zulüm işlemeye şartlanmış olanlar") ifadesi, bilinçli olarak, Allah'tan başka bir kişiye veya şeye ilahlık veya ilahî bir sıfat yakıştıran ve böylece kendileriyle O'nun arasına ilahî veya yarı ilahî "aracılar" koymak isteyenlere işaret eder. Böyle bir istek, Allah'ın her şeyi bilme ve her zaman her yerde mevcut bulunma sıfatlarına karşı bir haksızlık olduğundan, bu isteği duyan kişinin Allah inancının gerçek olmadığını ve hakikatin en temel bilgisine sahip bulunmadığını gösterir.

24 - Allah'ın "insanı saptırması"nın bir açıklaması için bkz. 14:4'ün ikinci cümlesi ile ilgili not 4 ve keza 2:7, not 7.

30. BÖYLECE SEN, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak (25) yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir (26) ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: (27) [ki,] Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: (28) bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.

25 - Hanîf'in bu şekildeki çevirisi için bkz. 2:135, not 110.

26 - Yani, "bütün varlığınla teslim ol"; "yüz" terimi, genelde, bir kişinin "bütün varlığı" anlamında mecaz olarak kullanılmaktadır.

27 - Bkz. 7:172, not 139. Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder. Karş. Buhârî ve Müslim'in naklettikleri Hz. Peygamber'in meşhur Hadisi: "Her çocuk bu fıtrat üzere yaratılır; onu daha sonra anne-babası ‘Yahudi', ‘Hristiyan' veya ‘Mecusi' yapar". Hz. Peygamber döneminin en iyi bilinen bu üç dinî sistemi, böylece, tanım gereği, insanın içgüdüsel olarak Allah'ı tanıması ve O'na teslim olmasında (islâm) somutlaşan bu "fıtrat" ile bir çatışma içinde görülmüşlerdir ("anne-baba" terimi, burada, geniş anlamda "sosyal faktörler ve etkiler"i veya "çevre"yi ifade eder).

28 - Lafzen, "Allah'ın yaratışında (halk) hiçbir değişme bulamazsın" [veya "olmayacaktır"], yani, yukarıda vurgulanan fıtratta (Zemahşerî). Buradaki tebdîl ("değişme") terimi, "bozulma ve çürüme" anlamına gelir.

31. [O halde bâtıl olan her şeyden yüz çevirerek yalnızca] O'na yönel; ve O'na karşı sorumluluğunun bilincinde ol; namazını devamlı ve dikkatli şekilde ifa et ve O'ndan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasına girme;
32. [yahut] inançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sahip olduğu [ilkelerle] övündüğü kimselerden olma! (29)

29 - Bkz. 6:159, 21:92-93, 23:52-53 ve ilgili dipnotlar.

33. ŞİMDİ [vaki olduğu üzere:] insanlar sıkıntıya uğradıklarında Rablerine dönerek [yardım için] O'na yalvarıp yakarırlar; fakat rahmetine nail olunca da bir kısmı, başka güçleri Rablerinin ilahlığına ortak koş[maya başl]arlar, (30)

30 - Bkz. 16:54, not 61.

34. [sanki] kendilerine bahşettiğimiz (nimetler)e karşı nankörlüklerini göstermek istiyorlar. Madem böyle (düşünüyorsunuz,) bu [kısa] ömrünüzün tadını çıkarın: a-ma zamanı geldiğinde [gerçeği] göreceksiniz!
35. Biz onlara, Bizden başkasına kulluk yapmalarını (31) söyleyen bir ilahî vahiy mi (32) gönderdik?

31 - Lafzen, "[Bize] ortak koşmalarını". Karş. 35:40'ın ikinci paragrafı ve ilgili not 27.

32 - Lafzen, "bir ruhsat" veya "yetki" (sultân) ki, bu bağlamda vahye işaret eder.

36. [Her zaman olduğu gibi,] insanlara rahmetimizi tattırdığımız zaman buna sevinirler; fakat kendi yapıp-ettikleri (33) sonucunda başlarına bir bela gelince de bütün ümitlerini yitirirler!

33 - Bkz. 4:79, not 94.

37. Onlar, Allah'ın rızkı dilediğine bol ihsan ettiğini, dilediğine ölçülü ve idareli verdiğini görmezler mi? Bunda, kuşkusuz inanan insanlar için dersler vardır!
38. Öyleyse yakınlarınıza, muhtaçlara ve yolculara (34) haklarını verin; bu, Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için en doğrusudur: çünkü, mutluluğa erecekler onlardır!

34 - Karş. 17:26.

39. Ve [unutmayın: Başka] insanların malvarlığı sayesinde, artsın diye faizle verdikleriniz [size] Allah katında bir artış sağlamaz. (35) Oysa, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için karşılıksız verdikleriniz [O'nun tarafından bereketlendirilir: (36) ] işte onlar, [bu şekilde Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler,] ödüllerini kat kat artıranlardır!

35 - Bu, Kur'an'ın nüzul kronolojisinde ribâ terimi ve kavramının geçtiği ilk ayettir. Terim lafzen, bir şeyin ilk hacminin veya miktarının üstündeki "artış"ı veya "ilave"yi anlatır. Kur'an terminolojisinde ise, bir kimsenin veya kurumun başka birine ödünç olarak verdiği belli bir mal veya para miktarının, faiz yoluyla meşru olmayan bir artış sağlamasını ifade eder. İlk dönem Müslüman hukukçuların büyük kısmı, problemi kendi zamanlarında veya daha önceki dönemlerde geçerli ekonomik şartlar çerçevesinde mütalaa ederek bu "gayrimeşru ilave"yi, "oranına ve temelindeki ekonomik güdüye bakmadan" faiz karşılığı verilen bir borçtan sağlanan kazanç ile eş tutmuşlardı. Bununla birlikte -ve konu üzerindeki muazzam fıkıh külliyatının da gösterdiği gibi- Müslüman alimler, ribâ'nın tanımı üzerinde, yani bütün muhtemel hukukî durumları kapsayacak ve değişik ekonomik şartların bütün zorlamalarına cevap verebilecek bir tanım üzerinde henüz kesin bir anlaşmaya varabilmiş değillerdir. İbni Kesîr'in (2:275 üzerindeki yorumunda geçen) sözleriyle ifade edersek, "Ribâ, alimlerin (ehlu'l-‘ilm) en zor gördüğü konulardan biridir". Ribâ'yı hukukî olarak yasaklayan ve mahkum eden ayetlerin (2:275-281) Hz. Peygamber'in vefatından birkaç gün önce gelen (karş. 2:281, not 268) son vahiy olduğu unutulmamalıdır: Bu sebeple Sahâbe, sözkonusu hükümlerin şer‘î sonuçları hakkında Hz. Peygamber'e soru sorma fırsatı bulamamışlardı -öyle ki, Ömer b. Hattâb'ın bile şöyle söylediği rivayet edilir: "En son vahyedilen ayetler ribâ konusundaydı, fakat Allah'ın Rasûlü, bu ayetlerin anlamını bize açıklayamadan [lafzen, "açıklamadan önce"] bu dünyadan göçtü." (Sa‘îd b. Müseyyeb'den naklen İbni Hanbel.) Yine de Kur'an'ın ribâ'yı ve onu uygulayanları mahkum ederken kullandığı sert ifadeler, ribâ'nın niteliği ve sosyal ve ahlakî sınırları konusunda -özellikle de insanoğlunun geçen yüzyıllarda yaşadığı ekonomik tecrübeler gözönüne alındığında- yeterli bir fikir vermektedir. Genel olarak, ribâ'nın negatif muhtevası (terimin Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in birçok Hadisi'nde kullanıldığı anlamda), fâiz karşılığı borç vermek suretiyle sağlanan ve ekonomik olarak zayıf durumda bulunan kesimlerin güçlü ve servet sahibi kesimlerce sömürülmesinden doğan kazançlarla ilgilidir: borç veren, kullandırdığı sermaye mülkiyetinin tam sahibi olurken ve bu fonun kullanım amacı yahut tarzı ile ilgili hiçbir yasal endişe taşımazken, sağladığı kazanç da, borç kullananın bu işlemden dolayı uğradığı kayıplara bakılmaksızın, sözleşme gereği garanti altına alınır. Bu tanımlamayı gözönüne alınca, hangi tür malî işlemin ribâ çerçevesi içinde kalacağı sorununun, son tahlilde, "manevî/ahlakî" bir sorun olduğunu ve borç veren ile alan arasındaki ilişkilerin temelinde yatan sosyo-ekonomik motivasyon ile yakından bağlantılı bulunduğunu görürüz; ve saf ekonomik terimlerle ifade edersek bu sorunun, "kazanç ve kayıpların borç işlemine katılan her iki tarafça nasıl adil olarak paylaşılabileceği" sorunu olduğunu görürüz. Tabii ki bu ikili sorunu katı ve kapsamlı çözümlere bağlamak mümkün değildir: bizim cevaplarımız, zorunlu olarak, insanın sosyal ve teknolojik gelişmesinin -ve dolayısıyla ekonomik ortamın- tâbi olduğu değişikliklere paralel olarak değişmelidir. O halde, Kur'an'ın ribâ kavramını ve uygulamasını mahkum ettiği açık ve kesin olmasına rağmen, her Müslüman kuşak, bu terime -ki daha iyi bir karşılık olması için "fâiz" olarak adlandırabiliriz- yeni bir boyut ve taze bir ekonomik anlam yükleme sorumluluğu ile yüzyüze bulunmaktadır. Bu örnekte (ki, vurguladığım gibi, Kur'an'ın tarihinde bu konudaki ilk ayettir) henüz kesin bir yasaklama görülmemektedir, fakat bir kimsenin kendi refahını "[başka] insanların malvarlığı" sayesinde, yani başkalarını sömürerek arttırması şeklindeki gayriahlakî beklentiye atıfta bulunmak suretiyle, 2:275 ve devamında konulan yasağın ilk işaretlerini vermiş bulunmaktadır.

36 - Karş. 2:276.

40. SİZİ YARATAN, sonra geçinmeniz için gerekli vasıtaları sağlayan, ardından sizi ölüme götüren ve en sonunda tekrar hayata döndürecek olan, Allah'tır. O'nun ilahlığına ortak koştuğunuz güçler veya varlıklar (37) bu işlerden birini yapabilirler mi? (Hayır!) O, ihtişamında sınırsızdır ve insanların kendisine eş koştuklarından çok yücedir!

37 - Lafzen, "[Allah'a] ortak (koştuklar)ınızdan hiçbiri". Karş. 6:22, not 15.

41. [Allah'ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu] insanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde (38) [Allah], belki [doğru yola] geri dönerler diye yaptıklarının bazı [kötü] sonuçlarını onlara tattıracaktır. (39)

38 - Li-yuzîkahum'daki li ön eki, burada, bir niyet veya maksat ("... olması için" veya "... maksadıyla") göstermez; fakat bu ek, bir lâmu'l-‘âkıbeh'dir, yani fiilî bir sonucu ifade eden bir ön ektir (en doğru karşılığı, "bunun üzerine" veya "bu şekilde" olabilir).

39 - Böylece, günümüzde korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada "insanın kendi yapıp-ettiklerinin bir sonucu", yani insanın, kendi kendini tahrip eden -çünkü katı materyalist bir temele dayanan- teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha önce hayal bile edemediği ekolojik felaketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde "faydalı" ilaç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz: Bunların tümü, son tahlilde, insanın Allah'a ve mutlak manevî/ahlakî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, "maddî ilerleme"yi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur.

42. De ki: "Yeryüzünü dolaşın ve [sizden] önce yaşamış olan [günahkar]ların sonlarının ne olduğunu görün: onların çoğu Allah'tan başka varlıklara veya güçlere ilahî sıfatlar yakıştırmışlardı." (40)

40 - Yani, onlar maddî refaha ve güce taptılar, böylece bütün manevî değerleri yitirdiler ve sonuçta kendi kendilerini yok ettiler.

43. Öyleyse, Allah katından, önüne geçilemez bir Gün, [bir Hesap Günü] gelmeden yüzünü kararlı bir şekilde bu sahih dine çevir. (41) O Gün herkesin yeri belli olacak:

41 - Bkz. yukarıdaki ayet 30 ve ilgili dipnotlar; ayrıca 3:19 -"Allah nezdindeki tek [hak] din, [insanın] O'na tam teslimiyetidir."

44. hakikati inkar eden, inkarı[nın sorumluluğu]na katlanacak, doğru ve adil işler yapanlar ise kendileri için iyi bir hazırlık yapmış olacaklar,
45. O, inanıp doğru işler yapanları kendi lütfuyla ödüllendirecektir. Şüphesiz Allah, hakikati kabule yanaşmayanları sevmez.
46. Çünkü O, mucizevî işaretlerden biri olarak güzel haberler yüklü rüzgarlar [gönderir gibi mesajlarını] göndermektedir ki (42) [hayat veren yağmurlar yoluyla] rahmetini üzerinize yağdırsın, gemiler Kendi buyrukları doğrultusunda hareket edebilsin ve böylece O'nun nimetlerinden pay almak için çaba gösterenlerden ve şükredenlerden olasınız.

42 - Parantez içinde Allah'ın mesajlarına atıfta bulunmamı, bu paragrafın önünde ve arkasındaki ayetler doğrulamaktadır. Ayrıca, ancak böyle bir parantez içi ifade ile, "güzel haberler yüklü rüzgarlar"ın sembolik anlamı açıklığa kavuşturulabilir.

47. [Ey Muhammed,] senden önceki toplumlara da kendi içlerinden peygamberler göndermiştik (43) ve onlar hakikatin her türlü kanıtını getirmişlerdi: ve sonra [müminleri zafere ulaştırmak suretiyle,] [kasden] kötülük işleyenlerden öcümüzü almıştık: zaten inananlara yardım etmeyi üstümüzde bir sorumluluk olarak görmüştük.

43 - Lafzen, "Peygamberleri [kendi] kavimlerine göndermiştik": bkz. 10:74, not 96.

48. Bulutları yükseğe kaldırsın diye [umut] rüzgarlarını (44) estiren O'dur! O, bulutları göklerin üzerine dilediği gibi yayar ve onları yarıp parçalar, böylece bulutların içinden yağmurların boşaldığını görürsün: ve kullarından dilediğinin üzerine yağdırıp onları sevince boğar,

44 - Yukarıdaki 46. ayette olduğu gibi, burada sözü edilen "rüzgarlar" da manevî hayatı ve umudu sembolize eden anlamda kullanılmıştır. Parantez içi ifadenin sebebi budur.

49. oysa [tam da] yağmurun yağdırılmasından kısa bir süre önce, (neredeyse) bütün umutlarını yitirmişlerdi!
50. İşte [ey insanoğlu,] bunlar Allah'ın rahmetinin işaretleridir; (bak,) ölü toprağa nasıl can veriyor! İşte ölüye tekrar can veren de [Allah]tır: zaten O, her şeyi yapmaya kâdirdir!
51. İşte böyle: şayet (45) [topraklarını kavuran] bir rüzgar göndersek ve ekinlerinin sararmaya başladığını görseler, [kısa süre önceki sevinçlerinden] vazgeçip [kudretimizi ve rahmetimizi] inkar etmeye kalkışırlar! (46)

45 - Le-in edatı (lafzen, "gerçekten, şayet ..."), Kur'an'da, daha çok, vurgulanan tavrın veya durumun tipik vasfını ve ana özelliğini ifade etmek için kullanılmaktadır; böyle durumların tümünde, en uygun karşılık olarak, "işte böyle: şayet ... " karşılığı kullanılmıştır.

46 - Bu ayetin tam bir açıklaması için bkz. 11:9, not 16-19.

52. Elbette sen ölülere asla duyuramazsın: ve sırtlarını [sana] dönüp uzaklaşan [kalbi] sağırlara [da]!
53. Ve yine, [kalpleri] kör olanları sapıklıklarından döndürüp doğru yola iletemezsin: Sen [davetini] ancak mesajlarımıza inan[mak istey]enlere ve böylece kendilerini Bize teslim edenlere duyurabilirsin. (47)

47 - Karş. 27:80-81'deki benzer pasaj ve ilgili not 72.

54. SİZİ ZAYIF [bir halde] yaratan, zayıflığınızdan sonra [size] güç veren ve güc[ünüzü gösterdiğiniz bir dönem]den sonra [yaşlılığın getirdiği] zayıflığa sizi dûçâr eden ve saçlarınıza aklar düşüren O'dur! (48) O, dilediğini var eder; O her şeyi bilendir ve sınırsız güç Sahibidir!

48 - Orijinal metinde bu cümle, insan hayatındaki çeşitli safhaların tekrarlanma özelliğini vurgulayan geçmiş zaman kipinde ("sizi yarattı" ve "sizin için takdir etti") kullanılmıştır. Çeviride, bu tekrarlanma özelliği en iyi geniş zaman kipi ile ifade edilebilirdi.

55. [Size ölümü veren ve zamanı geldiğinde yeniden diriltecek olan O'dur!] (49) Ve Son Saat gelip çattığında, günaha saplanmış olanlar, [yeryüzünde] bir saatten fazla kalmadıklarına yemin edeceklerdir: onlar kendilerini böylece [hayat boyu] kandırırlar! (50)

49 - Bu parantez içi ifade -kasdettiği anlam burada vecîz bir şekilde yansıtılmıştır- bu ayetin bundan önceki ayetle ve 11-16 ve 27. ayetlerle bağlantısını sağlamaktadır.

50 - İnsanın dünyevî/maddî "zaman" kavramının yanıltıcı özelliğine Kur'an'ın çeşitli yerlerinde değinilmiştir. Yukarıdaki bağlamda, öncelikle bu kavramın izafîliği, yani bu dünyadaki hayatımızın öteki dünyadaki ebedî hayata nazaran aşırı kısalığı (karş. mesela, 10:45 veya 17:52), ikinci olarak da, yeniden diriltilen günahkarların, yeryüzündeki hayatlarının, hatalarını anlamalarına ve hayat tarzlarını düzeltmelerine, imkan vermeyecek kadar kısa olduğu şeklindeki avuntuları vurgulanmaktadır. Kur'an, "böylece onlar kendilerini kandırırlar" (lafzen, "uzaklaşmaktadırlar", yani hakikatten) derken problemin bu ikinci yüzünü vurgulamaktadır. Yu'fikûn fiilinin açıklaması için bkz. sure 5, not 90.

56. Fakat [hayattayken] kendilerini bilgi (51) ve inanç ile donattıklarımız: "Siz, gerçekte, Allah'ın vahyettiğin[i doğru kabul etme]de geciktiniz (52) [ve] Kıyamet Günü'ne kadar [beklediniz]: işte bugün Kıyamet Günü'dür: ama siz bunu anlamamakta direndiniz!" (53) diyeceklerdir.

51 - Bkz. sure 16, not 25.

52 - Lafzen, "Allah'ın vahyi (kitâb) konusunda (fî)" yani, ölünün diriltilerek O'nun tarafından yargılanacağını kabulde. Lebise fiili, "[bazı şeyleri] bekledi" yahut "[bazı şeyler konusunda] geç kaldı", ayrıca "[bir yerlerde] bulundu" veya "kaldı"; anlamlarına gelir. Açıkçası, 55. ayetteki mâ-lebisû deyimi, "onlar kalmadılar" veya "bulunmadılar" anlamına geldiği halde 56. ayetteki lebistum, "geç kaldınız" veya "beklediniz" anlamındadır.

53 - Lafzen, "siz bunu anlamamayı alışkanlık edinmiştiniz" -yani, "bu vaade gözünüzü ısrarla kapatıyordunuz".

57. Fakat o Gün, zulme şartlanmış olanların ne mazeretlerinin bir faydası olacak, ne de kendilerini düzeltmelerine izin verilecektir.
58. BİZ bu Kur'an'da insanların önüne her türlü örnek olayı koyduk. (54) Ama onlara [böyle] bir mesajla yaklaşırsan, hakikati inkara şartlanmış olanlar, mutlaka, "Siz düzmece iddialarda bulunmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz!" derler.

54 - Bkz. 39:27, not 33.

59. Allah bu şekilde, [hakikati] kabul etme[k isteme]yenlerin kalplerini mühürler. (55)

55 - Allah'ın böyle insanların kalplerini "mühürleme"si konusunda bkz. 2:7, not 7.

60. O halde sıkıntılara göğüs ger: Allah'ın [Kıyamet Günü ile ilgili] vaadi kesinlikle doğrudur. Öyleyse, tam bir iç tatminine ulaşamayanların senin zihnine şüphe tohumları ekmelerine izin verme!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: