Meal Seç / Sure Seç

Sebe Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

34 - Sebe
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin Mekke döneminin ikinci yarısında, muhtemelen de 17. surenin (İsrâ') nüzulünden kısa bir süre önce indirildiği hemen hemen kesindir. Surenin başlığı, 15-20. ayetlerinde geçen ve insanın kudretinin, zenginliğinin ve ihtişamının ebediyyen devam etmeyeceğini göstermeyi amaçlayan Sebe' (Kitâb-ı Mukaddes'deki Şeba) halkı ile ilgili değinmeden gelmektedir. Surenin tamamının dayandığı temel espri, 9. ayetindeki bütün insanlığa yönelik "Göğün ve yerin ne kadar az bir kısmının önlerine serildiğini ve ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı?" sorusunda ve 46. ayetindeki, insanı ahlakî sorumluluğunun farkında olmaya çağıran "De ki: size bir tek şey tavsiye edeceğim: ister başkalarıyla birlikte olun ister yalnız, Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu unutmayın" ifadelerinde özetlenebilir.
1. HAMD, göklerde ve yerde ne varsa tümünün gerçek maliki olan Allah'a mahsustur; ahirette de hamd O'na mahsus olacaktır. Yalnız O'dur hikmet Sahibi, her şeyden haberdar olan:
2. O, toprağa giren ve ondan çıkan her şeyi, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. (1) O, tek başına, rahmet kaynağıdır, mağfiret sahibidir.

1 - Bu tanım, hem maddî hem de manevî oluşumları kapsar: Toprak altında kaybolup sonra yeniden ortaya çıkan sular; tohumun bitkiye ve bitkinin de petrol ve kömüre dönüşmesi; toprak altında kalan eski yapıların ve uygarlıkların izleri ve bunların daha sonraki kuşakların bilinçlerinde ve bakışlarında yeniden canlanması; hayvan ve insan cesetlerinin yeni bir hayatın beslenme kaynakları haline gelmesi; topraktaki buharın göklere yükselmesi ve sonra yağmur, kar ve dolu olarak yeniden yere inmesi; insanların özlemleri, ümitleri ve ihtiraslarının zirvelere tırmanması ve ilahî vahyin insanların zihinlerine inmesi; böylece inancın ve düşüncenin yenilenmesi ve bununla birlikte yeni yapıların, yeteneklerin ve ümitlerin yeşermesi: kısacası, Allah'ın yaratma eylemini karakterize eden doğum, ölüm ve yeniden dirilmenin sonsuz biçimde tekrarlanması.

3. Ama hakikati inkara şartlanmış olanlar, "Kıyamet Saati bizi asla bulmaz!" diye düşünürler. (2) De ki: "Hayır, insan kavrayışının ötesindeki her şeyi bilen Rabbimin hakkı için o mutlaka sizi bulacaktır!" Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey bile O'nun bilgisinden kaçamaz; ve bundan daha küçük veya daha büyük bir şey yoktur ki [O'nun] apaçık fermanında yer almasın;

2 - Tanrıtanımazların bu iddiası ikili bir anlam taşır: (1) "Evren, öncesiz ve sonrasızdır; yalnızca değişebilir, ama hiçbir zaman yok olmaz!" -ki bu, Allah'ın ebedî/sonsuz olduğu gerçeğini inkara kadar gider; ve (2) "Kıyamet Saati'nin sembolize ettiği yeniden dirilme ve ilahî yargılanma/hesap verme yoktur;" bu da, ölümden sonraki hayatın ve böylece insan hayatına atfedilen bütün değerin ve anlamın inkarına varır.

4. O, böylece, inanan ve iyi işler yapanları ödüllendirir: onlar için mağfiret ve muhteşem bir rızık vardır; (3)

3 - Bkz. 8:4, not 5.

5. mesajlarımıza karşı mücadele ederek onların amacını geçersiz kılmaya çalışanlara gelince, [yaptıkları] çirkinliklerin bir sonucu olarak (4) onlar için acıklı bir azap vardır.

4 - Ricz ("çirkinlik" veya "çirkin davranış") isminden önce gelen min edatı (lafzen, "...den/dan"), bu günahkarları öteki dünyada bekleyen azabın, bu dünyada bilerek yaptıkları kötü fiillerin tabii bir sonucu olduğunu gösterir.

6. BİLGİ ve kavrayış yeteneği ile donatılmış olanlar, Rabbinden sana indirilen her şeyin hak olduğunu ve kudret Sahibi'nin, her türlü övgüye layık Olan'ın yoluna ilettiğini bilirler.
7. Buna karşılık, hakikati inkara şartlanmış olanlar, [kendileri ile aynı zihniyette olanlara] şöyle derler: "[Ölüp] sayısız parçalara dağıldıktan sonra yeni bir yaratılışla -evet, dikkat edin, (yeni bir yaratılışla)- [hayata dönmüş] olacağınızı iddia eden bir adam gösterelim mi size?
8. O, [bile bile] kendi uydurmalarını mı Allah'a isnad ediyor; yoksa bir deli mi?" Asla! [Peygamber'de hiçbir delilik yoktur;] ama ahirete inanmayanlar azaba gark olacak ve büyük bir sapkınlık içinde (5) bulunacaklardır.

5 - Lafzen, "uzak bir dalalet içinde"; (dalâl -lafzen, "hata etmek" veya "sapmak"- teriminin Kur'an'da "sapıklık" anlamında kullanılışı için bkz. 12:8 ve 95). Bu ifadenin tertip tarzı, azabın kesin olarak bu dünyada olacağına işaret etmektedir (yukarıda 5. ayette sözü edilen öteki dünyadaki azabın tersine): "sapkınlık" (dalâlet) kavramı öteki dünya ile bağlantılı olarak düşünüldüğünde anlamsız göründüğü halde, insanların mutlak ahlakî değerlere ve bu değerler üzerine bina edilmiş mutlak ilahî yargılara inançlarını kaybetmelerinin kaçınılmaz bir sonucu olan ahlakî ve sosyal çözülme -ve dolayısıyla, bireysel ve sosyal kriz- bağlamında daha anlaşılır hale gelmektedir.

9. Göğün ve yerin ne kadar az kısmının önlerine serildiğini, ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı? (6) [Yine anlamazlar mı ki] Biz dileseydik onları yerin dibine batırır, (7) yahut göğü başlarına geçirirdik? (8) Bütün bunlarda, [pişmanlık duyarak] O'na yönelen her [Allah'ın] kul[u] için bir ders vardır. (9)

6 - Lafzen, "...gökten ve yerden elleri arasında olan ile arkalarında olanın farkında değiller mi?": sure 2, not 247'de açıklaması yapılan deyimsel bir ifade. Yukarıdaki ifade, bu bağlamda -ve 2:255'de- insanın ulaştığı yahut kendisine sunulan bilginin önemsizliğini vurgular; o halde insan, yeniden dirilmenin ve ölümden sonraki hayatın insan tecrübesinin ulaşamayacağı bir fenomen olduğunu, diğer taraftan, evrendeki her şeyin Allah'ın sınırsız yaratma gücünü isbatladığını gördüğü halde nasıl bu realiteleri inkar edecek kadar küstah olabilir?

7 - Yani, bir deprem sonucunda.

8 - Önceden kestirilemeyen jeolojik ve kozmik olaylara -yer sarsıntısı, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar vb.- yapılan bu atıf, "göğün ve yerin ne kadar az bir kısmı önlerine serilmiştir ve ne kadarı da gizlenmiştir" ifadesini güçlendirmekte ve Allah'ın bilgisinin kuşatıcılığına ve yüceliğine nazaran insanın güçsüzlüğünü vurgulamaktadır.

9 - Bkz. 24:31'in son cümlesi ve buna ait not 41.

10. VE [böylece] Biz Davud'u lütfumuzla onurlandırdık: (10) "Siz ey dağlar! Onunla birlik olup Allah'ın yüceliğini terennüm edin! Ve [siz de] ey kuşlar!" (11) Biz o'ndaki bütün sertliği ve katılığı yumuşattık (12)

10 - Lafzen, "Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik". Bu, bir önceki ayette pişmanlık duymaya yapılan dolaylı atıf ile bağlantılıdır: Hz. Davud, 38. surede, birden günah işlediğinin farkına varıp da hemen Allah'tan "günahını bağışlamasını dilemesine ... ve tevbe ederek O'na yönelmesi"ne (38:24) yapılan atıf ışığında özel olarak seçilmiştir.

11 - Karş. 21:79 ve ilgili not 73.

12 - Lafzen, "O'nun için ..." Hadîd terimi, öncelikle, kelimenin hem somut hem de soyut anlamıyla "keskin" olan şey için kullanılır: bu ikinci anlamı için karş. Kur'an'ın, "bakışın bugün artık daha keskin (hadîd)" (50:22) ayeti yahut şu deyimsel ifadeler: racul hadîd, "keskin zekalı adam"; hadîdu'n-nazar, "( başkalarına) sert sert bakan"; râiha hadîde, "keskin bir koku" vb. (Lisânu'l-‘Arab). Belirtme takısı ile kullanılan bir isim olarak el-hadîd "keskin olan her şey", veya "keskinlik" veya "demir" anlamlarını ifade eder. Allah'ın Hz. Davud'daki "bütün keskinlikleri/sertliği ve katılığı yumuşatması", açıkçası, o'nun (Mezmurlarında ifade edilen) üstün güzellik duygusuna, iyiliğine/yüceliğine ve tevazuuna bir işarettir. Yukarıdaki ifadenin alternatif bir çevirisi şöyle olabilir: "Biz demiri o'nun için yumuşattık". Bu karşılık da, o'nun şairlik, savaşçılık ve yöneticilik gibi üstün yeteneklerine bir işaret sayılabilir.

11. [ve o'na şu telkinde bulunduk:] "Güzel işleri çokça, hiçbir sınır gözetmeden yap ve onların düzenli akışına derin bir anlam kazandır". (13) Ve [böylece ey müminler, hepiniz] doğru ve yararlı işler yapınız: çünkü Ben bütün yaptıklarınızı görürüm!

13 - Sâbiğ (müennesi sâbiğah) sıfatı, "kapsamlı", "bol" ve "tam" (mükemmel anlamında) olan şeyi ifade eder. Çoğul şekli sâbiğât ise, isim işlevini görür ve lafzen, "tam/eksiksiz ve detaylı" yahut "mükemmel" şeyleri (veya işleri)", yani sınırsız şekilde ve çokça yapılan güzel işleri gösterir: karş. 31:20'de geçen aynı muhtevadaki başka bir örnek -"(Allah) nimetlerini önünüze alabildiğine serdi (esbeğa)". Serd ismi ise, "birbiri ardısıra yapılan" veya parçaları (yahut safhaları) "birbirini düzenli bir şekilde izleyen", yani devam eden ve tekrarlanan şey anlamına gelir.

12. BİZ rüzgarı Süleyman[ın emrin]e verdik: sabahki hareketi bir aylık yolculuk [mesafesinde], akşamki hareketi de bir aylık [mesafede tamamlanan] rüzgarı. (14) Ve erimiş bakır menbaını o'nun buyruğu altında (15) akıttık; görünmeyen varlıklardan bir kısmı [da] Rablerinin izniyle o'nun için (16) çalış[maya mecbur kılın]dılar; ve hangisi emrimizden çıktıysa ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık:

14 - Karş. 21:81 ve buna ait not 75. Hz. Süleyman'ın kişiliği ile ilgili menkıbelerin daha genel bir açıklaması için bkz. 21:82, not 77.

15 - Lafzen, "o'nun için": burada, muhtemelen Hz. Süleyman'ın, Kitâb-ı Mukaddes'e göre (karş. II Tarihler, iv) yeni inşa edilen mâbedi için yaptırdığı çok sayıdaki bakır ve pirinç malzemeye işaret edilmektedir.

16 - Lafzen, "elleri arasında", yani o'nun iradesine tâbi olarak: bkz. 21:82 ve notlar 76 ve 77. Cinn'i "görünmeyen varlıklar" olarak çevirmem konusunda bkz. Ek III.
13. o'nun için isteğine göre mâbedler, heykeller, büyük tekneler kadar [geniş] havuzlar ve sağlamca tesbit edilmiş (17) kazanlar yaptılar. [Ve dedik ki:] "Ey Davud kavmi, [Bana karşı] şükür (duygusu) içinde çalışın; (18) ve [unutmayın ki] kullarım arasında [bile] (19) hakkıyla şükredenler çok azdır!"

17 - Yani, büyük bir hacme sahip olmalarından dolayı. Karş. melek heykellerinin ("tasvirlerinin") anlatıldığı II Tarihler iii, 10-13 ve oniki mermer sütun üzerinde duran ve "hahamların içinde yıkandıkları" (aynı yer, iv, 6) suyun konulmasına yarayan dev boyutlu bir "sıvı denizi"ni (yani, "havuzunu") tasvir eden iv, 2-5. "Mâbedler" ise, yeni inşa edilen mâbedin çeşitli salonlarıdır.

18 - Görünüşte Hz. Davud'un "ailesi"ne veya "kavmi"ne hitab eden bu sözler, aslında her dönemdeki bütün müminler için bir uyarıdır. Çünkü onların tümü, manevî anlamda, "Hz. Davud'un kavmi"dir.

19 - Yani, kendilerini Allah'ın kulu olarak görenler arasında bile. Çünkü "[Allah'a] gerçekten şükredici olan, yalnızca, Allah'a yeterli şükürde bulunamayacağını anlayan kişidir" (Zemahşerî).

14. [Süleyman da ölümü elbet tadacaktı; fakat] Biz o'nun ölümüne hükmettiğimiz zaman, asâsını kemiren kurttan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. (20) Ve Süleyman devrilince açıkça ortaya çıktı ki, [o'nun emrindeki] görünmeyen varlıklar, kavrayışlarının ötesindeki gerçekliği (21) bilmiş olsalardı o aşağılayıcı [hizmetçilik] azabı içinde [sıkıntıyla] yaşamaya devam etmezlerdi. (22)

20 - Bu, eski Arap geleneğinin vazgeçilmez bir parçası olan ve Kur'an'ın da bazı öğretilerini mecazî olarak anlatmakta araç olarak kullandığı sayısız Hz. Süleyman menkıbesinden yalnızca biridir. Bu menkıbeye göre Hz. Süleyman, sarayında asâsına dayanmış bir şekilde öldü ve bir süre hiç kimse öldüğünün farkına varmadı: Onun için çalışmakla görevlendirilmiş olan cinn de, kendisine yüklenmiş olan ağır görevlerini yapmaya devam etti. Fakat sonra bir kurt Hz. Süleyman'ın asâsını kemirmeye başladı ve desteksiz kalan vücudu yere yığıldı. Burada sadece ana çizgileriyle değinilen bu kıssa, insan hayatının önemsizliği ve doğal güçsüzlüğü ile dünyevî kudret ve ihtişamın boşluğu ve geçiciliğini anlatan bir mecaz olarak kullanılmıştır.

21 - Ğayb, ya mutlak yahut -burada olduğu gibi- izafî ve geçici anlamda, "[yaratılmış bir varlığın] kavrayışının ötesindeki şey"dir.

22 - Çünkü Hz. Süleyman'ın onlar üzerindeki hakimiyetinin bitmiş olduğunu görürlerdi. Burada, Kur'an dilinin özelliklerinden biri olan vecîz bir üslup içinde öncelikle, sadece gözlemlenebilen veya hesaplanabilen/ölçülebilen fenomenlere dayalı tümdengelimlerin ve akıl yürütmelerin sonuçlarını kapsayan tecrübî bilginin sınırlılığı vurgulanmıştır. İkinci olarak da, verili şartlarda hangi davranış tarzının doğru olduğuna yalnızca böyle sınırlı bilgi kategorilerine dayanarak doğru biçimde karar vermenin imkansızlığı vurgulanmaktadır. Kıssa, bu şekliyle "görünmeyen varlıklar" ile ilgili olsa da, ondan alınacak ahlakî ders (tecrübî bilgi, ilahî bir rehberlikle tamamlanmadıkça ve desteklenmedikçe herhangi bir ahlakî ilkeye kaynaklık edemez şeklinde özetlenebilir) bariz olarak insanoğluna da hitab etmektedir.

15. SEBE' halkı, [çekici güzellikler içindeki] yurtlarında [Allah'ın rahmetinin] bir işaretine sahiptiler; (23) sağa ve sola doğru uzanan iki [geniş] bahçe, [onlara sanki şu çağrıyı yapıyordu:] "Rabbinizin size bahşettiği rızıktan yiyin ve O'na şükredin: ne güzel topraklar ve ne bağışlayıcı bir Rab!"

23 - Bu ifade, önceki pasajda geçen Allah'a şükretme çağrısı ve 13. ayetin sonundaki, kendilerini "Allah'ın kulları" olarak görenler arasında bile "gerçekten şükredenlerin çok az olduğu" (bkz. yukarıda not 19) beyanı ile bağlantılıdır. Sebe (Arapçada sebe') Krallığı, Güneybatı Arabistan'da yerleşik bulunuyordu ve en parlak dönemlerinde (M.Ö. ilk bin yılda) yalnızca Yemen'i değil, Hadramevt'in geniş bir bölümünü, Mahrah topraklarını ve şimdiki Habeşistan'ın büyük bir bölümünü de içine alıyordu. Sebeliler, başkent Ma'rib'in -bazan Mârib olarak okunuyordu- çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman kesiti içinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış olan olağanüstü barajlar, bentler ve suyolları şebekeleri inşa etmişlerdi. Sebe ülkesi, bütün Arap Yarımadası'nda dillere destan olan muazzam gelişmesini bu büyük barajlara borçluydu. (H. 334'de ölen coğrafya bilgini Hemedânî bu barajlar şebekesinin suladığı toprakların Doğuya, Rub‘u'l-Hâlî sınırları çevresindeki Sayhad çölüne doğru uzandığını nakleder.) Ülkenin zenginleşmesi, halkının ticarî faaliyetlere yoğun ilgisinden ve Ma'rib'den Kuzeyde Mekke, Medine ve Suriye'ye, Doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr'a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin'e bağlanan deniz yolları ile birleşen "baharat yolu"nu kontrol etmelerinden ileri geliyordu. Yukarıdaki pasajın değindiği dönem, tabii, 27:22-44'de sözü edilenden daha sonraki bir zamana tekabül eder.

16. Ama onlar [Bizden] yüz çevirip uzaklaştılar ve bu yüzden barajlarını yıkıp geçen, (24) sahip oldukları [son derece verimli] iki bahçeyi sadece böğürtlen, ılgın ve birkaç tane [yabani] sedir ağacından ibaret (virane) bir bahçeye çeviren bir sel gönderdik:

24 - Lafzen, "barajları su altında bırakan" (seylu'l-‘arim). Bu felaketin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat, Ma'rib Barajının ilk yıkılışının muhtemel tarihi M.S. 2. yüzyıl olabilir. (Bu olaydan sonra) Sebe Krallığı büyük ölçüde harap oldu ve bu da, güneyli (Kahtân) birçok kabilenin Yarımada'nın kuzeyine doğru göç etmelerine yol açtı. Ardından, barajlar ve kanallar şebekesi belli ölçüde onarıldı, fakat ülke eski refah düzeyine bir daha ulaşamadı ve İslam'ın zuhurundan 20-30 yıl önce de bu büyük baraj tamamen çöktü.

.
17. hakikati inkar etmelerinden dolayı onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankörlük yapanlardan başkasını hiç cezalandırır mıyız? (25)

25 - Ne Kur'an, ne de hiçbir sahih Hadis, Sebe halkının Ma'rib barajının son çöküşünden kısa bir süre önce (yani, M.S. 6. yüzyılda) işledikleri günahın mahiyeti hakkında kesin bir şey söylememektedir. Fakat bu belirsizlik bilinçlidir. Sebe'nin refahı ve ardından büyük bir felaketle (catastrophic) çöküşünün eski Arabistan'da bir darb-ı mesel olduğu gerçeği karşısında, bu kıssanın Kur'an'da zikredilmesinin, Hz. Süleyman'ın ölümü ile ilgili bir önceki menkıbe gibi, tamamen ahlakî bir amaç taşıdığı söylenebilir. Çünkü bu iki menkıbe de, Kur'an'da sunuldukları şekliyle, bütün beşerî üstünlüklerin ve başarıların gelip geçici olduklarını gösteren temsîllerdir. Yukarıda 23. notta işaret edildiği gibi, Sebe'nin çöküş kıssası, insanların Allah'a karşı sürekli nankörlüğü ile de yakından bağlantılıdır. (Bkz. ayrıca 20. ayet ve ilgili 29. not.)

18. Biz, [o toplumun çöküşünden önce,] kutsadığımız şehirler (26) ile onlar arasına birbirlerinin görüş mesafesinde bulunan [birçok] kasaba yerleştirdik; ve böylece [onlar için] seyahati kolaylaştırdık, [ve adeta] "Bu [topraklarda] hem geceleri hem de gündüzleri güven içinde seyahat edin!" [dedik].

26 - Yani, Sebe halkının kullandığı kervan yolu üzerinde bulunan Mekke ve Kudüs şehirleri.

19. Buna rağmen onlar, "Rabbimiz seyahat menzillerimiz arasındaki mesafeyi uzattı!" dediler. (27) Ve böylece kendi kendilerine zulmetmiş oldular. Biz de bunun üzerine onları [geçmişin] efsane[lerinden biri]si haline döndürdük ve darmadağın ettik. (28) Kuşkusuz bunda, sıkıntılara göğüs geren ve [Allah'a] gönülden şükredenler için alınacak dersler vardır.

27 - Genel kabul gören kıraat şeklinde -Medine ve Kûfe'nin ilk alimlerinin çoğunlukla kabul ettikleri kıraat- yukarıdaki ifade, nidâ ismi olan Rabbenâ ve emir kipinde bâ‘id ("Ey Rabbimiz! ... mesafeleri uzat" vb.) ile okunmaktadır ki bu kıraatın tatmin edici bir açıklamasını yapmak zordur. Diğer taraftan, bazı ilk dönem Kur'an müfessirlerinin rivayetlerine dayanan Taberî, Beğavî ve Zemahşerî, sözkonusu kelimelerin başka muhtemel okunuş şekillerinden söz ederler: Rabbunâ (ismin yalın hali) ve be‘ade (haber kipi) şeklindeki bu okunuşlar, anlamı benim çevirdiğim biçimde vermektedir: "Rabbimiz ... mesafeyi uzattı". Bana göre bu kıraat daha uygundur, çünkü (Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi), Sebe halkının, devletlerinin yıkılmasından, nüfusun büyük kısmının sürgüne gönderilmesinden ve neticede (büyük kervan yolları üzerindeki) birçok köy ve kasabanın terk edilmesinden duydukları gecikmiş üzüntü ve pişmanlığı dile getirmektedir.

28 - Güney Arabistan'daki kabilelerin, Ma'rib barajının çökmesinden sonra kitle halinde dört bir tarafa -özellikle de Merkezî ve Kuzey Arabistan'a- göç etmelerine işaret etmektedir.

20. Doğrusu İblis, onlar hakkında doğru söylemişti: (29) çünkü [içlerindeki] bazı müminler hariç, tümü o[nun çağrısı]na uydular.

29 - Bkz. 17:62 ve İblis'in (yani, Şeytan'ın) insan cinsi için, "onların çoğunu nankör kimseler olarak bulacaksın" dediğini nakleden 7:17'nin son cümlesi.

21. Halbuki (İblis'in) onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktu: (30) [zaten İblis'e insanları baştan çıkarma izni vermişsek,] ahiretin varlığına [gerçekten] inananları ona şüphe ile bakanlardan kesin bir şekilde ayırd etmek için [vermişizdir]: (31) çünkü Rabbin her şeyi görüp gözetendir.

30 - Karş. 14:22'de İblis'in ağzından nakledilen benzer bir ifade ("Sizin üzerinizde hiçbir nüfûzum yoktu: sizi sadece çağırıyordum; siz de bu çağrıya icabet ediyordunuz.") ve buna ait not 31; ayrıca 15:39-40'a ait not 30. Bu surenin 20-21. ayetleri, ilk bakışta Sebe halkına atıfta bulunuyorsa da gerçekte, (ayetlerin tertibinden de anlaşılacağı gibi) daha geniş kapsamlı olup genel olarak insan cinsinden söz etmektedirler.

31 - Bkz. 15:41 ve ilgili not 31.

22. DE Kİ: "Allah'tan başka [ilahî güçlere sahip olduğunu] zannettiğiniz [varlıkları] çağırın: (aslında) onların ne yerde ne gökte zerre kadar güçleri yoktur, ne buralar[ın yönetimin]de bir pay sahibidirler, ne de Allah kendisine onlar arasından bir yardımcı [seçmiştir]". (32)

32 - Yani, kendisi ile yarattıkları arasında "aracılık" yapacak biri olarak. Ayetin tertibinden (ve aynı zamanda 17:56-57'den) açıkça anlaşılacağı gibi, bu pasaj, özellikle ilahî veya yarı-ilahî vasıfların velîlere/azîzlere ve meleklere izafe edilmesi ve onların Allah katında şefaat edebilmeleri konusuna ilişkindir.

23. Allah katında, kendisinin izin verdikleri dışında hiç kimsenin şefaati (33) fayda vermez: kalplerinden [Son Saat'in] korkusu atılınca onlar, [o yeniden dirilenler, birbirlerine dönüp] soracaklar: "Rabbiniz [sizin için] neye karar verdi?" Ötekiler, "Doğru ve hak edilmiş olana; (34) O, yücedir ve büyüktür!" diye cevap verecekler.

33 - "Şefaat"in Kur'ânî anlamı konusunda bkz. 10:3, not 7. Ayrıca karş.19:87 ve 20:109.

34 - Lafzen, "hakikate" -yani, Allah'ın şefaate izin verip vermemesi konusundaki kararı (ki O'nun sözkonusu insanı temize çıkarmayı kabul edip etmemesi ile eş anlamlıdır) mutlak hakikat ve adalet ile uyumlu olacaktır (bkz. 19:87, not 74).

24. De ki: "Göklerden ve yerden geçiminizi sağlayan kimdir?" (35) De ki: "Allah'tır! O halde, ya biz [Allah'a inananlar]dan yahut siz [O'nun birliğini inkar edenler]den biri doğru yolda, (diğeri ise) açık bir sapıklık içindedir!"

35 - Bkz. 10:31'in ilk cümlesi ile ilgili not 49.

25. De ki: "Ne siz bizim işlediğimiz suçtan dolayı hesaba çekileceksiniz, ne de biz sizin işlediklerinizden dolayı".
26. De ki: "Rabbimiz [Hesap Günü] hepimizi bir araya toplayacak ve sonra aramızda adaletle hüküm verecektir; O, hakikati apaçık ortaya koyan, her şeyi hakkıyla bilendir!"
27. De ki: "[Zihninizde] O'na ortak koştuğunuz [varlıklar]ı bana gösterin! Hayır hayır, [yalnız] O'dur kudret ve hikmet Sahibi!"
28. [EY MUHAMMED, sana gelince,] Biz seni insanlığa ancak bir müjdeci ve uyarıcı olman için gönderdik; fakat insanların çoğu [bunu] anlamazlar,
29. ve bu sebeple sorarlar: "Bu [yeniden dirilme ve yargılanma] vaadi ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğruyu söylüyorsanız [ey müminler, buna cevap verin!]" (36)

36 - Bu saçma soruya Kur'an'ın cevabını 7:187'de bulabiliriz.

30. De ki: "Sizin için belli bir gün tayin edilmiştir, ondan tek bir an ne geri kalabilirsiniz, ne de onu geçebilirsiniz". (37)

37 - Sâ‘ah'nın (lafzen, "saat") "tek bir an" olarak çevrilmesi konusunda bkz. sure 7, not 26.

31. [Ama] hakikati inkara şartlanmış olanlar, "Biz ne bu Kur'an'a inanırız, ne de önceki vahiylerden bugüne kalanlara!" dediler. (38) Sen [Hesap Günü] Rablerinin huzurunda suçu birbirlerinin üzerine atıp durdukları zaman bu zalimleri[n halini] bir görseydin! [Yeryüzünde] güçsüz olanlar küstahça böbürlenenlere: (39) "Siz olmasaydınız kesinlikle inanmışlardan olurduk!" diyeceklerdir.

38 - Mâ beyne yedeyhi ifadesinin, Kur'an'a kıyasla "önceki vahiylerden bugüne kalanlar" şeklinde çevrilmesi konusunda bkz. sure 3, not 2. Önceki ve sonraki ifadelerden açıkça anlaşıldığı gibi, vahyin tamamının "hakikati inkara şartlanmış olanlar" tarafından reddedilmesi, bunların öldükten sonra dirilmeye ve Allah'ın yargılamasına inanmamaları ve dolayısıyla, her yüksek inanç sisteminin varsaydığı mutlak ahlakî standartların geçerliliğini kabul etmemelerinden kaynaklanmaktadır.

39 - Yani, toplumlarının "öncü aydınları" olarak.

32. Küstahça böbürlenenler ise güçsüzlere: "Nasıl olur? Doğru yol size açıkça gösterildikten sonra biz mi sizi [zorla] ondan alıkoyduk? (40) Hayır, suçlu olan sizdiniz!" diyeceklerdir.

40 - Lafzen, "hidayet size geldikten sonra biz mi ondan vazgeçirdik?"

33. Ama güçsüzler, küstahça büyüklük taslayanlara: "Hayır!" diyecekler. "[Bizi ondan alıkoyan, sizin] gece gündüz (41) [Allah'ın mesajlarına karşı] yanlış ve yanıltıcı itirazlar geliştirmenizdi; [tıpkı] Allah'ı tanımamaya ve O'na rakip güçler bulunduğuna (42) bizi ikna ettiğiniz (gibi)!" diyeceklerdir. Ve onlar [kendilerini bekleyen] azabı görünce [derin] pişmanlıklarını ifade etmeye (43) imkan bulamayacaklar: çün-kü biz hakikati inkara şartlanmış olanların boyunlarına halkalar geçireceğiz. (44) Bu, yaptıklarının [adil] bir karşılığı değil midir?

41 - Yani, her zaman, daima. Mekr terimi (lafzen, "düzen" veya "düzen kurma"), burada, doğru olan şeye karşı "yanıltıcı ve yanlış itirazlar geliştirme" anlamını taşır. Bu örnekte, yukarıdaki 31. ayetin ilk paragrafında görüldüğü gibi, Allah'ın mesajlarına karşı bu itirazları geliştirmeleri sözkonusudur (karş. bu terimin 10:21 ve 35:43'deki benzer kullanımı ve aynı zamanda bkz. 86:15).

42 - Lafzen, "Allah'a eşler (endâd) koşmaya". Bu ifadenin bir açıklaması ve bizim çevirimiz için bkz. sure 2, not 13.

43 - Eserru'n-nedâmeh ifadesinin bu şekilde çevrilmesinin gerekçeleri için bkz. sure 10, not 77.

44 - Bazı klasik müfessirlerin (örn. Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî) 13:5 ve 36:8'de geçen benzer ifadeler ile ilgili açıklamalarında işaret ettikleri gibi, bu günahkarların dünyada iken "boyunlarında" taşıdıkları, Hesap Günü de taşımaya devam edecekleri "halkalar" (ağlâl), teslim oldukları geçersiz ve düzmece değerlere ruhlarını esir etmelerinin ve bu teslimiyetin yol açtığı azabın bir simgesidir.

34. Nitekim, ne zaman bir topluma uyarıcı gönderdiysek, toplumun sefahata dalmış olan kesimi, (45) "[Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz] mesajınızın hak olduğunu inkar ediyoruz!" derler;

45 - Mutraf terimi, "sefahate dalan", yani (bu yolda) bütün ahlakî endişeleri bir tarafa bırakan kişiyi ifade eder: karş. 11:116, not 147.

35. ve sonra eklerler, "Servet ve soy olarak biz [sizden daha] güçlüyüz, ve [bu gücümüz sayesinde] azaba uğratılmayacağız!" (46)

46 - Bu (itiraz,) öncelikle, hayatta değerli olan tek şeyin maddî kazanç sağlamak olduğu; ikinci olarak da, maddî anlamda başarılı bir hayatın kişinin "doğru yolda olduğu"nun bizzat kanıtı olduğu şeklindeki anlayışı yansıtır.

36. De ki: "Rabbim dilediğine bol rızık verir, [dilediğine] az: fakat insanların çoğu [Allah'ın yol ve yöntemlerini] anlamazlar". (47)

47 - Zımnen, "zenginliği ve yoksulluğu, aptalcasına, Allah'ın lütfunun veya cezasının bir işareti olarak görürler." Bu ifade, dolaylı olarak, bugün ve geçmişte birçok insanın paylaştığı, maddî refahın bütün insan davranışlarının meşruiyet gerekçesi olduğu anlayışını reddeder.

37. Sizi Bize yaklaştıracak olan, ne zenginliğiniz, ne de çocuklarınızdır: yalnızca iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar [Bize yakın olabilirler]; bu [gibi]leri, yaptıklarından dolayı çeşit çeşit ödüller beklemektedir ve onlar [cennet] köşkler[in]de (huzur ve) güven içinde yaşayacaklardır;
38. mesajlarımızı etkisiz kılmak için çaba gösterenler ise azapla yüzyüze geleceklerdir.
39. De ki: "Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir, dilediğine az; (48) ve başkaları için ne harcarsanız yerini [daima] doldurur: (49) çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır".

48 - Yani, Allah'ın sadık kullarının öteki dünyada mutluluğa kavuşacakları vaadi, onların bu dünyada zengin veya yoksul olmaları ile ilgili değildir.

49 - Yani, ya dünyevî servet, ya iç huzuru, yahut da manevî erdemlerle (Zemahşerî).

40. [Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince,] Allah bir gün onların hepsini toplayacak ve meleklere soracaktır: "Bunların ibadet ettikleri siz miydiniz?" (50)

50 - Bu temsîlî "soru" -temsîlî, çünkü Allah her şeyi bilendir ve bir şey "sormasına" gerek yoktur- Allah'ın mesajlarının "doğruluğunu inkar edenler"den bir çoğunun, burada "melekler" kavramında karşılığını bulan manevî güçlere taptıklarına kendilerini inandırdıklarını gösterir.

41. Melekler: "Sen, kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuzsun!" derler, "Bize yakın olan [yalnız] Sensin, onlar değil! (51) Hayır, onlar [bize ibadet ettiklerini zannettikleri zaman, aslında] duyuları ile kavrayamadıkları güçlere [körcesine] tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı". (52)

51 - Meleklerin, yalnızca Allah'a yapılması gereken ibadetin kendilerine yöneltildiğini asla kabul etmediklerine işaret eder.

52 - Cinn teriminin, bu örnekte, birincil anlamı olan "(insanların) duyuları ile kavrayamadıkları şey" anlamında kullanıldığına (bkz. Ek III), böylece, "tabiat" olarak tanımladığımız şeyde mevcut olduğu düşünülen, gerçek veya hayalî, bütün bilinmeyen varlık türlerini ihtiva ettiğine inanıyorum. Bu sebeple, meleklerin cevabı, günahkarların onlara sözde ibadet etmesinin, tabiatın görünmeyen güçlerine karşı duydukları korkudan ve bilinmeyenin verdiği daha derin bir korkunun bilinçaltı yansımasından başka bir şey olmadığına işaret etmektedir; bu korku, eninde sonunda, Allah'ın varlığına inanmayı reddedenleri ve dolayısıyla insan hayatında herhangi bir amaç veya anlam görmeyenleri kuşatır. (Bkz. ayrıca 10:28'in son cümlesi ve ilgili not 46.)

42. Ve [o Gün Allah şöyle seslenecektir]: "Siz [yaratılmışlar]dan hiç biri bugün bir başkasına fayda veya zarar verecek güce sahip değildir!" Ve [o Gün] haksızlık yapanlara: "Yalanladığınız ateşin azabını [şimdi] tadın bakalım!" diyeceğiz.
43. Mesajlarımız onlara bütün açıklığıyla aktarıldığında, [hakikati inkara şartlanmış olanlar birbirlerine,] "Bu [Muhammed] sizi atalarınızın taptıklarından vazgeçirmeye çalışan biridir sadece!" derler. Ve "Bu [Kur'an, insan tarafından] uydurulmuş bir safsatadan başka bir şey değildir!" d(iye ekl)erler. Ve [son olarak,] hakikati inkara kalkışanlar, hakikat kendilerine ulaştığında, onun için, "Bu, büyüleyici güzel bir sözden (53) başka bir şey değil!" derler.

53 - Lafzen, "sihir" veya "büyü" -bu terim, genellikle "büyüleyici güzellikte bir söz" anlamında kullanılır (karş. Kur'an'ın nüzul kronolojisindeki ilk örnek olan 74:24).

44. Oysa [ey Muhammed,] Biz onlara ne başvuracakları (54) vahiyler göndermişizdir, ne de senden önce bir uyarıcı.

54 - Lafzen, "okuyup inceleyebilecekleri"; yani atalarından devraldıkları bâtıl inanç ve uygulamaları desteklemek için başvuracakları. Karş. benzer bir görüşü dile getiren 30:35.

45. Onlardan önce yaşamış olanlar[ın çoğu] da, böylece hakikati yalanlamışlardı; bu [eski toplumlar], [kendilerinden sonraki kuşaklara] tevdî ettiğimiz [hakikatin kanıtlarının] onda birine bile sahip olmadıkları halde yine de elçilerimizi yalanladıklarında, Benim onları yok saymam ne korkunç oldu! (55)

55 - Zımnen, "Kur'an gibi açık ve kapsamlı bir ilahî buyruğun kendilerine tebliğ edildiği inkarcıların durumu ne kötü olacaktır!" Bu ayetin tümü ile ilgili yaptığım çeviri, ötekilerden oldukça farklı olan Râzî'nin yorumuna dayanmaktadır.

46. De ki: "Size bir tek öğüdüm var: ister başkalarıyla birlikte iken ister yalnız, (56) Allah'ın huzurunda [bulunduğunuzun bilincinde] olun ve sonra kendi kendinize, [bu elçi olarak görevlendirilen] arkadaşınızda (57) bir delilik olmadığını düşünün: O, yaşayacağınız şiddetli azaba karşı sizi uyarmaktan başka bir şey yapmıyor."

56 - Lafzen, "ikişer ikişer (mesnâ) ve birer birer (furâdâ)". Râzî'ye göre mesnâ terimi, bu bağlamda, "başka bir insanla birlikte" veya "başka insanlarla" anlamına gelir: bu sebeple, yukarıdaki ifade, insanın sosyal davranışına -yani başkalarıyla ilgili eylemlerine- olduğu kadar ahlakî bir tercihi gerektiren her durumdaki kişisel tavrına da işaret etmektedir.

57 - Bkz. 7:184, not 150.

47. De ki: "Sizden herhangi bir kar-şılık istemiş değilim: (58) Benim [hak ettiğim] karşılığı ancak Allah verir ve O her şeye şahittir!"

58 - Yani, maddî nitelikte hiçbir karşılık: karş. 25:57 -"dileyen kimsenin Rabbine giden yolu bulmasından başka bir karşılık".

48. De ki: "Rabbim, kuşkusuz, [yalan ve sahte olana karşı] değişmez gerçeği ortaya koyacaktır; (59) O, yaratılmışların kavramaktan aciz oldukları her şeyi hakkıyla bilir!"

59 - Karş. 21:18.

49. De ki: "Değişmez gerçek, şimdi [bütün açıklığıyla] ortaya çıkmıştır, [yalan ve sahte olan ise sönüp gitmeye mahkumdur (60) ], çünkü sahte ve yalan, ne yeni bir şey getirebilir, ne de [geçip gitmiş olanı] geri döndürebilir". (61)

60 - Karş. 17:81.

61 - Yani, her gerçek ve doğru (hakk) düşüncede saklı bulunan yaratıcılığın tersine, yalan ve sahtelik (bâtıl), -bizâtihî bir yanılsama olması sebebiyle- gerçekte herhangi yeni bir şey üretemez veya geçmişte yaşanmış bulunan değerleri yenileyemez.

50. De ki: "Eğer sapkınlığa düşmüş olsaydım [kendi yüzümden ve] kendi aleyhime sapmış olurdum; (62) ama eğer doğru yoldaysam, yalnızca Rabbimin bana vahyi sayesindedir: kuşkusuz O, en yakın olan, her şeyi işitendir!"

62 - Zemahşerî'ye göre, parantez içindeki "kendi yüzümden" sözleriyle ifade edilen düşünce yukarıda îma edilmiştir, çünkü "kişinin [manevî değerlerine] ters düşen her şey, bizâtihî kendi eseridir." (Bkz. 14:4, not 4.)

51. SEN, [Kıyamet Günü, hakikati inkar edenlerin,] -can damarlarından (63) yakalandıkları için- kaçacak bir yer bulamayıp korkuyla büzüldükleri [anki halleri]ni bir görsen;

63 - Lafzen, "yakın bir yerden" -yani, kendi içlerinden/kişiliklerinden: karş.17:13 ("her insanın kaderini kendi boynuna dolamışızdır") ve buna ait not 17. Aynı düşünce, 13:5'de ("böyleleri [kendi davranışlarının bir sonucu olarak] boyunlarında bukağılar taşıyan kimselerdir") ve bu surenin 33. ayetinin ikinci yarısında ("hakikati inkara şartlanmış olanların boyunlarına halkalar geçireceğiz") ifade edilmiştir. Ayrıca bkz. 50:41 ve buna ait not 33.

52. ve [görsen, nasıl] "Biz [şimdi] ona inandık!" diye yalvarırlar!" Fakat nasıl bu kadar uzaktan (64) [kurtuluşa] ere[ceklerini ümit ede]bilirler?

64 - Lafzen, "uzak bir yerden" -yani, yeryüzündeki hayatlarından tamamen farklı bir durumdan.

53. Halbuki önceleri hakikati inkara kalkışmışlar ve insan kavrayışının ötesindeki bazı şeylere uzaktan dil uzatmışlardı. (65)

65 - Bu ifadenin açık anlamı şudur: insanın öteki dünyadaki kaderi, varlığının ilk safhası olan yeryüzündeki hayat tarzının ve ruhsal tavrının/dünya görüşünün bir sonucu ve ürünü olacaktır. Bu örnekteki "uzaktan" ifadesi, "ilgisiz" yahut "anlamsız/gereksiz" deyimleriyle aynı anlamda kullanılmıştır ve Kur'an'ın ğayb ("yaratılmışların kavrayışlarının ötesindeki olgular") olarak tanımladığı şey, bu örnekte "ölümden sonraki hayat" hakkındaki bütün olumsuz spekülasyonların temelsizliğini ve saçmalığını vurgulamayı amaçlamaktadır.

54. Böylece, kendileri ile istek ve özlemleri arasına bir set çekilecektir, (66) tıpkı onlardan önce yaşayıp gitmiş olanlara yapıldığı gibi: çünkü ötekiler [de] şüpheye (67) varan bir tereddüt içinde boğulup gitmişlerdi.

66 - Böylece, arzu ettiklerinden herhangi birini -ister olumlu ister olumsuz olsun- gerçekleştirebilmelerinin imkansızlığı, öteki dünyada çekecekleri azabın kaynağı olacaktır.

67 - Yani, bütün ahlakî öncüllerin asıl fonksiyonunun, yalnızca bu dünyadaki hayatın "meşru nimetler"i olarak gördükleri şeylerden kendilerini yoksun bırakmak olduğu şüphesine.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: