Meal Seç / Sure Seç

Yasin Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

36 - Yasin
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Yâsîn kelimesini "Sen ey insanoğlu" diye karşılamam hakkında bir açıklama için bkz. aşağıda not 1. "Orta" Mekke dönemi olarak nitelendirilen zaman diliminin başlarında (belki de Furkân'dan hemen önce) nazil olan bu sure, hemen hemen tümüyle insanın ahlakî sorumluluğu problemine ve dolayısıyla yeniden dirilmenin ve Allah'ın yargılamasının tartışılmazlığına tahsis olunmuştur. Hz. Peygamber, bu sebeple, bu sureyi ölüm halinde olana ve ölmüş bulunana yapılan duada okumalarını müminlere tavsiye etmiştir (karş. İbni Kesîr'in bu sure ile ilgili yorumunun başında naklettiği bu mealdeki bazı Hadisler).
1. SEN EY insanoğlu! (1)

1 - Bazı klasik müfessirler, bu surenin başındaki y-s harflerinin (yâ-sîn şeklinde okunur), Kur'an surelerinin bir çoğunun başındaki esrarlı harf-semboller (el-mukatta‘ât) kategorisine girdiği (bkz. Ek II) görüşünü savunurken, Abdullah b. ‘Abbâs, bu harflerin aslında iki farklı kelimeyi, yani nidâ edatı olan Yâ ("Ey") ile Tayy kabilesi lehçesinde insan ile eş anlamlı kullanılan sîn kelimesini temsil ettiğini, dolayısıyla, 20. suredeki tâ-hâ hecelerine benzer şekilde, yâ-sîn'in "Sen ey insanoğlu" anlamına geldiğini ifade eder. Bu yorum, ‘İkrime, Dehhâk, Hasan Basrî, Sa‘îd b. Cubeyr ve diğer bazı ilk dönem Kur'an müfessirleri tarafından da benimsenmiştir (bkz. Taberî, Beğavî, Zemahşerî, Beydâvî, İbni Kesîr vb.). Zemahşerî'ye göre Tayy kabilesinin hitaplarda kullandığı sîn hecesi, insan'ın tasğîr (küçültme) hali olan uneysîn'in kısaltılmış şeklidir. (Burada, klasik Arapça'da küçültme halinin, genelde sevgi ve şefkat ifade ettiğini unutmamalıyız: sözgelimi, yâ buneyye hitabı, "Ey benim küçük oğlum" anlamından çok, yaşı ne olursa olsun, "Ey benim sevgili oğlum" anlamına gelir). Sonuç olarak yâ-sîn kelimelerinin, surenin devamında açıkça muhatab alınan Allah'ın Elçisi Muhammed (s)'i kasdettiği ve -Kur'an'ın sıkça yaptığı gibi- o'nun ve yakın arkadaşlarının beşer olma özelliklerini vurgulamayı amaçladığı söylenebilir.

2. Düşün bu hikmetle dolu Kur'an'ı:
3. Gerçek şu ki, sen Allah'ın elçilerinden birisin, (2)

2 - Bu ifade, önceki ayetin girişindeki ve tenbih edatının (burada "Düşün" diye çevrilmiştir) bir açıklamasıdır -yani: "Kur'an'daki bariz hikmet, senin Allah'ın bir elçisi olduğun gerçeğinin kanıtıdır." El-Kur'ânu'l-Hakîm'in "hikmetle dolu bu Kur'an" şeklinde çevrilmesi konusunda bkz. 10:1 ile ilgili not 2.

4. dosdoğru bir yol üzeresin,
5. Kudret Sahibi ve Rahmet Kaynağı'ndan indirilmiş olan[ın sayesinde], (3)

3 - Karş. 34:50 -"Eğer doğru yoldaysam, bu, Rabbimin bana vahyi sayesindedir".

6. ataları uyarılmamış ve bu nedenle kendileri [doğru ile eğrinin ne olduğundan] habersiz kalmış bulunan (4) insanları uyarasın diye [sana indirilmiş olanın] (sayesinde).

4 - Karş. 6:131-132. Bu ifadenin daha geniş yorumuyla "atalar", bir toplumun kültürel geçmişini anlatan bir mecaz olarak görülebilir: bu sebeple "atalar"ının "uyarılmamış" olmalarından (yani şeytana karşı) söz edilmesi, doğru ahlakî değerlerden uzaklaşmış olan halkın devraldığı etik mirasın çürümüşlüğüne işarettir.

7. Onların çoğuna karşı [Allah'ın gazap] sözü mutlaka gerçekleşecektir: (5) çünkü onlar iman etmezler.

5 - Lafzen, "doğru çıkmıştır". Geçmiş zaman kipi, onun "doğru çıkması"nın, yani gerçekleşmesinin kaçınılmazlığını gösterir. (Bu kaçınılmazlığı Türkçe'de gelecek zaman kipi ile daha iyi verebildiğimiz için ayetin orijinal Arapça metindeki geçmiş zaman ve İngilizce mealdeki geniş zaman kipine karşılık Türkçe tercümesinde gelecek zaman tercih edilmiştir -T.ç.n.)

8. Onların boyunlarına çenelerine kadar uzayan demir halkalar geçirdik ki (6) kafalarını dik tutmak zorunda kalsınlar; (7)

6 - Zemahşerî: "[Bu,] onların hakikati bilinçli şekilde inkar etmelerinin temsîlî ifadesidir." Bkz. 13:5'e ilişkin not 13 ve 34:33'e ilişkin not 44.

7 - Zımnen, "ve doğru yolu göremesinler" (Râzî); onların "başlarını dik tutmaları", aynı zamanda küstahça böbürlenmelerini de simgeler. Diğer taraftan, Allah'ın günahkarların boyunlarına "demir halkalar geçirmesi", 2:7'de sözü edilen ve buna ilişkin 7. notta açıklanan "onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemesi"ne benzer bir mecazdır. Bir sonraki ayette zikredilen "set" ve "perde" mecazları için de aynı şey söylenebilir.

9. önlerine ve arkalarına setler çektik (8) ve göremesinler diye üzerlerine perdeler geçirdik:

8 - Yani, "böylece ne ileri gidebilirler, ne de geri gelebilirler": ruhsal durgunluğu, durağanlığı anlatan bir mecaz.

10. artık onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir: inanmazlar.
11. Sen ancak (ilahî) uyarıyı can kulağıyla dinleyen (9) ve insan kavrayışının ötesinde bulunmasına rağmen Rahmân'dan korkan kişiyi uyarabilirsin: işte böylelerine [Allah'ın] mağfiretini ve en güzel ödülü müjdele!

9 - Lafzen, "uyarının ardından giden".

12. Gerçek şu ki Biz, ölüyü yeniden hayata döndüreceğiz ve onların gelecek için yaptıkları her türlü [eylemi] ve geride bıraktıkları bütün [iyi ve kötü] izleri kayda geçireceğiz: zira biz, her şeyin apaçık kaydını tutarız.
13. ONLARA, elçilerimizi gönderdiğimiz o şehir halkı[nın hikayesin]i örnek olarak anlat.
14. Biz onlara iki [elçi] gönderdik, ikisini de yalanladılar; bunun üzerine [onları], üçüncü biri ile destekledik; ve bu (elçi)ler, "Bakın, biz [Allah tarafından] size gönderildik!" dediler. (10)

10 - Bu tür pasajlarda alışılmış olduğu gibi, müfessirler, bu şehirlerin ve elçilerin "kimliği" konusunda çeşitli spekülasyonlar yapmışlardır. Ancak kıssa, tamamen bir temsîl olarak anlatıldığından, tarihî bir tasvirden çok böyle bir çerçeve içinde anlaşılmalıdır. Bana öyle geliyor ki, burada, Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s) tarafından tebliğ edilen ve temelde aynı manevî hakikatleri kapsayan üç büyük tevhid dininin bir temsîli ile karşı karşıyayız. Kıssada zikredilen "şehir" (karye), bana göre, bu üç dinin içinden çıktığı ortak kültürel çevreyi simgelemektedir. İlk iki elçinin birlikte gönderildiğinin belirtilmiş olması, ikisinin öğretilerinin tek ve aynı metin içinde, Kitâb-ı Mukaddes'in Eski Ahid kısmında toplandığına işaret eder. Onların hitab ettikleri kitlenin etik davranışlarını biçimlendirmekte zamanla yetersiz kalmaları üzerine Allah, onları nihaî mesajı, yani insanlığa üçüncü ve son elçi Muhammed (s) tarafından tebliğ edilen mesajı yoluyla "destekledi".

15. [Berikiler]: "Siz de bizim gibi ölümlü insanlarsınız!" diye cevap verdiler, "Ayrıca Rahmân, herhangi bir [vahiy] de göndermiş değil. Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (11)

11 - Karş. 6:91 -"Onlar, ‘Allah insana hiçbir şey vahyetmemiştir' derken Allah'ı gereği gibi kavramadıklarını göstermişlerdir". Ayrıca bkz. 34:31 ve ilgili not 38. Gerek yukarıdaki ayet, gerekse bu ikisi, Allah'a "inandıkları"nı düşünen, ancak bu "inanc"ın pratik hayatlarına müdahale etmesine izin vermeyen insanlara hitab etmektedir: onlar dine sadece müphem bir duygusal rol yüklemek ve vahyin objektif gerçekliğini inkar etmek suretiyle, bu tavırlarını haklılaştırmaya çalışırlar -oysa vahiy kavramı, mutlak ahlakî değerlerin Allah tarafından tesisine ve insanın onlara tam teslimiyet ile yükümlü olduğuna işaret eder.

16. [Elçiler,] "Rabbimiz bilir ki" dediler, "biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz;
17. Fakat [bize emanet edilen] mesajı size açıkça tebliğ etmekten başka bir şey ile yükümlü değiliz".
18. [Ötekiler,] "Doğrusu," dediler, "bize uğursuzluk getirdiniz! (12) Eğer bundan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlayacak ve başınıza bir bela saracağız!"

12 - Tetayyernâ bikum ifadesinin açıklaması için bkz. sure 7, not 95.

19. [Elçiler] şöyle cevap verdiler: "Kaderiniz, iyi de kötü de olsa, sizinle birlikte [olacak]tır! (13) [Hakikati] can kulağıyla dinlemeniz isteniyorsa [bu sizce kötü bir şey mi?] Hayır, fakat siz kendinize yazık etmiş bir toplumsunuz!" (14)

13 - Karş. 17:13 -"Her insanın kaderini (tâir) kendi boynuna doladık" -ve ilgili not 17.

14 - Müsrifûn (tekili müsrif) kelimesinin bu şekilde ["kendinize yazık etmiş ..."] çevrilmesi konusunda bkz. 10:12'nin son cümlesi ile ilgili not 21.

20. Kentin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi [ve] "Ey kavmim!" dedi, "Bu elçilere uyun!
21. Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!"
22. "[Bana gelince,] neden beni yaratmış olan ve hepinizin dönüp varacağı Allah'a kulluk etmeyeyim?
23. (Neden) O'ndan başka ilahlar edineyim? [O zaman] Rahmân bana bir zarar vermek isterse ne onların şefaati zerre kadar fayda getirir, ne de (bizzat kendileri) beni koruyabilirler:
24. işte o zaman ben apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum!"
25. "[Ey kavmim,] ben sizin Rabbinize iman ediyorum: öyleyse bana kulak verin!"
26. [Ve] ona: "Cennete gir[eceksin]!" denildiğinde (15) "Keşke" dedi, "kavmim bilseydi,

15 - Yani, elçiler tarafından, yahut daha doğrusu, (bu kıssanın temsîlî karakteri dikkate alındığında) kendi sezgisi tarafından. "Kentin en uzak ucundan koşarak gelen" kişinin müdahalesi, kuşkusuz, her dinde bulunan inanmış bir azınlığı ve onların, yoldan sapmış arkadaşlarını, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymanın insan hayatını boşluktan kurtaracağına inandırmak için giriştikleri ümitsiz ve sonuçsuz çabalarını anlatan bir mecazdır.

27. Rabbimin beni[m geçmişteki günahlarımı] bağışladığını ve beni saygın kişiler arasına dahil ettiğini!"
28. Ve ondan sonra biz kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirme gereği de duymadık:
29. hiçbir şey [gerekmiyordu], bir [ceza] çığlığından başka! Ve sonunda sessiz ve hareketsiz bir kül yığınına dönüverdiler.
30. AH! YAZIK şu insanlar[ın çoğun]a! (16) Kendilerine hangi elçi geldiyse o'nu alaya aldılar!

16 - Lafzen, "yazıklar olsun şu kullara" (‘ale'l-‘ibâd) -çünkü iyi ya da kötü, bütün insanlar Allah'ın "kulları"dır. Bu ifade, -19:39'da "Pişmanlık Günü" olarak tanımlanan- Hesap Günü'ne ve Kur'an'da defalarca vurgulanan, çoğu insanın hakikatın sesine sağır kalmayı ve böylece kendilerini ruhî körlüğe mahkum etmeyi tercih ettikleri gerçeğine işaret etmektedir.

31. Kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi; [ve] bu [yok olup gide]nlerin bir daha onlara (17) dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?

17 - Yani, şu anda yaşayanlara. Kur'an'ın diğer birçok ayetinde olduğu gibi, lafzen, "nesil" veya "aynı dönemde yaşamış olan halk"ı ifade eden karn terimi, bu bağlamda, tarihî boyutuyla "toplum" veya "uygarlık" anlamlarına gelir. Böylece, geçmiş toplumların ve uygarlıkların çökmesi ve tarih sahnesinden silinmesi, burada, onların manevî yoksunluğuna ve sonuçta ahlakî çöküntülerine bağlanmaktadır. Bu kıssadan çıkarılabilecek başka bir ders, toplumun büyük kesiminin her zaman (günümüzde de) manevî/ahlakî değerlerin yönlendiriciliğini, bu değerleri alışılmış hayat tarzlarına ve izledikleri materyalist değerlere ters görerek reddettikleri -ve sonuçta "kendilerine hangi elçi gönderildiyse o'nu alaya aldıkları"- gerçeğidir.

32. Ve [sonunda] hep birlikte huzurumuzda toplanacaklarını?
33. Onlar, ölü toprağa can vermemizde ve beslenmeleri için topraktan ürünler çıkarmamızda [yaratma ve diriltme gücümüzün] işaretini görürler;
34. orada [nasıl] hurmalıklar ve üzüm bağları [yetiştirmiş] ve içlerinden (nasıl) pınarlar fışkırtmıştık,
35. ki onları meydana getiren kendileri olmadığı halde meyvelerini yiyebilsinler. Buna rağmen hâlâ şükretmeyecekler mi?
36. Toprağın verdiği her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında [henüz] bilgi sahibi olmadıkları şeyleri çift çift yaratan Allah ne yücedir! (18)

18 - Lafzen, "O, yerin çıkardığı her şeyden ve kendilerinden ve hakkında hiç bilgileri olmayan şeylerden birer çift yaratmıştır": bu, canlı ya da cansız bütün varlıklarda mevcut bulunan çift kutupluluğa (polarity) bir işarettir. Bu durum insanlar, hayvanlar ve bitkilerdeki iki cinslilik, (tabiattaki) aydınlık ve karanlık, sıcak ve soğuk, artı ve eksi çekim ve elektrik gücü, atomun yapısındaki artı ve eksi yükler (proton ve elektronlar) vb. olduğu gibi, karşıt fakat birbirini tamamlayıcı güçlerin varlığında kendini gösterir. (Zevc isminin, 13:3 ile ilgili not 7'de açıklandığı gibi, hem "bir çift"i, hem de "çiftlerden biri"ni ifade ettiği hatırlanmalıdır.) "Hakkında bilgi sahibi olmadıkları şey", insan tarafından henüz keşfedilmemiş, fakat potansiyel kavrayış gücü içinde bulunan şeyleri veya olguları ifade eder: parantez içinde "henüz" kaydını koymamın sebebi budur.

37. Ve [bütün evren üzerindeki hakimiyetimizin bir parçası olan] gecede de onlar için bir işaret vardır: Biz ondan gün [ışığı]nı çekip alırız; ve birden karanlıkta kalıverirler.
38. Ve güneş[te de onlar için bir işaret vardır]: o, kendine ait bir yörüngede (19) akıp gider; bu, kudret sahibi ve her şeyi bilen [Allah]ın iradesinin bir sonucudur;

19 - Çoğunluğun üzerinde birleştiği kıraat şekline göre yukarıdaki şekilde çevrilebilen bu ifade li-mustekarrin lehâ olarak okunur veya, alışıldığı şekilde, "duracağı/istikrar bulacağı noktaya", yani günbatımı zamanına (yahut noktasına) doğru (Râzî) şeklinde çevrilebilir. Ancak güvenilir kaynakların rivayetine göre Abdullah b. Mes‘ûd, bu ifadeyi lâ mustekarra lehâ şeklinde okumuştur ki (Zemahşerî) anlamı, "O hiç ara vermeden (yani, hiç durmadan) [kendi yörüngesinde] hareket eder" şeklindedir.

39. ve ay[da da bir işaret vardır ki] Biz onu, kuru ve eğik bir hurma dalını (20) andırır hale gelinceye kadar çeşitli safhalardan geçirdik:

20 - Bu tanımlama, ‘urcûn isminin karşılığıdır -kuruduğunda ve eskidiğinde bir yarım ay gibi incelen ve bükülen hurma salkımı (karş. Lane V, 1997).

40. ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzü yok edebilir, (21) çünkü hepsi uzayda [yasalarımız doğrultusunda] hareket ederler.

21 - Lafzen, "ne de gece gündüzün önüne geçebilir" [yahut "geride bırakabilir"].

41. Onlar için bir işaret de, soylarını/hemcinslerini dolu gemilerle (22) [denizlerde] taşımamızda

22 - Lafzen, "yüklü gemide": "gemi," burada çoğul bir anlam taşıyan tekil cins ismi olarak kullanılmıştır. Buradaki "soylarını/hemcinslerini" terimi, genel olarak insan cinsini ifade etmektedir (karş. sık sık tekrarlanan "Âdemoğulları" ifadesi).

42. ve [yolculuklarında] binek olarak kullanabilecekleri benzer araçlar yaratmamızda (23) [bulunmakta]dır;

23 - Karş. 16:8 ve ilgili not 6. Bu her iki pasajda da insanın üstün mahareti, Allah'ın yaratıcılığının doğrudan bir ifadesi olarak gösterilmektedir.

43. dilersek onları suda boğabiliriz, kimse de yardımlarına gelemez: işte [o zaman] onlar için bir kurtuluş yoktur,
44. meğer ki Biz onlara katımızdan bir rahmet ve [biraz daha fazla] hayat bağışlayalım.
45. Onlara: "Gözlerinizin önünde olan ve sizden gizli tutulan (24) [her şeyin Allah'ın bilgisi dahilinde olduğu gerçeğini unutmadan] dikkat edin ki Allah'ın rahmetine nail olabilesiniz!" denildiğinde [çoğu duymazlıktan gelir;]

24 - Yukarıdaki ifadenin bu şekilde çevrilmesinin bir açıklaması için bkz. sure 2, not 247. Bu örnekte insanın bilinçli olarak yaptıkları ile bilinçsiz veya yarı bilinçli eylemleri ifade edilmektedir.
46. ve onlara Rablerinden hiçbir mesaj (25) ulaşmamıştır ki ondan yüz çevirmiş olmasınlar.

25 - Yahut: "Rablerinin işaretlerinden hiçbir işaret" -önceki pasajda birkaç kez tekrarlanan âyet ismi, burada hem "mesaj" hem de "işaret" anlamlarına gelmektedir.

47. Kendilerine, "Allah'ın size verdiği rızıktan başkaları için harcayın!" (26) denildiğinde, hakikati inkara şartlanmış olanlar, inananlara, "Rabb[iniz] dileseydi [Kendisinin] besleyebileceği kimseleri biz mi besleyelim? Doğrusu siz açık bir yanılgı içindesiniz!" derler;

26 - Enfeka fiili (lafzen, "harcadı"), Kur'an terminolojisinde, sebebi ne olursa olsun, başkaları adına, yahut başkasının iyiliği için harcama yapmayı ifade eder. Bu "başkası için harcama"nın ahlakî önemi Kur'an'da sıkça vurgulanmakta ve "arındırıcı yükümlülükler"i yahut, daha geniş anlamıyla, "karşılıksız yardımlar"ı ifade eden zekât kavramında somutlaşmış bulunmaktadır (bkz. 2:43, not 34).

48. ve şöyle devam ederler: "Bu [yeniden dirilme] vaadi ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğru söylüyorsanız [buna cevap verin!]"
49. [Ve bilmezler ki] [yeniden dirilmeye] itiraz edip dururlarken, [ceza olarak] kendilerini sarsıp yok edecek bir tek patlama sesi onlara yeter! (27)

27 - Lafzen, "onları tek bir çığlıktan başka bir şey beklemez", vb.

50. Ve [akibetleri öyle anî olacaktır ki] ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de yakınlarına sığınabilirler.
51. Ve [sonra yeniden diriliş] sûru üflenecek; işte o zaman tümü kabirlerinden çıkarak Rablerine doğru koşacaklar!
52. "Eyvah!" diyecekler, "Kim bizi [ölüm] uykumuzdan uyandırdı?" [Bunun üzerine onlara şöyle denecek:] "İşte Rahmân'ın vaad ettiği budur! Demek ki O'nun elçileri doğru söylemişlerdi!"
53. Yalnızca bir tek patlama olur ve derken tümü önümüzde sıralanırlar [ve onlara şöyle denir:]
54. "Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak ve [yeryüzünde] yaptıklarınız dışında hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaksınız!"
55. "Kuşkusuz cenneti hak edenler bugün yaptıkları her şeyden hoşnut olacaklardır:
56. onlar ve eşleri sedirler üzerinde mutlu bir şekilde yatıp uzanacaklar; (28)

28 - Kur'an'ın cennet tanımlamalarında zill ("gölge") terimi ve çoğul biçimi olan zilâl, çoğunlukla "mutluluk"un mecazî karşılığı olarak kullanılır -böylece, mesela, 4:57'de geçen zill zalîl "sonsuz mutluluk" anlamındadır (bkz. sure 4, not 74). Kurtuluşa erenlerin üzerinde uzandıkları "sedirler" ise, Râzî'nin 18:31 ve 55:54 ile ilgili yorumlarında işaret ettiği gibi, manevî bir doygunluğu ve bir zihin dinginliğini simgeler.

57. orada [yalnızca] sevinç ve mutluluğu tadacaklar ve istedikleri her şey onların olacak:
58. rahmet saçıcı Rabbin sözüyle gelen katıksız bir huzur ve rahatlık içinde." (29)

29 - Bu bileşik ifade ["huzur ve rahatlık",] sanırım, selâm kavramının bu bağlamdaki en uygun karşılığıdır. Bu terimin daha geniş bir izahı için, selâm'ın "kurtuluş" olarak çevrildiği 5:16 ile ilgili not 29'a bakınız.

59. "Ey suçlular, siz bugün şöyle ayrılın!
60. Siz ey Âdemoğulları, size demedim mi: Şeytan'a tapmayın, (30) o sizin apaçık düşmanınızdır!

30 - Kur'an'ın "şeytana tapma" olarak tanımladığı şeyin anlamı için bkz. 19:44 ile ilgili not 33.

61. Ve [yalnız Bana ibadet edin!] Dosdoğru yol budur!
62. [Şeytana gelince,] o bir çoğunuzu saptırmıştır; neden aklınızı kullanmıyorsunuz?"
63. "İşte tekrar tekrar uyarıldığınız cehennem: (31)

31 - "İşte ... cehennem" ifadesi, münkirlerin, peygamberler tarafından defalarca uyarılmalarına rağmen doğruluktan saptıklarını anlamalarının, öteki dünyadaki şiddetli ‘azâbın bizzat bir kaynağı olacağı gerçeğine işaret eder. Devamlılık ve ısrar unsuru, burada ve bundan sonraki ayette, kuntum yardımcı fiilinin kullanılması ile vurgulanmaktadır.

64. hakkı ısrarla inkar etmenizin sonucu olarak bugün oraya girin!"
65. O Gün ağızlarına mühür vuracağız, (32) fakat elleri dile gelecek ve ayakları [hayatta iken] yapmış oldukları her şeye tanıklık edecektir.

32 - İnkarcıların geçmişteki fiillerini ve tavırlarını savunamamalarının veya mazur gösterememelerinin mecazî bir ifadesi.

66. EĞER [insanların doğru ile yanlışı ayırd edememelerini] dilemiş olsaydık, onları görüp anlama melekesinden yoksun bırakırdık (33) da [doğru] yoldan hep şaşarlardı: ama [öyle olsaydı] onlar [doğruyu] nasıl görebilirlerdi? (34)

33 - Lafzen, "onların gözlerini kör ederdik": "onları manevî olarak kör yapardık" ve dolayısıyla, onları her türlü ahlakî sorumluluk duygusundan yoksun bırakırdık ve bu da insan hayatındaki bütün manevî değerlerin inkarına yol açardı anlamına gelen mecazî bir ifade. (Karş. 2:20 -"Şayet Allah dileseydi onların işitme ve görme yeteneklerini ellerinden alabilirdi".)

34 - Bu örnekte -20:96'da olduğu gibi- besura fiili (lafzen, "o görür oldu" veya "gördü"), "[bir şeyi] zihnî olarak/aklen kavramak" anlamında kullanılmıştır. Taberî'nin rivayetine göre, İbni ‘Abbâs, ennâ yubsirûn ifadesinin "onlar gerçeği nasıl kavrayabilirler" anlamına geldiğini söylemiştir.

67. Eğer [doğru ile yanlış arasında seçim yapma özgürlüğünden yoksun olmalarını] dilemiş olsaydık, onları kesinlikle farklı bir tabiatta yaratırdık (35) ve bulundukları yerde [kökleştirirdik ki] ne ileri gidebilsinler, ne de geri dönebilsinler. (36)

35 - Lafzen, "onları değiştirirdik" [veya "dönüşüme uğratırdık"].

36 - Yani, Allah insanların irade veya ahlakî tercih özgürlüğüne sahip olmamalarını dileseydi, onları başından beri manevî ve ahlakî olarak durağan bir tabiatta yaratır, içgüdülerinin pençesinde ("bulundukları yerlerde") hareket edemez şekilde tutar; kendini geliştirme dürtüsünden yoksun ve olumlu gelişmeler sağlamaktan yahut, yanlış yolları terk etmekten aciz bırakırdı.

68. Ama [şunu daima hatırlasınlar ki] Biz bir insanın ömrünü uzatırsak, aynı zamanda onun güç ve yeteneklerinde [yaşlandıkça] bir azalma meydana getiririz; (buna rağmen) hâlâ akıllarını kullanmazlar mı? (37)

37 - Yani insan, ahlakî tercihinin gereğini yapmayı asla ertelememelidir. -Çünkü, eğer insanlar doğruyu yanlıştan ayırd etme yeteneğine ve geniş bir irade serbestisine sahip olmalarından dolayı üstün yaratıklar ise, o zaman, "insanın zayıf yaratıldı"ğını (4:28), yaşlılığında daha da çökeceğini ve hükmedeceği ömrün kısalmış olacağını da unutmasınlar.

69. VE [işte böyle:] Biz bu [Peygamber'e] şiir [yeteneği] bahşetmedik, zaten [şiir] bu [mesaj]a uygun düşmezdi: (38) o yalnızca bir uyarı ve öğüttür; ve o özünde apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren (39) bir [ilahî] hitabedir,

38 - Bu pasaj, surenin ilk ayetlerinde değinilen konuyu, yani Kur'an'ın vahyi konusunu ele almaya devam etmektedir. 26:224'de olduğu gibi, burada da, Muhammed (s)'in düşmanlarının, gerek yaşadığı dönemde gerekse sonraki dönemlerde, o'nun ilahî vahiy olarak sunduğu şeyin gerçekte kendi şiirsel hayal gücünün bir ürünü olduğu şeklindeki iddialarına değinilmektedir. Burada, şiir -özellikle Arap şiiri- ile Kur'an'da somutlaşan ilahî vahiy arasındaki temel farklılığa dikkat çekmek suretiyle bu iddia reddedilmektedir: şiirde anlam, dilin müzikalitesi ve ritmi karşısında genelde ikinci derecede kalırken Kur'an'da tam tersi geçerlidir. Çünkü Kur'an'da, kelimelerin seçimi, sesleri ve cümle içindeki konumları -ve dolayısıyla melodisi ve ritmi- daima kasdedilen anlamın destekleyicisi niteliğindedir. (Karş. ayrıca 26:225 ve ilgili not 100.)

39 - Mübîn sıfatının bu bileşik karşılığı için bkz. sure 12, not 2. Yukarıdaki ifade, lafzen, "bir uyarı ve öğüt ve ... [ilahî] bir hitabe" şeklinde çevrildiğinde, burada kullanılan ve bağlacı, 15:1'de olduğu gibi, Kur'an'ın ilahî vahiy sürecinin bir unsuru olduğuna işaret eder.

70. ki [kalben] diri olanları uyarabilsin ve [Allah'ın] sözü hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı tanıklık yapabilsin (40) diye.

40 - Lafzen, "doğru çıkabilsin [veya "doğruluğu isbatlanabilsin"], yani Hesap Günü'nde (karş. bu surenin 7. ayeti).

71. Görmezler mi ki, eserlerimizden biri olarak (41) kendileri için [bugün] kullanıp yararlandıkları evcil hayvanlar yarattık?

41 - Yani, "yalnız bizim yarattıklarımızdan yahut bizim yaratabildiklerimizden biri olarak" (Zemahşerî ve Râzî). Yukarıdaki mecazî deyim, "el ürünü"/"ellerimizin yaptığı" ("eserlerimizden biri" -T.ç.n.) kavramının, geniş anlamdaki, yani hem somut hem de soyut anlamdaki karşılığına dayanmaktadır.

72. Ve onları insanların iradesine tâbi kıldık (42) ki bir kısmını binek olarak kullanabilsinler, bir kısmını da yiyebilsinler;

42 - Lafzen, "onlara boyun eğdirdik (zellelnâhâ)": bu, aynı zamanda, insanın evcil hayvanları iyi yahut kötü kullanmaktan dolayı ahlakî bir sorumluluğa sahip olduğuna işaret eder.

73. ve onlardan [başka] faydalar sağlayabilsinler ve içecek [süt] alabilsinler! Buna rağmen hâlâ şükretmeyecekler mi?
74. Ama [tam tersine,] onlar, kendilerine yardım edecekleri [ümidiyle] Allah'tan başka ilahlar (43) edindiler, [oysa bilmezler ki]

43 - Yahut: "Allah'la beraber başka ilahlar". Her iki halde de bu ifade, bilinçli olarak tapınılan nesneleri -putlar, muhayyel üstün güçler, ilahlaştırılan kişiler, azîzler vb.- ve bilinçli olarak "tapınılmayan", fakat neredeyse taparcasına saygı ve bağlılık gösterilen iktidar/otorite, zenginlik veya "şans" gibi soyut kavramları anlatır. Kur'an'da bu vb. bağlamda kullanılan ittehazû fiili (lafzen, "kendileri için kabul ettiler" [veya "etmektedirler"]) özellikle işaret edilen geniş anlam demetine tam uygun düşmektedir, çünkü kişinin bir şeyi -ister somut isterse soyut nitelikte olsun- kendi özel faydası veya zevki için kullanması anlamını taşımaktadır.

75. bunlar bağlılarına (44) yardım eli uzatamazlar, hatta onlara [yardım için] çağrılmış askerler ol[arak görün]seler bile.

44 - Lafzen, "onlara".
76. Ama o [hakikati inkar eden]lerin sözlerinden üzüntüye kapılma: şüphe yok ki Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.
77. İNSAN bilmez mi ki kendisini [tek] bir sperm damlasından yaratırız; ve o anda kendisini düşünme ve tartışma yeteneği (45) ile donatılmış görür.

45 - Bkz. 16:4'deki benzer pasaj ve ilgili not 5. Râzî, yukarıdaki ayet ile ilgili kendisinin (ve Zemahşerî'nin) yorumlarında ileri sürülen açıklamaları tamamlamak için, burada, hasîm (lafzen, "tartışmada taraf olan") terimini, nâtık ("konuşan [veya "akıllı"] varlık") olarak adlandırılan özelliğin en yüksek tezahürü ile eş tutmaktadır.

78. Ama o hem [Bizi tartışmakta ve] Bizim hakkımızda karşılaştırmalar yapmakta, (46) hem de bizzat kendisinin nasıl yaratılmış olduğundan gafil bulunmaktadır! [Ve bunun şaşkınlığıyla da] "Kim, çürüyüp toz olmuş kemiklere hayat verebilir?" diye sormaktadır!

46 - Lafzen, "Bize bir örnek (mesel) getirir" -"hakikatı inkar edenler"in, insanın duyguları ve düşünceleri ile kavrayabileceği her şeyden köklü biçimde ayrılan ve yaratılmış varlıkların sahip olabilecekleri vasıflar ile karşılaştırılamayacak nitelikte güçlere sahip bulunan aşkın bir varlığı kabul etmekteki isteksizliklerine işaret eden bir îma. (Karş. 42:11, "Hiçbir şey O'na benzemez" ve 112:4, "Hiçbir şey O'na denk tutulamaz".) Bu tür insanlar, materyalist bir dünya görüşünü benimsediklerinden -ayetin öncesi ve sonrasından da anlaşılacağı gibi- her türlü yeniden dirilme ihtimalini reddederler ki bu da Allah'ın yaratıcı güçlerinin ve son tahlilde Allah'ın varlığının inkarına varır.

79. De ki: "Onları yoktan var eden, [yeniden] hayat (da) verir, çünkü O, her tür yaratma eyleminin bilgisine sahiptir;
80. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarır ve onunla [kendi ateşinizi] yakarsınız". (47)

47 - Karş. "her ağaçta bir ateş vardır" şeklindeki eski bir Arap atasözü (Zemahşerî): bu, yeşil -yani, su ihtiva eden- bitkilerin, kuruma veya insan tarafından kömürleştirilme (yapma kömür) suretiyle, yahut yer altında binlerce yıl zarfında petrol veya kömüre ayrışma yoluyla yakıta dönüşmesini anlatır. Mecazî olarak da bu "ateş", yukarıda 77. ayette değinilen, insan aklının Allah vergisi sıcaklığını ve aydınlığını simgeler.

81. Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, [yok olanların] yerine onlar gibi [yeni]lerini yaratmaya muktedir olamaz mı? Elbette olur! Zaten O her şeyin bilgisine sahip olan Yaratıcı'dır:
82. O, Tek'tir, Biricik'tir, (48) öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der -ve o (şey hemen) oluverir.

48 - Bu, innemâ emruhû ifadesinin karşılığıdır -emr terimi, bu örnekte, şe'n ("var olma durumu" [veya "biçimi"]) ile eş anlamlıdır. Allah'ın yaratıcılığının benzersizliği, innemâ tahsis edatı ile vurgulanmaktadır.

83. Her şeyin üstünde tasarruf sahibi olan Allah, ne yücedir; ve hepiniz O'na döndürüleceksiniz! Bütün otoriteler, bu surenin Mekke'de, büyük ihtimalle de Mekke döneminin ortalarında nazil olduğunda hemfikirdirler.
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: