Meal Seç / Sure Seç

İnsan Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

76 - İnsan
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin -ilk ayetinde geçen bir kelimeden dolayı Dehr ("Zaman" veya "Sonsuz Zaman") olarak da anılmaktadır- Mekke dönemine mi, yoksa Medine dönemine mi ait olduğu konusunda ilk müfessirlerin görüşleri farklılık arzetmektedir. İkinci kuşak otoritelerin büyük kısmı -Mücâhid, Katâde, Hasan Basrî ve ‘İkrime dahil (tümü de Beğavî tarafından nakledilmiştir)- bu surenin Medine'de nazil olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
1. İNSAN[ın tarih sahnesinde görünmesin]den önceki dönem, sonsuz bir zaman kesitinden ibaret [değil] midir; (1) insanın henüz dikkate değer bir varlık olmadığı (2) [bir zaman kesiti]?

1 - Bütün klasik müfessirlere göre bu ifade, "gerçekten son derece uzun [yahut "sonsuz/sınırsız"] bir zaman kesitinden ibarettir" anlamına gelmektedir. -Buradaki hel soru edatı kad edatının ifade ettiği olumlu anlamda kullanılmıştır. Ama "değil" ifadesini parantez içinde eklemek suretiyle aynı [olumlu] anlam kazandırılabilir.

2 - Lafzen, "zikre değer" veya "zikredilen" -yani, farazî bir kavram olarak bile mevcut olmadığı. Bu ifadenin amacı -herhangi bir Yüce Varlığı değil de- insanı hayatın merkezi ve nihaî gerçekliği olarak alan küfür ifade edici "insan-merkezci" (anthropocentric) dünya-görüşünün reddedilmesidir.

2. Şüphesiz, [sonraki hayatında] denemek için insanı katışık bir sperm damlasından (3) yaratan Biziz: Biz, onu işitme ve görme (duyuları) ile donatılmış bir varlık kıldık.

3 - Zımnen, "bir dişi yumurtaya": karş. 86:6-7.

3. Gerçek şu ki, Biz ona yolu-yöntemi gösterdik: (4) şükredici, ya da nankör [olması artık kendisine kalmıştır].

4 - Yani, Allah insanı yalnızca "işitme ve görme" (duyuları), yani akıl ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırd etme içgüdüsel yeteneği (karş. 90:10) ile donatmış değildir; ama aynı zamanda peygamberlere indirilen vahiy yoluyla onu fiilen de doğruya yöneltmektedir.

4. [Şimdi] bakın, Biz hakikati inkar edenler (5) için zincirler, halkalar ve yakıcı bir ateş (6) hazırladık;

5 - "Hakikati inkar etmek" (küfr), bu bağlamda, insanın hem fıtratında mevcut olan Allah'ın varlığını tanıma yeteneğini (karş. 7:172 ve ilgili not 139) baskı altına alması, hem de sahip olduğu, iyiyi ve kötüyü içgüdüsel olarak kavrama yetisini gözardı etmesi anlamına gelir.

6 - Yani, "ümitsizlik ateşi". Günahkarların kendi ihtiraslarına ve bâtıl değerlere körcesine teslim olmalarının ve böylece ruhlarını köleleştirmelerinin ürünü olan bu "zincirler ve halkalar" mecazı için bkz. sure 34, not 44; ayrıca bkz. öteki dünyadaki azap ile ilgili bu temsîl konusunda Râzî'nin ayrıntılı yorumları (73:12-13, not 7'de nakledilmiştir).

5. [halbuki] gerçek erdem sahipleri, hoş kokulu çiçekler ile tatlandırılmış bir fincandan (7) içerler:

7 - Lisânu'l-‘Arab, kâfûr'un öncelikli anlamı olarak "üzümün çiçek açmadan önceki çanakçığı (kimm)"nı zikreder. Öteki lugatçilere (mesela Tâcu'l-‘Arûs) göre, kâfûr, "herhangi bir çiçeğin çanakçığı"nı gösterir. Cevherî, onu "bir hurma ağacı dalı" olarak tanımlar. Bu nedenle, kâfûr'un -"kâfuru" değil- yukarıdaki bağlamda sahip olduğu anlam böyledir: sembolik ilahî bilgi "içeceği"nin son derece tatlı, hoş kokusuna bir işaret (karş. 83:25-28 ve ilgili notlar 8 ve 9).

6. bir [kutlu] kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, suyu bol bol akan (8) (o kaynaktan).

8 - Lafzen, "akıttıkları" [veya "akmasına izin verdikleri"]; yani, her zaman emirleri altında bulundurdukları.

7. [Gerçek erdem sahipleri] onlar[dır ki,] sözlerini (9) yerine getirirler ve şiddeti yayılıp genişleyen bir Gün'ün korkusunu duyarlar.

9 - Yani, inançlarından kaynaklanan ruhsal ve sosyal yükümlülüklerini.

8. Ve kendi istekleri ne kadar çok olursa olsun, (10) muhtaçlara, yetimlere ve esirlere (11) yedirirler,

10 - Yahut: 2:177'de olduğu gibi, "kendileri onu ne kadar çok isterlerse istesinler" [yani, "ne kadar ihtiyaç duyarlarsa duysunlar"]: karş. ayrıca 90:14-16. "Yedirmek" kavramı, bu bağlamda hem maddî, hem manevî her türlü yardım ve desteği kapsar.

11 - Esîr terimi, ya lafzî olarak (örn. tutuklu) yahut mecazî olarak (çaresiz şartların esiri anlamında) "mahkum" olan herkesi gösterir; bu anlamda Hz. Peygamber şunları söylemiştir: "Sizin borçlunuz, sizin esirinizdir; o halde esirinize güzel davranın" (Zemahşerî, Râzî ve diğerleri). Yardıma muhtaç olan ve bu sebeple şu veya bu anlamda "esir" olan herkese karşı güzel davranma emri, aynı ölçüde hem müminleri hem de mümin olmayanları kapsar (Taberî, Zemahşerî) ve insanın hizmetinde olan hayvanları da içine alır.

9. [ve kendi-kendilerine konuşurlar:] "Biz sizi yalnız Allah rızası için doyuruyoruz: sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz:
10. doğrusu, sıkıntı ve dehşet dolu bir Gün'de Rabbimize (vereceğimiz) hesabın korkusunu duyuyoruz!" (12)

12 - Lafzen, "Rabbimizden korkarız".

11. Ve bu yüzden Allah onları o Gün'ün dehşetinden koruyacak, aydınlık ve sevinç verecektir,
12. ve onları sıkıntılara karşı sabrettikleri için [kutlu bir] bahçe ve ipek[ten giysiler] ile (13) ödüllendirecektir.

13 - Bu temsîl için bkz. 18:31, not 41'in ilk yarısı.

13. Orada sedirlere uzanacaklar ve ne [yakıcı bir] güneş, ne de şiddetli bir soğuk görmeyecekler,
14.  çünkü o [bahçe]nin [kutlu] gölgeleri başlarını örtecek (14) ve meyve salkımları kolayca alınacak şekilde (15) (yere doğru) sarkıtılacaktır.

14 - "Gölgeler" (zilâl) teriminin temsîlî anlamı için bkz. 4:57, not 74. Belirtmek gerekir ki, gölgenin varlığı, ışığın varlığını gerektirir (Cevherî); bu da "cennet" kavramının taşıdığı vasıflardan biridir.

15 - Lafzen, "bütün eğikliği ile".

15. Onlar gümüşten kaplar ve kristal[e benzeyen] kadehlerle karşılanacaklar
16. -kristal benzeri, [ama] gümüşten- ve hacimlerini yalnız kendileri tesbit edecek. (16)

16 - Yani, istedikleri kadarından yararlanacaklar.

17. Ve [cennette] kendilerine zencefille tatlandırılmış bir fincan içecek verilecek,
18. oradaki "Selsebil" (17) isimli bir kaynak[tan].

17 - Ali b. Ebî Tâlib, bileşik bir deyim olan selsebîl kelimesini -Zemahşerî ve Râzî tarafından nakledildiğine göre- sel sebîlen ("yolu" sor/iste [veya "ara"]) şeklinde iki bileşenine ayırarak açıklamıştır: yani, "yararlı işler yapmak suretiyle cennete giden yolu ara". Bu yorum, Zemahşerî tarafından fazla benimsenmemekle birlikte, bana göre ikna edicidir; çünkü kişinin bu dünyadaki olumlu tavırlarının bir ruhsal sonucu olarak "cennet" kavramının temsîlî karakterine işaret etmektedir. Cennetin güzelliklerinin maddî nitelikte olmayışı, tanımlarının çeşitliliğinden de anlaşılmaktadır -17. ayetteki "zencefil katılmış bir fincan" ve 5. ayetteki "hoş kokulu çiçekler ile tatlandırılmış", yahut 43:71'deki "onlar altından yapılmış tepsiler ve kadehler ile karşılanacaklardır" ve bu surenin 15-16. ayetlerindeki "gümüşten kaplar ve kristal[e benzeyen] kadehler ... kristal -benzeri, [ama] gümüşten..." ve benzeri bazı ayetler.

19. Ve onları ölümsüz gençlikler bekleyecek: (18) gördüğün zaman saçılmış inciler sanacağın [gençlikler];

18 - Bkz. 56:17-18, not 6.

20. ve [nereye] baksan, [yalnız] kutsanmışlık ve aşkın bir düzen göreceksin.
21. O [kutsanmış kimse]lerin üzerinde yeşil ipekten ve atlastan giysiler olacak: onlar gümüş bilezikler ile süslenecekler. (19) Ve Rableri onlara en temiz içeceklerden ikram edecek. (20)

19 - Bkz. 18:31 ("altın bilezikler"in anıldığı ayet) ve ilgili not 41.

20 - Allah'ın bizzat Kendisi, onların benliğini "bütün kıskançlıklardan, öfkeden, nefretten ve tahribata yol açan her şeyden ve insan tabiatında mevcut olan her türlü kötülükten" arındırmak (İbni Kesîr, Ali b. Ebî Tâlib'den naklen) ve onlara Kendi Nuru'ndan "içirmek" suretiyle (Râzî) ruhsal susuzluklarını giderecektir.

22. [Ve onlara:] "Bunlar sizin ödüllerinizdir, çünkü [hayatta iken] yaptığınız işler [Allah'ın] rızasını kazanmıştır!" [denilecek.]
23. GERÇEK ŞU Kİ, [ey iman eden,] bu Kur'an'ı sana safha safha indiren (21) Biziz, gerçek bir armağan (olarak!)

21 - Kur'an vahyinin tedrîcîliği, nezzelnâ fiil kalıbında ifadesini bulmaktadır.

24. Öyleyse Rabbinin hükmünü sabırla bekle (22) ve onlardan hiçbir günahkara veya nanköre uyma;

22 - Bu, daha önce, dürüst ve erdemlilerin nimetler ile, kötülerin ise azap ile karşılaşacağı öteki dünyaya yapılan atıf ile bağlantılıdır.

25. Rabbinin ismini (23) sabah akşam an

23 - Yani, O'nun yaratıcılığında tezahür eden "sıfatları"nı -çünkü insan aklı, yalnızca O'nun varlığını ve bu "sıfatlar"ın tezahürlerini kavrayabilir, ama O'nun Zatı'nın "nasıl" olduğunu asla kavrayamaz (Râzî).

26. ve gecenin bir kısmında, (24) O'nun önünde secde et ve uzun geceler boyu O'nun sınırsız şanını yücelt. (25)

24 - Yani, uyandığın her an.

25 - Yani, "ne zaman mutsuzluk seni bunaltır ve etrafındaki her şey karanlık görünürse".

27. Bakın, [Allah'ı umursamayan] şu adamlar bu gelip geçici dünyayı severler, ama ızdırap dolu bir Günü [düşünmeyi] ihmal ederler.
28. [Kendi-kendilerine itiraf etmezler ki] onları yaratan ve kişiliklerini sağlamlaştıran (26) Biziz ve dilersek onları başka hemcinsleriyle (27) değiştirebiliriz.

26 - Yani, bedenlerini ve zihinlerini "bu gelip geçici hayat"ı sevme yeteneği ile donatan.

27 - Yani, onlarla aynı bedene ve akla sahip olan ama bu güçleri daha iyi kullanacak olan başka insanlarla.

29. BÜTÜN bunlar bir uyarıdır: öyleyse, dileyen Rabbine giden yolu bulabilir.
30. Ama Allah [size o yolu göstermeyi] dilemedikçe siz onu dileyemezsiniz: (28) çünkü, bilin ki Allah her şeyi görendir, hikmet Sahibidir.

28 - Bkz. 81:28-29, not 11. Bazı müfessirlerin, bu iki ayet -ve aynı zamanda bu surenin 29-30. ayetleri- arasındaki "çelişki" karşısında şaşkınlığa düşmelerinin sebebi, bu ayetlerin vecîz kurgusudur ki benim bu çevirimde açıklığa kavuştuğuna kaniyim. Bu örnekte, özellikle yukarıdaki iki ayet ile bu surenin 3. ayeti arasında açık bir bağlantı bulunmaktadır: "Biz ona yolu-yöntemi gösterdik: şükredici ya da nankör [olması artık kendisine bağlıdır]". (Karş. ayrıca 74:56.)

31. Dileyeni (29) rahmetine kabul eder; ama zalimler için [öteki dünyada] şiddetli bir azap hazırlamıştır.

29 - Yahut: "dilediğini" -bu her iki okuyuş/anlamlandırış da dilbilgisi bakımından doğrudur.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: